Bu Blogda Ara

Arşiv

Sıralı Terörist Listesi

Sıralı Terörist Listesi
Sefer Selvi Karikatürü

Üzerinde yaşadığımız cennet coğrafyada, etrafımız düşman ülkelerle çevrili. Korkarım ki dostlarım, yanımızda yöremizde pek dostumuz yok. Dost görünenler, aslında bize saldırma fırsatı bulamamış ve bizi kıskandığı her halinden belli olan ülkeler. Kimi korkusundan bize dostmuş gibi davranıyor, kimi menfaatini devam ettirmek için... ama onların da ne tıynette olduğunu ve imkan bulabilirlerse bizi hemen satacaklarını biliyoruz.

Dış güçler neyse de, iç düşmanlar bizi daha çok yoruyor maalesef. Dört tarafı düşman dolu, yedi bölgesinde her mevsim hain yetişebilen memleketimizde, gün geçmiyor ki yeni bir terör cinsi ve terörist türü keşfedilmesin.

Referandumlarda hayır oyu veren teröristlerimizi hatırlıyorsunuzdur. İktidarı seçim yoluyla devirmek isteyen şer odağı muhalefet partilerini destekleyen hainler ordusunu da biliyorsunuz. O şer odaklarının amacı, mahalli seçimlerde terör örgütlerinin uzantılarını belediye meclislerine taşımaktı. Elektrik sayaçlarını okuyacak memurları Kandil’den getireceklerdi. Su sayaçlarını Mahmur’dan, doğal gaz sayaçlarını da taa Bekaa Vadisi’nden getirecekleri militanlara okutacaklardı. Cumhurbaşkanlığını, Sağlık Bakanlığını, İçişleri Bakanlığını, diğer bakanlıkları, valiliği, kaymakamlığı hiçe sayarak kendi başlarına yardım toplamaya, ekmek dağıtmaya, hastane kurmaya, benzeri işler yapmaya kalkışan belediyeler olmadı mı, maazallah...

İster rektörü protesto etsin, ister kalacak yeri olmadığını ilan etmek için sokağa çıksın, bütün öğrenciler potansiyel terörist. Akademisyenler, yazarlar zaten terörist. Hele ki, bunların yurt dışından ödül alanları katmerli terörist.

Terörist denilince akla ilk gelen, elinde silah, bomba tutan birileri olsa da, elinde dolar, avro ve faiz tutanlar da var. Dolar almak suretiyle teröre bulaşmış insanlarımız oldu ne yazık ki. Terörün finansmanı olur da, finansmanın terörü olmaz mı? Kredi derecelendirme kuruluşları mesela, hepsi ayrı terörist. Hele bir tanesi var ki, adı S&P. Sorsanız, uzun okunuşunun “Standard and Poor” olduğunu söylerler ama Sedat Peker anlamına gelmediği ne malum? Ekonomik terörü estirmek suretiyle acaba Türkiye'yi nasıl ürkütürüz gayreti içinde olduklarını bilmiyor muyuz?

Vatandaşı patatessiz ve soğansız, ülkeyi Erdoğan’sız bırakma gayreti içerisinde olan teröristlerin depoları basıldı ve etkisiz hale getirildi hamdolsun. Bu arada, nasıl oldu bilmiyorum ama kebapçılar da terörist listesine girdi. Bize yaşattıkları acılarla ilgili olabilir. Et konusunda ne kadar bölücü olabilecekleri de biliniyor.

Geçen haftaki yazımızda gıda terörü estiren marketlerden bahsetmiştik. Çok şükür, bu terörü de bitirmeye kararlıyız. Beşli market çetesinin haberi olsun, fiyatları gayet uygun olan (bir market arabasını 1002 liraya doldurabiliyorsunuz, asgari ücretin neredeyse üçte biri gibi komik bir para) tam bin adet yeni market açıyoruz! Ne demişler, perakende sektörü beşten büyüktür. Haydi bakalım, ne yapacaksınız?

Tarım Kredi Kooperatiflerine ait olacak bu marketlerin ismini kısaltmak lazım da, TKK marketleri dersek, tövbe estağfurullah, bir terör örgütü adını hatırlatacak. Terörü kurutma maksadımızla çelişir. Piyasadaki bilinen market isimlerine benzeyen ve kuruluş maksadına atıfta bulunan isimler seçilebilir. “BİN” iyi bir isim olabilir mesela. Ya da “Abin bir market açar, hepsini hizaya getirir evelallah” der gibi “A-1001”... Peki, “ÇOK”a ne dersiniz? Bakın burası “çokomelli”. Milli gros market anlamında “Mil-Gros” da mümkün. Bunu da beğenmediyseniz, son teklifim “Harvursa”. “O kadar ucuz ki, az parayla bile, har vurup harman savurduğunuzu zannedeceksiniz” manasında.

İsim meselesini siz düşünedurun, ben şiirini buldum bile:

“Bin market ekonomide çocuklar gibi şendik

Bin market dev gibi enflasyonu yendik”

Tabii, bu bin mağazalı market işini yürütecek güvenilir birini bulmak da lazım. Yürütme demişken aklıma Fatih’in gemileri karadan yürütmesi geldi. Gemi deyince de Binali Bey’i hatırladım. Kendisi ve çocuklarının ticari zekası ve başarısı ortadadır. Boğaz meselesine, Kanal İstanbul’a hakim bir adam. Market işi de en nihayetinde insanların bir boğaz meselesi değil mi? İsmi de market mağaza sayısıyla uyumlu, daha ne olsun... 

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/sirali-terorist-listesi_551011

MARKETÖ

 

MARKETÖ
Sefer Selvi Karikatürü

Değerli kardeşlerim,

Bugün size büyük bir fesat şebekesinden bahsedeceğim. Ülkede ne kadar olumsuz şey varsa, müsebbibi “üç harfliler” olarak da bilinen bu zincir şebekeleridir.

Cin olmadıkları halde, her ayın 15’inde fahiş fiyatlarla zam kalkışması yaparak vatandaşı çarpmaya kalkarlar. Herkes bilir ki, “fahiş” sebeptir, fiyat da sonuç.

Zincir deyince akla ciro gelir. Bunların tek derdi para kazanmak, cirolarını artırmaktır. Onun için ellerinde ne varsa satıyorlar! Dikkat ederseniz, market çıkışlarında kasalar vardır. O kasalar, bir nevi “saçım” sandığıdır, müşterinin saçtığı paraları orada istiflerler. Her saçımı onlar kazanır.

Lafa gelince, halka hizmet ettiklerinden dem vururlar ama tek yaptıkları, zincire yeni halka eklemektir. Eskiden, satın aldığınız şeyleri içine koymak için ücretsiz poşet verirlerdi. Vatandaş, aldığı poşetleri çöp torbası olarak kullanır, öylece sokağa atmazdı. Poşeti bile parayla satıyorlar artık.

Kardeşlerim, bunlar katalog mezhebindendir. Katalog mezhebi çok geniştir, her türlü ürünü kataloga dahil ederler. Çok üstlerine vazifeymiş gibi, katalogda elektronik eşya ve beyaz eşyaya yer verdiklerini de görebilirsiniz. Beyaz deyince aklıma geldi, Venezuela’dan peynir getirip satmışlıkları da oldu. Peynir ne ki, durmadan dışarıdan ürün ithal ederler. Pirinç, fasülye, nohut ve aklınıza ne gelirse... Sorsan, “yerli üreticiyi terbiye ediyoruz” derler.

“Bu kadar ithalat olur mu” eleştirisi aldıkları zaman, insanları, pirinç almaya Mısır’daki Dimyat yerine Midyat’a yönlendirirler. Vatandaş, “evdeki bulguru mu muhafaza edeyim, pirince mi gideyim” diye “Hayrettin’ler” içerisinde kalır. Halbuki, Midyat’ta pirinç yetişmez ve bulguru meşhurdur. Karaman’ın da bulguru meşhurdur. Hayrettir ki Karaman, bulgurun yüzde ellisini evde zorla tutmaktadır.

İnsan ayırmayı çok iyi bilirler. “Bîta’raf olan berta’raf olur” diyerek müşterilerini kutuplaştırırlar. Katalogda kampanyalı bir ürün gösterirler, ürünün markete geleceği gün insanlar kapıda kuyruk oluşturarak beklerler. Kapılar açılınca, hurra diyerek raflara hücum edilir. İçeri girince görülür ki, katalogdaki indirimli ürün ya rafta yok veya bir-iki adet olarak bulunuyor! Anlaşılır ki, o ürünleri personel kendine almış veya eşe dosta vermek üzere ayırmış.

Raf ihalelerini yandaş kişilere peşkeş çekerler ve onlara yıllarca sürecek bir satınalma ga’raf’tisi verirler. Kadroları tamamen kendilerine yakın olan insanlarla doldururlar. Gelini, işe girdikten bir hafta sonra müşavir olarak atanan pazara hakim bir “AVM” üyesinin haberi vardı geçenlerde. Radyo, televizyon ve internet dahil, hiçbir yayın organında aleyhlerinde bir haber bulamazsınız. Parasını verir ve reklamlarını her mecrada yayınlatırlar.

Market içinde her köşeye kamera yerleştirip müşterilerin her hareketini izlerler. “Daha geçen hafta bu ürünün fiyatı daha azdı, nasıl bu kadar çabuk ve çok zamlandı?” demeye kalkan müşteriye, “işine gelirse... beğenmiyorsan, başka markete git” derler, hemen sustururlar.

İtiba"raf"tan tasarruf olmaz diye market içini boy boy raflarla doldururlar. Market arabası olarak lüks araçları tercih ederler. Çakarlı, korumalı market arabalarını çıkışta toplayan görevliler, arabaları bir biri ardınca dizip konvoy yaparak içeri taşıdıklarında müşterilerin trafiği kilitlenir.

Memlekette hak hukuk bırakmayan, konuşan insanları ve gazetecileri hapislere tıkan, liyakat şartlarına bakmadan, yakınlarına ve iyi rüşvet verenlere ihaleleri, makamları ve maaşları paylaştırmak suretiyle bir neslin gelecek umutlarını karartan, hırsızlık, yolsuzluk ve yalan gibi kötü fiilleri sıradanlaştıran, lüks ve şatafat içerisinde görgüsüzce yaşamayı marifet bilen, ekonomi, eğitim ve sağlık gibi hayati alanlardaki hizmetleri felce uğratan, elektrik, doğalgaz ve akaryakıta zam yapmak suretiyle enflasyona topyekûn katkı sağlayan zincir marketleri kınıyorum. Bütün vatandaşlarımı, “Marketö” denilen örgüte karşı, pazar alanlarında toplanmaya davet ediyorum. Bir sonraki seçimde zincirleri kıralım. “Zincir”lerimizden başka kaybedecek neyimiz kaldı?

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/marketo_550599

Ye Kuşağım Ye, Ye, Yeee...

 

Ye kuşağım ye ye
Sefer Selvi karikatürü

Cumhurbaşkanımızın Dış İşleri Bakanımız tarafından karşılandığı ve iktidarın mini ortağı sayılan BBP genel başkanı ile toplantı imkanı bulduğu ABD gezisi çok konuşuldu.

Aslında ABD gezisi dediğimize bakmayın, BM toplantılarına katılmak üzere gidildiği için ABD erkanından kimsenin karşılamamış olması normal. Normal ama, gel de bu geziyi Viyana kuşatması gibi lanse eden medyanın seyircilerine anlat!

O toplantılara giden başka ülkelerin yöneticilerini de muhtemelen ev sahibi ülkeden kimse karşılamamış ve bu duruma kimse içerlememiştir. Mesele, bizim Cumhurbaşkanı’nın her adımından büyük muzafferiyet hikayeleri devşirmeye çalışanların çırpınışlarının komikliği.

Tabii, onca yol katedip, kalabalık bir heyetle oralara kadar gidilmişken, Biden bir nezaket gösterip görüşse iyi olurdu. Ziyaret öncesi görüşme isteklerine cevap da vermemiş ve konuyu muallakta bırakmış. Umut verip görüştürmemek de nedir? Biden aslında iyi ama çevresi kötü (şimdi hemen adamı kötüleyip kendisiyle papaz olmayalım). Bizimkilerin Biden’siz kalması hususunda Amerikalı yetkililerin bi’ densizliği olduğu kesin!

Hamdolsun, ülkemizin itibarı korundu yine de. Düzinelerce arabadan oluşan konvoyumuz, olanca ihtişamıyla New York caddelerinde arz-ı endam eyledi. Çaaak diye çaktılar çakarları, New Yorker’lar şaşırdı, ardından çaaak diye bir daha, n’ooluyoruz demelerine fırsat kalmadan bir daha çaktılar çakarları...

500 yıllık dış politikamızın dönüm noktası olarak bahsedilen Türkevi açılışı yapıldı. Rahmetli demokrat Süleyman Demirel ve Dış İşleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in girişimleri ile arsası alınan ve 1977-2013 yılları arasında hizmet veren bina yeniden inşa edilmiş. İnşa işlerini milli müteahhitlerimizden biri yapmış. Malum, müteahhitlerimiz garantisiz iş yapmayı sevmez, Türkevi için günlük kaç Türk garantisi verildiği sorusu akla gelmiyor değil...

Yurt dışında bu gelişmeler yaşanırken, yurt içinde kalacak yurt bulamayıp ev kiralamak isteyen ve kira fiyatlarını görüp isyan eden gençler seslerini duyurmak için “barınamıyoruz” hareketi başlattı. Parklarda bahçelerde oturdular ve pankartlar astılar. Genç, park, pankart kelimelerinin bir cümlede beraber bulunmasının altından darbe senaryosu çıkartan mahfillere yine iş çıktı. Halbuki ülkede öğrenci sayısı ve yurt sayısı belli. Kiralardaki arz-atalep dengesizliğine bir de enflasyon katkısını da ekleyince ortaya öğrencilerin veremeyeceği astronomik rakamlar çıkıyor. Enflasyonun hedefinin Erdoğan’ı devirmek olduğunu zaten biliyoruz. Enflasyon kelimesi içerisinde gizli bir “esnaf” kelimesinin konuşlandığını fark etmiş miydiniz? Fahiş fiyatların tek sebebi esnaf demek ki... Neyse, konudan sapmayalım.

Kimseye bir zararları olmadan parklarda oturan gençlerin bazılarına polis dağılma uyarısı yaptı. Gençlerin gidebilecekleri yurtları yok, Orhan Gencebay gibi içim üperdi, ya ev de yoksa? New York’lara yüz milyonlarca dolar harcamak tamam da, New Yurt’lara neden hiç yatırım yapılmıyor acaba?

Aslında, ülke semalarında seçim kokusu olmasa ve anketlerde düşen oy oranları görülmese, Z kuşağı denilen ve anarşik anarşik hareketleri olan gençlerin gözünün yaşına bakılır mıydı, bilmiyorum. Muhtemelen, barınma problemi yaşayan gençlere, Emniyet Teşkilatımız nezarethane kapılarını ardına kadar açardı. N’eylersin ki, o kuşağın oylarına ciddi ihtiyaçları var.

AKP Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş, muhalefet partilerini eleştirirken "kendileri de anket yaptırıyorlar. Bütün yapılan anketlerde onların 'Z kuşağı' dediği 18-30 yaş arasındaki gençlerde birinci parti Ak Parti’dir. Hem de açık ara Ak Parti’dir" ifadesini kullandı.

İlahi, Numan Bey... Kuşaklardan bahsederken, yakışıyor mu size, öyle George’ların, Hans’ların icat ettiği tabirleri kullanmak? Bu memlekete kuşak ismi lazımsa, onu da siz getirirsiniz, eminim. Şaaak diye bir kuşak çıkarırsınız, şaşırır millet, nedir bu “Vav” kuşağı diye... Sonra şakkadanak diye bir “He” kuşağı patlatırsınız, n'ooluyoruz demeden şakkadanak al sana bir “Lamelif kuşağı”, o da yetmezse bir “Ye” kuşağı... Bence, AKP gençliğini temsil edecek kuşak ismi, kesinlikle Arap alfabesinin son harfi olan “Ye”den almalı. Vav ve He kuşakları “yav, he he!” diyerek her sözünüzü kabul edebilir ama bu Ye kuşağı ancak "ye kuşağım ye, ye ye..." ninnisiyle uyur, haberiniz olsun...

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ye-kusagim-ye-ye-ye_550189

"Rafları sıkı ve düzgün tutalım..."

 

Rafları sıkı ve düzgün tutalım
Bülent Çelik Karikatürü

Türkiye’yi Üzmeyen İstatistikler Kurumu’nun düşük enflasyon ve işsizlik verileri ve büyük büyüme oranları ile çizdiği pembe tablolar maalesef aç karınların gurultusunu dindirmeye yetmiyor.

Her gün, farklı bir temel ihtiyaç maddesinin fiyatlarının ani yükselişine şahit oluyoruz. Bir bakıyorsunuz sıvıyağ fiyatları uçuşa geçmiş, evine beş kiloluk yağ alabilene, beşi bir yerde altın almış gibi gıpta ile bakılıyor. Başka bir gün tuvalet kâğıdı zıvanadan çıkıyor. Tavuk, normalde uçamayan kuşlardan, ama yumurta fiyatları bir anda kanatlanabiliyor. Kanat demişken, yaz dönemi başında uçuşa geçmiş olan tavuk kanat fiyatları, tavuk fiyatı normallerine yeni dönüyor. Tavan yapmış olan yumurta fiyatlarına “yumurta, van minüt!” çıkışını bekleyen vatandaşlar var. 

Araba ve ev fiyatları içinde milyonlu rakamlarla ifade edilenler var ve gün geçtikçe sayısı artıyor. Hem de altı sıfırı atılmış, yepisyeni Türk Lirası cinsinden bu fiyatlar. Arsa masrafı hesaba katılmadan, bina inşa etmenin metrekare birim maliyeti 1600 liranın üzerine çıkmış durumda. Evlerin satınalma değerleri yükseldikçe kiralar da bundan nasibini alıyor. 

Ağustos ve Eylül aylarında memur tayinleri sebebiyle yer değiştirme çok oluyor, üstüne, yüz yüze eğitime geçmiş üniversitelerde okumak için şehir değiştiren öğrencileri ve girişlere açık, fakat çıkışlara kapalı sınırlarımızdan geçen mültecileri de ekleyince İstanbul başta olmak üzere pek çok yerde kiralar çıldırdı. İnsanî şartlarda oturulabilecek bir daire kirası, bir asgarî ücrete denk duruma geldi. Evinin balkonunu 1+0 diye 2500 liraya kiraya vermek isteyen var, penceresi havalandırması olmayan 20 metrekare odaya 900 lira isteyen var...

Paramız da eski para değil ki, 2005 yılında, bir stajiyer, asgarî ücretle 10’dan fazla çeyrek altın alabiliyorken, bugün pek çok mühendisin maaşı 10 tane çeyrek altın alabilecek durumda değil. 

İş o hale geldi ki, havuz medyası bile pahalılıktan şikâyet etmeye başladı. Yanlış anlamayın, ekonomik gidişattan değil, sadece fiyatlardan. Bütün suçu market ve pazarcılara atıp ekonomi yömetimini aklama çabası yani. Yılın gazetecisi, yılın kitabı gibi ödülleri almanın şartlarından biri mi, bilmiyorum.

Cumhurbaşkanı Erdoğan “İnşallah enflasyonu en kısa sürede kontrol altına alarak raflardaki, tezgâhlardaki, etiketlerdeki fahiş fiyat artışlarının önüne geçeceğiz” dedi. Bir de, Türkiye, 2001 yılındaki krizin etkilerini hâlâ yaşıyormuş. Fesübhanallah, 20 sene boyunca tek başına yöneten ve ülkeyi uçurduğunu, ekonomiyi şahlandırdığını iddia eden iktidar, bu izleri silememiş. 

Bu haftaki Cuma hutbeleri yine iktidarın imdadına yetişti. Ticarette fahiş fiyatlardan dem vuruldu “Mü’min, karaborsacılık yapmaz, fırsatçı davranmaz. Fahiş fiyatlarla insanları mağdur etmez. Alış verişte fiyatları kızıştırmaz, başkasının pazarlığını bozmaz” dendi. Kamet sonrası ve tekbir öncesi imamın “rafları sıkı ve düzgün tutalım, Allah’ın rahmeti üzerinize olsun” diyeceğini sandım. 

İyi de, etiket ve raf fiyatı bir sonuçtur, o fiyatlara sebebiyet veren durumlar için Diyanet ve diğer devlet kurumlarının, yandaş basının bir diyeceği yok mu? Yanlış ekonomik politikalar sonucu paramızın değer kaybetmesi, her şeyi dışarıdan ithal ediyor olmamız, borç içerisinde yüzüyor olmamız bahse değmez mi? Bütün kabahat, en son etiketi vuran kişilerde mi? 

Tohumu, gübreyi ithal yoluyla alan çiftçi ne yapsın? Durmadan mazota, elektriğe ve suya zam geliyorken zararına mı satsın? Bir fiyatın fahişliği neye göre belirlenir? Üretici fiyat endeksi % 50’lere dayanmışken, artış oranının tüketiciye % 10-15 civarında yansıdığını iddia etmek makul mü? Aldığımız ürünlerin fiyatı 5 birim artarken, ücret ve maaşlarımız ise 1 birim artıyorsa fakirleşiyoruz demektir. Fakirleşmemize sebep olan verileri açıklayanların, hürriyet, hak ve adalet sistemini felç ederek yabancı yatırımcıları kaçıran ve paramızın değerini düşürenlerin raf fiyatlarında hiç payı yok, öyle mi? 

Ekonomik meselelerden bahsedeceklerse, Cuma hutbelerinde; kamu ihalelerini almak için rüşvet vermenin, bir birim maliyeti olan işi 10 birim fiyata ve milletin vergileri ile doldurduğu hazineyi 15-20 yıl boyunca astronomik kullanım garantileri sebebiyle ödemeye mahkûm etmenin, kamu kurumlarını çiftlik gibi kullanıp 8-10 farklı yerden ve çalışmadan maaş almanın, akraba ve taallükatını sorumlu olduğu kurum kadrolarına sınavsız şartsız doldurmanın, yetkili olduğu kuruma şahsî şirketleri veya akrabaları vasıtasıyla 15 liralık ürünü 1000 liraya satmanın, kısaca, torpilin, yalanın ve talanın hükmü hakkında bilgi verebilirler. Verirler mi dersiniz?

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/raflari-siki-ve-duzgun-tutalim_549791

Büyük Büyük Sayılar


Büyük Büyük Sayılar
İbrahim Özdabak karikatürü

 

Dünyevi işlerin yönetilebilmesi için ölçme ve değerlendirme önemlidir. İlgilenilen nesne veya olayın sayısı, şiddeti veya büyüklüğü sayılarla ifade edilir. Bir önceki dönemle veya benzer başka bir olayla karşılaştırılır ve yorumlanır.

Sayılar objektiftir ve genellikle yalan söylemez. Tabii; neyi, nasıl ölçtüğünüz ve kullandığınız birimler ölçüm sonuçlarını etkiler. Mesela, bir çukur ayna kullanıyorsanız, elde edeceğiniz görüntü, cismin aynaya olan uzaklığına göre uzayıp kısalabilir. Hatta, cisim düz durduğu halde tepetaklak olmuş bir görüntü bile oluşabilir. Gerçek cismi istediği yere konumlandıran bir gözlemci, işine geldiği zaman cismin, gelmediği zaman ise görüntünün ölçülerini kullanarak çok sayıda farklı büyüklük hikayesi çıkarabilir.

Mevcut iktidarın en çok sevdiği şeylerden biri, açıklama yaparken bolca sayı vermek. Olumlu bir gelişmeyi nazara vermek istediklerinde büyük ve küsuratlı rakamlar veriyorlar. Böyle olunca hem gerçeğe daha yakın duruyor hem de hesaplaması daha zor geldiği için yıldırıcı bir etkiye sahip oluyor. Adeta, “ortaya öyle bi’ rakam bırakam ki, akılları baştan alsın” diyorlar.

Mesela, 5 milyar ağaç diktiklerini iddia ediyorlar. İnanmayan, gitsin saysın diye de ekliyorlar. Ülkenin yüzölçümü belli, iktidarda kalınan süre belli... Bundan beş altı sene önce söylendiğini hatırlıyorum ama diyelim ki bu söz, bugün söylenmiş olsun. 19 yıllık iktidar süresini de 20 olarak yuvarlayalım. O kadar ağaç sayısına ulaşmak için günde ortalama 694 bin kadar ağaç dikilmiş olması lazım. Üstelik 814578 km2 alana sahip ülkemizde (değişmiş olabilir, denizlere yapılan dolgularla sürekli büyüyoruz) çölleri, kayalık alanları, binalarla kaplı yerleri, gölleri ve akarsuları da ağaç ekilebilir alan olarak kabul edersek, yaklaşık olarak 12 metreye bir ağaç dikilmiş olmalı. Bu kadar ağacımız olsa adımız Ormanlı Cumhuriyeti olurdu herhalde...

“Üçüncü ayın 15’inde tam 315 tesisin toplu açılışını yapıyoruz” gibi duyurular yapıyorlar, tesislerin adını bilen yok! Çok alay konusu olduktan sonra, liste yayınlamaya başladılar. Listede 50 yıl önce açılmış olan da,  üç beş yıl önce açılan da, hatta henüz ortada olmayan tesisler de bulunabiliyor.

Mültecilere 40 milyar dolar para harcadık diyorlar, harcama kalemlerini gösteren faturayı bugüne kadar gören olmadı. 128 milyar dolar rezervi erittiler. Gittikçe düşen rakamları her seferinde artırdıklarını söyleyerek ilan ettiler. Ekonomik küçülme yaşansa negatif büyüdük deyip işin içinden çıkıyorlar. İşyerleri iflas ediyor, işsizler her geçen gün artıyorken nasıl oluyorsa ekonomik büyüme kaydediyoruz. Son çeyrek büyüme oranımız %21.7 çıktı. Geçen seneye göre geliri bu oran ve üstünde artan vatandaşlar el kaldırabilir mi? Yok mu? En son hangi düğünde evlenen çifte düğün hediyesi olarak çeyrek altın taktığını hatırlayan var mı?

Saraylar yapıp odalarıyla övünüyorlar. İhtişamımız, itibarımız arttı diyorlar. Okul binalarını sayarak eğitime ne kadar önem verdiklerini anlatıyorlar ama okuduğunu anlamaktan aciz öğrencilerin nasıl yetiştirildiğinden bahsetmiyorlar. Devlet okulları kayıt alırken, gerekli belgeler listesine İBAN numaraları da ekliyor. Yeni açılan devasa hastane binalarını gösterip sağlık alanındaki gelişimimize işaret ediyorlar ama MHRS kullanarak bazı bölümlerden randevu almak için aylarca beklediğimizden hiç söz eden yok. Beklemeye tahammül edemiyorsan, yallah özel hastanelere!

Dünyanın en büyük adalet sarayı bizde, Avrupa’nın en geniş adliyesini inşa ediyoruz diyerek adalet sistemini geliştirmekle övünüyorlar. Adaletin artık merdiven altında olmadığının ispatı mı bilmiyorum, İstanbul Anadolu yakasındaki adliye binasında merdiven yokmuş. Adana adliyesini ise cam tavanlı yapmışlar, harareti ile meşhur Adana adliyesinde yaz aylarında sera etkisi altında çalışmak zorunda olan insanlara Allah sabırlar versin.

Adli yıl açılışı ile birlikte hizmete açılan yeni Yargıtay binalarının hayırlara vesile olmasını dileriz. Mafyaların cirit attığı, siyasileri maaşa bağladığı ve işadamlarının mallarında alenen “çöktüğü”, uyuşturucu tacirlerinin, hatırlı kişilerin tavassutuyla serbest bırakıldığı, kara paracı ve dolandırıcılara gazetecilerin aracılık ettiği, ortada bir mahkeme kararı olmaksızın fişleme dosyalarına istinaden işinden kovulmuş veya hapis cezası almış kişilerin haklarını almak için dava bile açamadığı, sesini duyurmak için sosyal medyadan başka hiçbir şansı kalmamış olan insanların olduğu bir ülkede, Hz. Ali’ye atfedilen “devletin dini adalettir” sözüne binaen, Allah devletimizi ADAİST* olmaktan korusun...

*: Adaist, “adalet istemeyen” ifadesinin kısaltmasıdır.

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/buyuk-buyuk-sayilar_549053

Şahlanan Ekonomi

 


Aylar öncesinden, Temmuz itibarıyla ekonomimizin şahlanacağı müjdesini İçişleri Bakanımız vermişti. Bugünlerde ekonomi ile ilgili demeç veren devlet erkânımızın özellikle “şahlanma” vurgusu yaptığı dikkatlerden kaçmıyor.

Ekonomi cenahındaki uzmanlar, baz etkisiyle bu dönemlerde büyüme rakamlarımızın ortalamadan yüksek çıkabileceğini söylüyor. Örnek verecek olursak; iki sene önce cebimizde 100 lira vardı diyelim ve geçen sene 40 liraya düşmüş olsun. Bu sene o 40 lirayı 60 liraya çıkardığımızda büyüme oranımız % 50 olacak, ama aslında paramız iki sene önceki noktadan hâlâ aşağıda olmaya devam edecek. İsteyen parasının azalmış olmasına üzülebilir, isteyen de bir buçuk katına çıkardık diye sevinir. 

Şahlanma rakamları henüz açıklanmadı, ama rakamların o fet ”baz” etkisini bilenler önden yetkililere haber vermiştir muhakkak. Onlar da önden, şahlanacağız müjdesi verip arkasından rakamlarla bu iddialarını destekleyecekler. Goebbels’vari yöntemler, bu iddiayı ne kadar çok tekrarlarlarsa o kadar başarılı olabileceklerini tavsiye ediyor olabilir.  

Son yıllarda, resmî olarak açıklanan güzel rakamlar nedense vatandaşın evine yansımıyor. Elektrik faturalarının Temmuz ayı şahlanışı, çarpmanın toplama üzerinde dağılma özelliğini ispat eder gibi oldu. Bayram tatili münasebetiyle 12 gün evde olmamamıza rağmen, Haziran döneminde ödediğimize yakın tutarda bir fatura geldi. Şahlanma etkisini bu ay daha iyi hissedeceğiz muhakkak. Marketlerde bırakın aylık ve haftalık zamları, günlük olarak fiyatı değişen ürünler bile var. Üretici enflasyonu yüzde 40 üzerinde çıkmış, ama tüketiciye bu maliyet % 18 olarak yansımış, yemek isteyenlere afiyet olsun.

2015 yılında, jölesiyle meşhur bir iktidar muhibbi şöyle demişti: “Türkiye Başkanlık Sistemine geçince neyiniz varsa tam olarak en az 3’e katlanacak” Sade vatandaş olarak, bence 3 yeter. Daha fazla katlanabileceğimizi zannetmiyorum. Bir ipi 3 kere ortasından katlarsanız başlangıçtaki uzunluğunun sekizde birine iner çünkü. 

Göz yaşartan bir fedakârlık!

Diyeceksiniz ki, ülkede artarak üç katına çıkan şeyler yok mu? Olmaz olur mu? Meselâ mensuplarına yapılan düşük maaş zammını savunmak için “Önemli olan sadece maddî kazanım değildir” diyen sendika yöneticisinin maaşı 32 bin liranın üstündeymiş. Kızılay başkanına iki yılda iki buçuk milyon lira huzur hakkı ödenmiş diyorlar. Ayrıyeten sayın başkan beyin maaşının 27 asgarî ücrete tekabül ettiği haberleri var. Siz de, “ferdî” olarak “Bilsen uzaklarda kimler ağlıyor, gülemem sevgili dostum, bunlar bütün maaşları kendine bağlıyor. Huzurum hakmadı, fani dünyada... ” diye şarkı söyleyip kendi huzurunuz hakkında derin bir tefekküre dalabilirsiniz. Keza, dolar da bırakın üçü, beşe katlandı. 

Bütün bu şahlanma ve üçe katlanma hikâyelerine rağmen ne yapmıyoruz, şımarmıyoruz... Her şey fevkalâdenin fevkınde seyretse bile tedbiri elden bırakmıyoruz. Bakınız, tasarruf tedbirlerine gidildiğini açıklayan Cumhurbaşkanlığı genelgesi yayınlandı. Her işlerini Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla yaptıklarını iddia eden bir partiye mensup 8 bin nüfuslu bir beldenin belediye başkanı, satın aldıkları 600 bin TL’lik makam aracını o tasarruf tedbirleri kapsamında aldıklarını söylemiş ve “Gidip Şahin alacak halimiz yok ya. Ben gidip 1 buçuk milyona sıfır Audi marka araç da alabilirdim.” demiş. Cidden göz yaşartan bir fedakârlık. Sayın başkan, sen alma mazlumun Şahin’i, yokuşta çıkar aheste aheste... Şahsen, bu kadar şahlanmış ekonomide Şahin almana gönlümüz razı olmaz. Bütün başkanlar gibi sana da Audi yakışır, parası ne ise biz aramızda toplayıp verelim gerekirse... İtibarda tasarruf olur mu, Allah’ını seversen? 

Nereden, nereye... Daha önce hatırlarsanız yine bir belediye başkanı, lüks ve pahalı bir makam aracı satın alımı ile ilgili “Herkes Audi’yle gelsin, ben Passat mı çekeyim yanlarına” demişti. Bahsettiği Audi marka makam aracının fiyatı o günlerde 635 bin lira tutuyordu. Bugünkü parayla 600 bin liralık araba savunması yaparken Şahin kullanılıyor. Varın, ne kadar şahlandığımızı siz hesaplayın...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/sahlanan-ekonomi_548673

La Fon'dan Masallar

 

La Fon'dan Masallar

Bir varlık, bir yokluk, itibara gitmiş çokluk, saraya kavuşmuş Okluk...

Evvel zaman içinde, kalburüstü olduğu söylenen ekonomiye rağmen ithal edilen saman içinde... Bir pire, bir pireye “bre pire, gel beraber bir berber dükkânı açalım” demiş iken, KDV’ler TL iken, bu masalı ileride okuyacak olan torunların dedelerinin zamanında verilmiş olan müteahhit garantileri dolarla tıngır mıngır ödenmeye başlanmış iken...

Uzak mı uzak diyarların birinde, kendilerini dev aynasında gören bir ülke varmış. Durumlarının fevkalâde iyi olduğuna inanmışlar ya bir kere, zengin ülkelerin yaptığı gibi bir “varlık fonu” kurmaya karar vermişler. Ancak, gelişmiş ülkelerdeki gibi cari fazlası veren bir ticaretleri ve üretimleri olmadığı için, komşuları olan BİMbir gece masallarından, adı “La Fon” olan çakma bir fon temin etmişler.

Böylece La Fon’dan masallar devri başlamış. Vatandaşlara “öyle zenginsiniz ki, buzdolabı olmayan ev yok” diyorlarmış. Buzdolabının görünmeyen kısmı olan kapağının içindense hiç bahsetmiyorlarmış. Bir ara, dolabın içini doldurmak isteyen vatandaşlar için tanzim çadırları kurmuşlar. Haliyle, çadırların önünde uzun kuyruklar oluşmuş. Kuyruğa girmiş insanların görüntüsü karizmalarını bozmasın diye ona da varlık kuyruğu demişler.

Ülkede bir felâket yaşanmışsa, yardım bekleyen mağdurlara izbandut gibi “İBANdut” fırlatmışlar. Devletin o işler için kullanılan fonunda para mı yok diye soranlara hain, terörist etiketi yapıştırmışlar. “Sırası mı şimdi, birlik olma zamanıdır, siz size yetersiniz” deyip çıkmışlar aradan.

Sıva selleriyle her tarafa beton çalınır, çamlı ormanlar bölük bölük bölünürmüş. İstisnalarla imar planları delinir, Kiramen-Kâtibin’den hallerini böyle yazmaları istenirmiş. Dört bir yanı betona bulanmış bu ülkede cemre düşmezmiş. İkinci emre kadar taş düşermiş. Meselâ damadı eleştiren yurttaşların başına damat kadar taş düşer ve bir sonraki eleştiriye kadar düşmeye devam edermiş. Başlarına küçük taşların düşmesini isteyen kişilerin küçük şeyleri eleştirmesi gerekirmiş. 

Emir ve buyruklar, davul zurna eşliğinde, “med-yal”lar denilen tellâllar vasıtasıyla halka iletiliyormuş. Makbul bir Med-yal, aka aka dolmuş bir havuzdan sınırsızca yararlanırmış. Kabul görmeyenleri ise resmî ilânattan mahrum bırakılırmış. Habercileri kontrol eden RTEÜK (Reisin Tellâlları Üst Kurumu) namındaki kurum, hoşlanmadığı herkese bol bol ceza yazarmış.

RTEÜK, kaynaklarını kuruttuğu habercilerin ayakta kalabilmek için dışarıdan fon bulduklarını öğrenince küplere binmiş. Bunu da bahane eden yöneticiler, yalan haberlerle mücadele etmek adına bir kanun çıkarmaya koyulmuşlar. Kanunun adı “tez enformasyon kanunu” olacakmış. Yalan haberlere beş yıla kadar zindan cezası verilecek olan kanunun sloganı “kaynağı tek enformasyon, tez enformasyon, yok olsun dezenformasyon” şeklinde olacakmış.  

Halkın kafası karışmış tabiî, bir haberin kime göre, neye göre yalan olduğuna nasıl hükmedilecekmiş? Verileri tekelinde bir silâh gibi tutan devlet, “veri tabanı’casını” kullanarak, bizzat kendisi “veri TÜİKasti” yapıyormuş çünkü. İşsiz sayısı artarken işsizlik oranının düştüğü açıklanıyor, bütün fiyatlar katlanırken enflasyonun düştüğü ilân ediliyormuş. Hasta sayıları gizleniyor, afetlerde ölü sayıları az gösteriliyormuş. Hele, deprem şiddetini olduğundan düşük göstermenin mantığını kavramak zormuş. Yıllar boyu, Allah’ın her günü, emekliye zam müjdesini manşetten veren gazeteye kimse “bu neyin zammı, hani nerede?” diye sormuyormuş. 

Bütün dünya ülkelerinin vatandaşlarına bedava sağladığı bir hizmet için, milletin gözünün içine baka baka, “falanca ülkede 100 euro alıyorlar, biz parasız veriyoruz” diyen devlet görevlisine bu kanun uygulanacak mıymış? Ya da, aralarında sadece bir kaç gün geçen “uçağımız hiç yok”, “uçağımız var, ama bozuk” ve “komşulara istedikleri kadar uçak verebiliriz” gibi birbiri ile çelişen cümleleri kuranlara ne denecekmiş? Etkili dış polika sonucunda bölgede nüfuzunun arttığı söylenirken ülke nüfusunun göçlerle arttığını gören vatandaş, kimi kime şikâyet edecekmiş? Yine, bir kaç gün arayla verilen “göç yoktur”, “göç vardır, ama düzensiz değildir”, “duvar inşa edeceğiz, kimse giremez”, “kapıları açmayıp ne yapacaktık?” ve “o kadar da göç olmadı, yalan söylemeyin, şu kadar kayıtlı ve bu kadar da kayıt dışı göçmen geldi” açıklamalarının hangi birine inanacakmış? “Kayıt dışı verileri nereden biliyorsun, rakamı verebiliyorsan kaydetmişsin demektir...” demek isteyenler varmış, ama diyemiyorlarmış. 

Nasıl bitiriyorduk, tamam: Gökten “göç alma” düşmüş...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/la-fon-dan-masallar_548309

Barajın Altında Kalanlar

 

Barajın Altında Kalanlar

Bir zamanlar cumhurbaşkanlığı seçimi için çatı aday çıkaran tarafta iken, 7 Haziran 2015 seçimi sonrası yön değiştiren Bahçeli, akabinde ülke yönetimi konusundaki fiili duruma kanuni bir boyut kazandırmak için Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen ve dünya üzerinde eşi bulunmayan sistemin Meclis’e getirilmesine ve referanduma gitmesine önayak olmuştu.

O günlerde “Fiilde Çatı” başlıklı bir yazıda şöyle demişiz: “Vaktiyle çatı adayı çıkarmış ve bugünkü fiili durumdan rahatsız olup hukukileşmesi gerektiğini savunan biri fiilde çatıya dikkat ederek hareket etmelidir. Kısaca fiilin ‘geçişlilik’ derecesini öğrenmeli, başka durumlara geçiş için kullanılmayacağından emin olmalıdır. Nesne alıp almadığına dikkat etmelidir. Kendisinin etken mi yoksa edilgen mi kalacağını görebilmeli, atacağı bütün adımların kendilerine dönüşlü bir etkisi olacağını bilmelidir. Çatı önemlidir…”

Erken seçim talebinden mahkûm affına kadar pek çok konuda istediği şeyi yaptıran Bahçeli’nin etken fiiller kullandığına ve iktidardan kendisine dönüşlü fiilleri tercih ettiğine bakılırsa fiilde çatı meselesinden şu ana kadar kârlı çıktığını söyleyebiliriz. Yakın zamanlarda üniversite sınavlarının kaldırılmasını istedi. Çok geçmeden YKS sonuçları açıklandı ve sınava giren adaylardan %32’sinin barajı geçemediği ortaya çıktı. Neredeyse, her üç adaydan biri barajı geçemedi! Sayın Bahçeli, yine fiili duruma hukukî bir hüviyet kazandırmak için baraj puanlarının düşürülmesini istedi. Jet hızıyla hazırlanan teklif Cumhurbaşkanı’na sunuldu ve kabul edildi.

Bu hamlesiyle iktidar, daha çok gencimizin yüksek tahsil yapmasına vesile olmak istiyor gibi. Neden istemesin? Lise gibi ilçelerde bile kurulan üniversitelerin kontenjanları dolmuş olacak, yerleşen gençler okul kazanmanın keyfiyle başka şeylere kafa yormayacak, gelecekle ilgili endişelerini okul bitimine kadar erteleyecek ve bu süre içerisinde işsiz de sayılmayacaklar. Gittikçe yaklaştığını hissettiğimiz seçim öncesi gençlerin memnun edilmesi önemli tabii... Daha çok öğrenciyi şehirlerinde gören esnaf da bayram edecek, daha ne olsun!

Bir sonraki aşamada, barajı geçebilmek için adayların ittifaklarına da yeşil ışık yakacaklar mı acaba? Kurbanda danaya girer gibi yedi kişinin bir diplomaya ortak olduğunu düşünsenize... Ya da çoklu baro sistemi gibi çoklu sınav merkezi sistemine geçilir mi? Bu soruları bize sorduran, iktidarın başka konularda müşahade ettiğimiz problem çözme metotlarıdır.

Öncelikle, hiçbir konuda iktidar mesul değildir. Ortada bir aksaklık varsa ve atılabiliyorsa suç dış mihraklara atılır. Olmadı, dış mihrakların içerideki uzantıları da iş görür. En kötü ihtimalle takdir-i ilahi eseri bir şeyler olmuştur ve kimsenin yapabileceği bir şey yoktur denilir. Bununla birlikte, o problemi çözme konusunda dünyaya örnek oldukları anlatılır.

Orman yangınları ilk çıktığında hemen Yunanistan’ı ve içerideki işbirlikçilerini işaret ettiler. Eksik ve ihmalleri soran kişileri ihanetle ve yakanlarla aynı tarafta bulunmakla suçladılar. Afet üzerinden siyaset yapmakla suçlayıp birlik ve beraberliğe çağırdılar ama bütün dünyanın bizi konuştuğunu söyleyerek ve olmayan uçaklarımızı komşulara göndermek isteyerek siyasi şovlara devam ettiler.

Düşünüyorum da, Çernobil faciası AKP iktiarı döneminde ve Türkiye’de yaşanmış olsaydı... Önce inkar ve örtbas teşebbüsleri gelirdi. Sesini, kokusunu, dumanını ve radyasyonunu yedi düvel duyup rezil olunca, hemen bizi kıskanan bir ülkenin parmağı sorgulanırdı. Bir sonraki adımda da destansı kurtarma çalışmalarından bahsedilirdi. Konuya yabancı vatandaşlarımız için Çernobel Ödülü aldığımızı söyleyen troller bile çıkardı. Şöyle bir türkü bile yakılırdı meselâ:

"Nükleerlerinde sezyum bulunur
Çernobellerinde ödül alınır
Reaktörde atomlar bölük bölük bölünür
Katip arzuhalim yaz millete böyle

Kul olayım ihaleyi alacak ellere
Katip yaz şartnameyi böyle
Kullanım garantileri düzeyim şirin müteahhitlere
Katip yaz şartnameyi böyle”

Üniversite sınavı sonuçlarındaki başarısızlığın da sorumlusu iktidar değildir, kısa aralıklarla sil baştan yenilenen eğitim sistemi değildir, kendi dilinde okuduğunu anlamakta zorlanan öğrenciler değildir, lise müfredatına uygun soru sormayan sınav sistemi değildir, peki kimdir? Tabii ki barajlar! O hain barajlar indirilerek Merkel’e “üfff” dedirten sayıda üniversite öğrencisi yakalamışız, daha büyük başarı var mı?

Öğrencilerin bile dert etmediği sınavlardaki barajları düşürenler, acaba Karadeniz bölgemizin sular ve seller altında kalmasında önemli bir sebep olan barajlar, dere kenarlarına verilen imar izinleri, turistik tesisler için kesilen ağaçlar, maden aramak için katledilen tabiat hakkında ne düşünüyor?

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/barajin-altinda-kalanlar_547895

Çayerlok Makinesi

 

Çayerlok Makinesi
 
 
Değerli kardeşlerim, bir haftayı aşkın bir süredir gündemimizi meşgul eden orman yangınlarından bahsetmek istiyorum. Birileri, her konuda olduğu gibi, bizi suçlamaya, sorumluluğu bize yıkmaya başladı.

Öncelikle, bu yangınların ortaya çıkmasında en büyük sorumluluk sahibi olan kurum Meteoroloji Genel Müdürlüğü’dür! Henüz ortada yangın falan yokken ne dediler, kuru ve sıcak hava gelecek dediler, yangın tehlikesinden bahsettiler. Nereden biliyorlardı acaba? Bunların işi hep havayla ya, Hans ile George mu üfledi bunların kulağına? 

Ülkemiz, artık önüne gelenin hava atacağı bir yer değildir, böyle biline... 

Hadi, bir şekilde çıktı diyelim. Söndürme sorumluluğu kimde, belediyelerde! Belediye deyip geçmeyin, her işe koşardı bizim zamanımızda. Kendi aranızda şakalaşırken “bana bak” diyen arkadaşınıza “sana belediye baksın” diyorsunuz ya meselâ, o şaka değil ve onu biz yaptık! ABD’de yüksek lisans yapan bir hanım kızımızın uçak masrafı dahil, her şeyini biz karşıladık, İBB bursu ile 155 bin dolar ve 59 bin lira para verdik. Paraları su gibi saçan belediyeden, yangın için su bile serpemeyen belediyelere... Nerdeeen nereye!

Yangınların çıkışında da söndürülmesinde de sorumluluğumuz olmadığı halde, kulağımızın üstüne yatmadık, hamdolsun. Canla başla çalıştık. Bizim alanımız ekonomi, biliyorsunuz. Bu yangın işleri de ekonomi yönetimine benzer zaten. Ya da, bizim ekonomimiz yangına benziyordur, her neyse... Kuru sıcak, döviz kuru gibidir. Aniden yükseldi mi, tehlike çanları çalıyor demektir. Nem, adı üstünde, nemaya benzer. Enflasyon dediğimiz şey de enflamasyon, yani alev-yangı... Nem sebeptir, enflamasyon sonuç. Suyun eski adı neydi, ab, yani kriz alevlerini söndürmekte kullandığımız AB likit fonları gibi. Beyaz et, kırmızı et, etler arasından gelir. Yarım porsiyon kanat az ya, geri kalanı Cuma namazından sonra gelir. Kimin ne geliri gideri varsa, hepsinin zararını karşılayacağız. Yangınları da ekonomiyi yönetir gibi kontrol ettik, bütün dünya bizi konuşuyor şu anda. Duydum ki bazı ülkeler, “keşke biz de yansak da, Türkiye bize yardıma gelse” diyormuş.  

Bütün bu çabalarımızı görmeyenler, “#HelpTurkey” diye bir tag açmışlar. Yahu, el insaf! Bizim yardıma ihtiyacımız mı var? “Help ordaysa, arşın buradadır” diye bir atasözümüz var, biliyorsunuz. Onu diyen arkadaşların boyunun ölçüsünü almak için buradaki arşını kullandık, bakalım bir daha böyle bir şeye kalkışabilecekler mi?

Afet bölgelerini ziyaret ederken vatandaşa çay verdik, yine birilerinin zoruna gitti. Neymiş, yangın, sel deprem ve  bunlar gibi her afet sonrası çay dağıtılır mıymış! Yahu, çay sıcaklarda harareti alır, soğukta da adamın içini ısıtır. Bunu nasıl yapıyor derseniz, sadece ehliyet sınavlarında çıktığı için bildiğimiz ve motoru kışlık mod ve yazlık modda çalıştırmaya yarayan jikle vardır ya? Eskiden kolu vardı, elle çevrilirdi. Artık yeni motorlar, ortam sıcaklığına göre kendini otomatik ayarlıyor. Çayda da onun gibi bir şey var her halde. 

Çayın içinde bulunan etkin maddesi nedir, tein. Profesyonelce dağıtılan çay pro-tein desteği sağlar. Açlık şikâyeti ile gelen kişiye, şikâyetinde abartı olup olmadığına bakmaksızın, keyif çayı içmesini önermemizin sebebi budur. Hiç olmazsa protein alsın, fena mı olur...

Askerlik yaparken bir arkadaşımız elini yakmıştı, revire gittiğinde ona Fito krem verdiler. Başka bir arkadaş ayağındaki mantar için gittiğinde ona da Fito krem yazdılar. Kesik sebebiyle ayağı kanayan asker de Fito kremden nasibini aldı. Sonra, parmak kemiği kırılan arkadaşımıza bilin bakalım hangi ilâç verildi? Evet, Allah’ın bir lütfuna dönüşen Fito! Bir krem, bu kadar farklı derde deva olabiliyor da çay neden olmasın? 

İhtiyaç duyan bütün vatandaşlarımızın istifade edebilmesi için bir çayerlok makinesi yapılsa iyi olur. Bu makine otobüslerin üstüne monte edilecek ve dağıtım noktasına gelince otomatik olarak dağıtım yapacak. 

Tabiî ki, şu anons eşliğinde çalışacak: “Afetzedelerin dikkatine, çayerlok makinesi ayağınıza geldi... Deprem, sel, yangın, eve ekmek götürememe problemlerinizin kenarına çayerlok yapılır. Otobüs üstünden atılır, hemen adrese teslim edilir!”

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/cayerlok-makinesi_547532

ÜçAk Meselesi

 

Üçak meselesi
Yiğit Özgür Karikatürü

Koronavirüs tedbirlerinde gevşetme, ekonomide Almanya ve Fransa’yı kıskandıracak şahlanma, bayram, yurdun bir kısmında sel felâketleri, Afgan mülteciler, tekrar keskin bir yükselişe geçen virüs vak’aları, kavurucu sıcaklar ve orman yangınları gibi yoğun gündemi olan bir Temmuz ayı geçirdik.

Ciğerlerimizi yakan, ormanlarımızın yanması en sıcak konu. İtalya, İspanya ve Yunanistan başta olmak üzere, sıcak ve kuru havanın etkisiyle Avrupa’nın güneyi büyük yangınlarla boğuşuyor. Muhtemelen aynı coğrafya ve benzer iklim şartlarına sahip ülkeler olarak bizim nasibimiz de aynı. Eş zamanlı gerçekleşen devasa büyüklükteki yangınlarla mücadele etmek zor bir iş. Küresel iklim değşikliklerini ve hava durumunu iyi takip edip tedbirlerini ona göre alanlar, bu felâketle daha iyi başa çıkabiliyorlar. 

Hazırlıklarını yapmayan veya müdahale ederken ihmalleri ortaya çıkanlar için en konforlu yol, meseleyi bir düşman üzerine yıkıp ortadan sıyrılmak her halde. Olayın hemen başındayken ve ortada somut bir delil yokken bu işi yapabilecek tıynete ve geçmişe sahip birilerini işaret ederseniz, taraftarlarınızı konsolide ettiğiniz gibi eksikliklerinizin konuşulmasını da önlersiniz. Resmî beyan olarak ifade edilmese de, Cuma vaazlarında ve yandaş trol hesaplarda aynı şeyin söylenmesi yeterlidir. 

Meselâ, iktidara yakın isimlerden biri, “Yangınları Yunanistan’ın talimatıyla PKK yakıyor. Bunu MİT ‘çok gizli’ damgalı raporuyla CB’na bildirdi” diye tweet attı. MİT damgalı böyle bir rapor varsa ve gazeteci böyle rahat açıklayabiliyorsa çok da gizli olmasa gerek. Ayrıca, bu sözde sanki aldığı raporun gereğini yerine getirmeyen bir CB iması var gibi, yalakalık yapayım derken kendi başını yakacak bu gidişle. 

Tabiî ki, sabotaj dahil her ihtimal titizlikle değerlendirilmeli ve varsa failler bulunup hak ettikleri ceza verilmeli. Bu durum ihmallerin ve eksikliklerin konuşulmasına engel olmamalı. En çok eleştirilen husus, THK bünyesindeki uçakları kullanmak yerine Rus uçaklarının kiralanması ve bu uçakların sadece üç tane olması. THK uçaklarının kullanılamayacak seviyede olduğu söylenmişti geçen yıl. “Uçak bulacağım demedim, ‘üçAk’ bulacağım dedim” deseler yeridir.

Gerçekten THK uçakları bozuksa, 20 yılı aşkın süredir iktidarda olanlar bu uçakların bakımını neden yaptırmadılar acaba? Bakımla düzelemeyecek durumdaysa, yerlerine yeni uçaklar alınamaz mıydı? Bunlardan biri yapılabilse, dışarıdan 3 uçak kiralamak gibi pahalı ve yetersiz bir tercihten daha iyi olmayacak mıydı? 

Eleştirileri cevaplarken, “uzay aracı gerekirse onu da alacağız” dedi bakar gibi olan. Bakan diyecektim, ama neredeyse bütün işlerini Cumhurbaşkanından talimat alarak yaptığını kendisi söylüyor. Her işi yaptıran bizzat cumhurbaşkanı ise, kendisi de muhtemelen bakan değil, bakar gibi yapan biridir. Acaba herhangi bir iş konusunda, cumhurbaşkanının bir bakana talimat göndermesi için yeterli ve gerekli şartlar nelerdir? En az kaç newton.metre veya joule’lük iş bir talimat gerektiriyor? Fizikte iş, bir kuvvetin bir cisime kat ettirdiği yol olarak tarif edilir ve iş=kuvvet x yol formülüyle hesaplanır. “Adamlar yol yabdı” cümlesinden yola çıkarsak yol cepte. Değişken olan kuvvet olmalı, bu durumda. 

Cumhurbaşkanı, her bakana görev tanımlarını verip, bunların gereğini yerine getirin talimatı verse daha kolay olmaz mıydı? Öbür türlü, Cumhurbaşkanı talimat vermeyi unutsa, veya memleket meselelerinin çokluğununun verdiği yorgunlukla uyuyakalsa meselâ, bakanlar, yetki ve sorumluluklarındaki işleri yapmayacaklar mıdır? 

Keşke, ziyaretlerine “Cumhurbaşkanımızın talimatıyla” ifadesini iliştirmek yerine “cumhurbaşkanımızın tahsisatıyla” diyerek, yangın söndürme çalışmaları için gerekli sayıda uçak tahsis edebilselerdi... Kıbrıs’a giderken bile sekiz ayrı uçak kullanan, Cumhurbaşkanlığına ait iki haneli sayılarda uçak bulunduğu söylenen, ki bir tanesi, üretildiği ülke olan ABD’de devlet başkanında bile olmayan lüks bir uçak, yerli uçağı her seçim öncesi göklere çıkabilecek seviyede olan, uçan arabalar konusunda iddialı konuşmalar yapan ülkemizde böyle bir tahsisatı yapmak çok zor olmasa gerek...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ucak-meselesi_547193

Beyinler Göçü

Beyinler Göçü

 

Değerli kardeşlerim, 

Geçen gün bir haber gördüm, Belçika’da Laurent Simons adındaki 11 yaşında bir çocuk, Anvers Üniversitesi’nin 3 yıllık fizik bölümünü bir yılda ve en iyi dereceyle bitirmiş. İleride ne yapmak istediğini sormuş olmalılar ki cevaben “Hedefim ölümsüzlük. Vücutta mümkün olduğunca fazla sayıda parçayı mekanik parçalarla değiştirmek istiyorum. Bunun için bir yol hazırladım. Bulmacanın ilk parçası kuantum fiziği” demiş. 

Öncelikle, gayretleri için kendisini ve ailesini takdir ediyoruz. Bakıyorum, ülkemizin eğitim sistemini eleştirmek isteyen mahfiller hemen harekete geçmiş, buradan bize saldırıyor. Bizim ülkemizde neden böyle çocuklar yetişmiyormuş, bu kadar yetenekli çocuk bizde olsa harcanırmış falan... 

Hamdolsun, eğitim sistemimiz o kadar iyi seviyede ki, Laurent gibi binlerce çocuk var bizde, sayısı çok fazla olunca, haber konusu olmaktan çıkıyor, bizim için vak’a-yı âdiye yani. Şimdi diyeceksiniz ki, neden duymuyoruz, hani neredeler? Pek tabi, aileleri çocuklara nazar değsin istemedikleri için gizli tutuyorlar, biz de kendilerine saygı duyuyor ve açıklamıyoruz. Boğaziçi Üniversitesini 6 ayda komple bitiren biri var mesela, arayan Bulu’r...

Şimdi, bu kadar övülen Laurent ne yapmış, 10 yaşında üniversiteye girmiş. Yetenekli çocuklarımız için aynısını yapalım desek, yetenekli olup olmadıklarını anlayacak yetenekte bir kadro lâzım bize. O işi yapması beklenen insanlar maalesef eski Türkiye şartlarında eğitim gördüler. “Yahu, parasıyla değil mi, dışarıdan uzman getirsenize!” dediğinizi duyar gibiyim. Yurtdışından gelecek kişiler tahkim sigortası görmek ister, dahi çocuk sayısının garanti edilmesini ister... Neyse, olmadı bizim Alicengiz şirketi ile görüşürüz bu mevzuyu, bir şekilde çözerler. 

Diyelim, dahi çocukları tesbit edip onlara sınıf atlatmaya başladık, bakanı, milletvekili, valisi, kaymakamı sıraya girip, “bizim oğlan da çok zeki, bilgisayarda oynayamadığı oyun yok”, “iki yaşında tableti çözdü, benden iyi kullanıyor” deyip çocuklarına iltimas geçilmesini istemeyecek mi? Müsteşarlar, hâkimler ve savcılar bahsetmiyorum bile. Sadece kendi çocukları için isteseler yine iyi, yeğenleri, kuzenleri ve komşuları için de “sınıf atlatılacak üstün zekâlı” belgesi almaya kalkarlar... 

Sınıf atlatılan çocuklar çok mutlu olacak mı sanıyorsunuz? Atlatıldıkları sınıftaki diğer çocuklar yaş ve beden olarak daha büyük olacağından, yeni çocuklarla dalga geçip onları dövmeye kalkarlar, al başına belâyı! Hatırlarsınız, Atakan diye bir çocuk çıkmıştı haberlere, felsefe kitaplarını okumuş yorum yapıyordu. Ne oldu, kameraların odağı haline gelip eleştiri yağmuruna tutulunca devamı gelmedi... Yok kardeşim, kimseye haksızlık olmasın diye bütün çocuklarımızı aynı tornadan geçirmeye devam edeceğiz, kimse kusura bakmasın...

Meşhur Laurent’in okuduğu üniversite aklıma takıldı, adı Anvers. İngilizce “answers” kelimesi cevaplar demek. Dünyaya hava atmak için cevapları bu çocuğa önceden sınav sorularının cevaplarını vermiş olmasınlar? Biz, Belçikalıların ciğerini biliriz, ciğerini! Ne belli çakallık yapmadıkları?

Şükürler olsun ki, bizim kendi çocuklarımıza olan inancımız tamdır. Cumhurbaşkanı yardımcımız “Uçan araçlarda dünya liderliğine oynayan bir Türkiye olacak” sözleri ile bunu ifade ederken, Teknoloji ve Sanayi bakanımız da boş durmadı ve “Türkiye kendine inanmış, ufku samanyolu galaksisi kadar geniş, çalışkan gençleriyle uçan arabalarda da dünya liderliğine oynayacak. Nasıl ki insansız hava araçlarındaki başarımız şu anda bütün dünyanın dilindeyse, bütün yenilikçi alanlarda da gençlerimizle birlikte iddiamızı ispatlayacak başarı hikâyelerini yazacağız. Ufku samandan öteye geçemeyen muhalefet inansa da inanmasa da biz bu başarı hikâyelerini yazacağız. Bizim potansiyelimiz bunları yapmaya kadir, çünkü biz gençlerimize güveniyoruz” diyerek kendisini destekledi. 

Eskiden, dışarıya doğru beyin göçü verirdik. Yetişmiş insanlarımız yurtdışına kaçardı. Şimdi bakıyoruz, sanal çiftliklerden tavuk, inek kiralatan, yumurtayı boyayıp millete 10 katına satan ve tosuncuk ismiyle bilinen dahi çocuk, kendi isteğiyle ülkemize geri geldi. Gümrükten bir liraya aldığı su yumuşatma cihazını, köylülere “benzin tasarruf cihazı” diyerek 72 liraya satan ticaret dehası vatandaş dahi yurtdışında yakalanmış, ama ilk fırsatta memleketine dönmek istiyor. 

Böyle yetenekli çocuklar bizde olduktan sonra, şimdiye kadar uçak yapmamış olsak da, araba üretmemiş olsak da, uçan araba konusunda dünya lideri olacağız. Çatlasanız da olacağız, patlasanız da olacağız, böyle biline...

Link: Beyinler göçü - YENİ ASYA (yeniasya.com.tr)

Sosyal Medyafe

 

Sosyal Medyafe
Sosyal Medyafe
Sosyal medya araçları gündelik hayatımızın vazgeçilmez bir parçası oldu neredeyse. Nerelere gittiğimiz ve neler yaptığımız bilgilerini belgeleriyle paylaşıyoruz. Beğendiğimiz filmleri, kitapları, müzikleri takipçilerimizin bilgisine sunuyoruz. Tuttuğumuz takımı, desteklediğimiz politik görüşü, içinde bulunduğumuz halet-i ruhiyeyi ortalığa seriyoruz. Orhan Veli bugünü görse, “Neler paylaşmadık şu sosyal medyada; kimimiz birilerini/birşeyleri övdük, kimimiz nutuk söyledik” derdi herhalde…

Kullanıcı açısından bakılırsa; hür bir biçimde kendini ifade etme aracı, sesini geniş kesimlere duyurma fırsatı, ego tatmini, dünyadan haber alma vesilesi, tanıdık-tanımadık başka insanların hayatlarını kurcalamak için bir tecessüs aparatı, ilginç bilgiler için bir kaynak gibi çeşitli maksatlar için kullanılabilir. Reklam ve satış gibi faaliyetlerden maddî kazanç sağlayanlar bile var.

Belli bazı etik kurallar konulsa bile, nihayetinde, kuralların belirlenmesi ve nasıl işletileceğinin kararı platform sahiplerinin insafına kalmış. Tabiî ki, ticarî birer müessese oldukları için belli ahlâkî dengeleri ticarî kaygılarla gözetmek durumundalar. Ancak çok objektif olmamaları durumunda kullanıcıların yapabileceği bir şey yok. “Beğenmiyorsan kullanma, kimse seni zorlamıyor” derler adama.

Politik görüşünü desteklemedikleri ABD devlet başkanına bile kafa tutup gönderilerini silebiliyor ve hesaplarını askıya alabiliyorlar. Öte yandan, Hindistan gibi bir ülkede, iktidarın isteği üzerine muhalif bazı kişilerin özel yazışmalarını siyasî otoriteye vermekte bir beis görmeyebiliyorlar.

Sosyal medya platformlarında bir dönem çalışmış ve çeşitli sebeplerle oralardan ayrılmış bazı kişilerin anlatımlarına yer verilen The Social Dilemma/Sosyal İkilem isimli belgeselde bahsi geçen ve “gölge profil” denilen bir kavram dikkat çekiyor. Sosyal medya platformları, sizin için oluşturdukları gölge profilde, o platforma doğrudan vermediğiniz pek çok bilgiyi tutuyorlarmış. Nasıl elde ediyorlar bunu derseniz, öncelikle etkileşimde bulunduğunuz başka profillerden yararlanıyorlar ve internette dağınık bir şekilde sizinle ilgili olabilecek bütün verileri veri analitiği ile süzüyorlar. Kısaca veri madenciliği yapıyorlar.

Müzik, kitap, film tercihleri, siyasî yönelimler, profilin tanıyor olabileceği kişiler listesi, hangi bildirimleri gönderirlerse platform kullanma süresini uzatabileceklerini ve daha bir çok bilgiyi profile iliştiriyorlar. Zaman akışı denilen yerde listenizdeki arkadaşlarınızdan gelen hangi paylaşımları size sunmaları gerektiğini hesaplıyorlar. Listenizde binlerce kişi varsa onlardan gelen güncellemelerin bir şekilde süzülmesi ve mesela Facebook’un, hoşunuza gitmeyeceğini düşündüğü bir paylaşım veya haberi, âdeta mahalle bakkalı edasıyla “onu vermiyeyim abime” diyerek gizleyebildiği anlamına geliyor bu.

Gölge profil bilgilerini, kullanıcıya özel kişiselleştirilmiş reklamlar için kullanabiliyorlar ve bu durum pek çok kişinin rahatsız olmadığı, hatta hoşuna giden bir şey olabilir. Ancak, ücretini vermediği bir ürünü kullanırken, ürünün kendisi haline gelmiş olmaktan rahatsız olan bir çok kullanıcı da vardır. Amerikan başkanlık seçimi döneminde, siyasî rakipleri hakkında karalama amaçlı asılsız haberler hazırlayıp bir veri analiz firması (Cambridge Analytica) aracılığıyla sosyal medya kullanıcılarının önüne seren ve onları manipüle edenleri duymuşsunuzdur.

Kısaca, sosyal medya araçlarını yönetenler, bizim babamızın oğlu değil, verilerimizi toplayıp reklam verenlere satıyorlar, siyasî baskılara maruz kaldıklarında, güç sahipleri tarafından korkutulduklarında veya dostluk sebebiyle kullanıcılarının bilgilerini birileriyle paylaşıp paylaşmayacaklarının herhangi bir garantisi yok.

Kullanıcı bazlı risk faktölerine baktığımızda ise, bot denilen ve algoritmik bir şekilde kontrol edilen, kitleleri yönlendirmekte kullanılan sahte hesaplar ve troller gibi yalan haber yayma ve çarpıtma merkezlerinin faaliyetleri var. Koca koca profesörler ve kerli felli gazeteciler bile trollenebiliyorlar. Komik bir yalan haberi bilimsel bir gerçek gibi paylaşan bazı akademisyenler sosyal medyanın diline düştü yakın zamanlarda.

Sosyal medya mecralarının olumsuz etkilerinden sakınabilmek için, corona virüsüyle mücadele yöntemlerine benzer şekilde şu tedbirleri alabiliriz:

Sosyal Medyafe: Sosyal medyada sosyal mesafeyi gözetme manasında “sosyal medyafe” kurallarına uymak. Yüzyüze tanımadığınız kişileri arkadaşlık listenize eklememek veya takip etmemek. Hırlı mıdır, hırsız mıdır, takipçi kazanmak için şirinlik yapan biri midir, bilmediğiniz insanları ne kabul edeceksiniz Allah aşkına!

Dezenformektan Kullanımı: Sosyal medyafeye uyup çevrenizi güvendiğiniz insanlardan oluşturdunuz diyelim. Kişilere olan güveniniz, onlardan gelen bildirimlere kayıtsız ve şartsız bir güvene sebep olmamalı. Güvendiğiniz kişiler, sosyal medyafelerine sizin kadar dikkat ediyor mu? Ya onların listesine botlar veya troller girdiyse? Belki de doğruluğunu hiç sorgulamadan, onlar da güvendikleri birinde gördükleri bir şeyi paylaşmışlarsa? Topluma ve yasalara karşı sorumlu, güvenilir haber kaynakları tarafından teyit edilmeyen her habere karşı mesafeli davranmak ve hemen paylaşmamak gerekir.

Son olarak da maske kullanımına dikkat… Unutulmamalıdır ki, bazı insanlar sosyal medyada kendi isimleri ve kimlikleriyle var olmamanın verdiği hafiflikle, gerçek hayatta olduğundan farklı davranışlar sergileyebilir.

Link: https://www.gencyorumdergisi.com/2021/07/sosyal-medyafe/

Öne Çıkan Yayın

Gözlükler

  İbrahim Özdabak Karikatürü   “Artık önümüzü göremiyoruz” sözünü ilk duyduğunuzda aklınıza: “Tabii canım, nasıl adım atacağımızı şaşırdık...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: