Bu Blogda Ara

Arşiv

Hahahaber 18 Ekim

Hahahaber 18 Ekim 2018

Not: Bu sayfada yer alan haberler hayal ürünüdür, uydurmadır. Şeklen gerçek haberlere benzeyebilir, gülüp geçiniz. Tamam, komik bulmayanlar gülmesin ama ciddiye de almasın...

Enflasyonla Mücadele

Enflasyonla topyekun mücadele

Ekim ayı başında açıklanan enflasyon oranları panik havası oluşturdu. Ölçülen enflasyon, nihayet vatandaşın hissettiği değerlere doğru yaklaşmıştı. Vatandaşı en çok ilgilendiren TÜFE, yıllık %25’lere dayanmıştı. Tabii ki, kötü giden herşeyde olduğu gibi enflasyonun da arkasında muhakkak bir mihrak olmalıydı. İç-dış neredeyse bütün mihrakları düşündüğüm halde enflasyonu tetikleyen mihrakları bulamıyordum. TÜFE kelimesi üzerine yoğunlaştım ve “TÜFE, TÜFE, TÜ..” diye üst üste söylerken farkettim ki, “FETÜ” oluyor! Acilen, devletin bir tedbir alması gerekiyordu.

Hemen, enflasyonla topyekûn bir mücadele başlatıldı. Öncelikle TÜİK’te enflasyon hesaplama işlerinden sorumlu kişi görevden alındı. Biraz, Yiğit Özgür’ün meteoroloji müdürlüğünü arayan adam karikatüründeki gibi oldu bu ama olsun... Meşhur karikatürdeki diyaloglar şöyle:

- Alo? meteoroloji mi?
+ Evet buyrun.
-Allah sizin belânızı versin!!
+N’oluyo ya?
-Ne lan bu sıcaklar ha!?
+Ne alakası var kardeşim, ölçüyoruz biz.
- Kaç derece şimdi?
+ 38.
- Hah! Allah belânızı versin!

“YÜKSEK YÜKSEK FİYATLARLA KRİZ ÇIKARMASINLAR!”

Akabinde, Bakan Albayrak, bazı büyük firmalardan %10 indirim yapma sözü aldıklarını duyurdu. Özellikle enflasyon sepetinde yer alan ürünlerde fiyat artışı yapılmaması hedefleniyor ki bir dahaki ölçümlerde düşük çıksın. Bu %10 indirim meselesini düşünürken, akla 400 liralık ürünleri %25 indirimle 450 liraya satan esnaf kurnazlığı geliyor ama bakalım nasıl olacak...

Belediye başkanları kameralar eşliğinde çarşı-pazar dolaşmaya ve ürünlerin gramajları ile fiyatlarını denetlemeye başladı. Zabıtalarımız kimseye göz açtırmıyor maşallah. Çalışmaları destekleyen vatandaş da adeta şu türküyü söylüyor:

 “Yüksek yüksek fiyatlarla kriz çıkarmasınlar
Aşrı aşrı enflasyona koz vermesinler
Kayınbabasının bir tanesini hor görmesinler
Uçan da fiyatlara malum olsun, enflasyonu özlemedim”

Vaktiyle bir Milli Eğitim Bakanı’nın sarf ettiği bir sözden etkilenip “o kurlar olmasa ekonomiyi ne güzel idare ederdim” diyenler için enflasyonla mücadele bu kadar kolaymış demek. Yapısal reformlara falan hiç gerek yok, fiyatları baskı altında tuttun mu yeter. Tabii, israfı seven milleti de hizaya getirmek gerekebilir. “Vatandaşlar da ihtiyaçları haricinde bir şey almasın” diyen devlet, her ailenin asgari ihtiyaç çizelgesini çıkarıp sadece o listedeki ürünleri almasını isteyebilir. Daha ileri giderek bütün üretim tesislerini kamulaştırıp dağıtımı kendi de yapabilir. Karneler, kuyruklar derken millet aç dolaşır ama en azından sağlıklı olur. Herkes kilo verir, fena mı? Görüyorsunuz, insanlarda nefs-i emmare olmasa dünya imtihanını ne güzel idare ederdik, değil mi?


KRİZ, SEN EKONOMİNİN NERESİNDESİN?


Enflasyonla böyle kapsamlı mücadele edilince sanki ortada bir ekonomik kriz varmış gibi hissediliyor. Gelin, krizin kendisine eski bir İstanbul şarkısı gibi soralım:

“Duruşun andırır manipülasyonu
Fiyatlar şişiren enflasyonu
Kim yapıyor acep, devalüasyonu
Kriz, sen ekonominin  neresindesin?

Bilmem sözde misin, yoksa özde mi
Kaynağın dışarda mı, yoksa bizde mi
Vatandaş, sen krize inanma e mi!
Kriz, sen ekonominin neresindesin?”

Link:  http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/enflasyonla-mucadele_475601

Sarayın Asgarileri


Sarayın Asgarileri
Sayıştay’ın 2017 yılı Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın harcamalarına dair yaptığı denetim çalışmalarının raporları haberlere konu oldu. Tabi, haberlere konu olan harcamaların büyüklüğü. Efendim, Saray’ın bir yıllık masrafı 658 milyon liradan fazlaymış. Aylık olarak bakılırsa 54 milyon, günlük olarak da 1,8 milyon lira olarak hesaplanabilir. Bu masraf sadece Beştepe’nin, yapımı planlanan veya devam eden saraylar buna dahil değil, örtülü ödenekten de bahsedilmemiş, şu anda bilinmiyor.

1,8 milyon lira, asgari ücret üzerinden maaş alan kaç kişinin gelirleri toplamıdır diye bakılırsa yaklaşık olarak 1150 çıkar. Fesübhanallah, kamuoyu nezdinde bilindiği kadarıyla Saray’daki oda sayısı ile aynı! Yani her bir odasının bir günlük masrafını karşılamak için gerekli olan parayla, bir asgari ücretli çalışan  bir ay idare ediyor. Pek tabii, raporda sadece rakamlar yer alıyor, bunların büyüklüğünü anlatmak için daha çok bilinen birimlere benzetilmesi habercilerin işi.

İktisadî olarak zor şartlar altında olduğumuz bugünlerde, dudak uçuklatan rakamlar ihtiva eden raporunun haber olmasının ve bu rapora bakıp Saray’a eeiştiri okları göndereceklerin mesuliyetinin kendisine yükleneceğini hissetmiş olmalı ki  Sayıştay, bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Açıklamada özetle, raporda Saray’ın kendisine ayrılan bütçeyi aşmadan harcama yaptığının belirtildiği ve kamunun zarara uğratıldığı gibi haberlerin doğruyu yansıtmadığı, en azından kendi raporlarından hareketle bunu söylemenin mümkün olmayacağı ifade edildi.

Açıkçası, “Bütçede olmadan nasıl böyle harcadılar, kamuyu nasıl zarara soktular” diye haber yapanı görmedim. Olsaydı, haberi yapanların mahkemeye verildiği haberi şimdiye kadar çoktan çıkardı herhalde. Herkes rakamların büyüklüğünü kendince tasvir etmeye çalıştı. Bana en çok asgari ücret ile ifade edileni anlamlı geldi; Hababam Sınıfı filmini hatırlarsanız, bir grup “hababam” öğrencisi, okullararası bilgi yarışmasına okulu temsilen katılır. Sorulardan biri bir mil’in kaç metre olduğudur. Gelen kopya sayesinde Damat Ferit, bir milin 1609 metre olduğunu söylerken, Güdük Necmi de bir milin 5280 ayak, bir milkarenin de 2590 km2 olduğunu ekler. Neticede fazla bilgi göz çıkarmamıştır. Tevafuğa bakın ki bizim şimdiki asgari ücret de net olarak 1603 TL’dir.

Dış borçların rekor kırdığı, cari açıkların giderek açıldığı, enflasyon canavarının azgınlaştığı, döviz kurlarının tavan yaptığı günlerde, 658 milyon liranın harcanmasını sorgulamak abes bir şey midir? Küçükken “sıra sıra odalar, birbirini kovalar” diye sorulan bilmeceyi duyduğumuzda aklımıza “bi’ tren” gelirdi. Artık bütçeyi bitiren bir şey geliyor olmalı. Aman ha, aklınıza ilk gelen şey değil. Katar gibi düşünün. Hayır efendim, Katar derken ülke olan değil, korkarım ki o da aklınıza ilk gelen şeye doğru götürür. Cevap; sürücüsüz arabalar! (“Merhabalar, nasıl gidiyor arabalar?” esprisinin de sürücüsüz arabalarla ilgili olduğunu düşünüyorum)

Cemiyet içerisinde bu harcamaları çok normal ve itibar için gerekli görenler var tabii. Ak tolgalı bir beylerbeyi komutasında hareket eden AKıncı grup için Yahya Kemal’den ilhamla şunu diyebiliriz:

“1150 asgari ücretli saray askeri o gün çocuklar gibi şendi
Aylıklarının toplamı dev gibi bir sarayın bir günlük masraflarına denkti”

Diğer bir kısım insan ise “nihai-end” makamında  şöyle bir şarkı terennüm ediyor:

“McKinsey’e etmem şikayet, ağlarım ben halime...”

Ekonomik planlarda sıkı mali politikalar uygulanacağının sinyalleri verilip vatandaşlar her fırsatta tasarrufa davet ediliyor. Bugünlerde herkesi kapsayan, sistemden çıkılamayan, zorunlu bir BES getirileceği ve kıdem tazminatları konusunun kaldırılacağı söyleniyor. (Çalışanların maaşlarından kesilerek zorunlu bir bireysel emeklilik sistemine dahil edilmesi projesi şu anda kademeli olarak işliyor ve gittikçe daha çok çalışan bu kapsama giriyordu, istemeyen çalışanlar iki ay sonrasında BES’ten çıkabiliyordu)

Sayın AK tolgalı, “çocuklar gibi şen” olanları ister as gari, ister kes... Çünkü onlar sarayın “asgarileri”... Şu parasızlık günlerinde tasarruf etmek yerine “tasarruy” (saraylanma) devam ettiği sürece sırayla hepimiz “Sarayın Asgarileri” olacağız gibi...

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/sarayin-asgarileri_475028



“Harcadın Kendini Be Adnan!”


Harcadın kendini be Adnan

Üniversite tahsilimi 9 senede bitirdim. 1997’de girdiğim yüksek tahsil hayatım 2006 yılında bitti. Neden bu kadar uzadığını soran arkadaşlarıma “hocanın biri bana taktı, öğrenciliğimi yaktı” diyordum şakasına...
Halbuki lise yıllarında hayaller başkaydı. Fen lisesi okuduğum için default olarak sayısalcı idim. Bense sayısalcılığı becerebiliyor olmakla birlikte sözel bölümlere daha çok ilgi duyuyordum. Hukuk mesela... Çok havalı bir bölüm gibi duruyordu ve kendime çok yakıştırıyordum. Niyeyse cesaret edemedim ve hayata çabucak atılabileceğim bir bölüme girmeye karar verdim. İki yıllık bir program olmalıydı ve iş fırsatları parlak olmalıydı. Para kazanmaya başladıktan sonra kimseyi dinlemeden istediğim bölümü seçip okuyabilecektim. Nasılsa ekstra çalışma ihtiyacı duymadan istediğim bölüme girebileceğim gibi kaynağı müphem bir özgüvenin tetiklemesiyle Bilgisayar Programcılığı bölümünü kazandım. 

Benimle ilgili beklentileri yüksek olan çevremde şok etkisi oluşturdu önlisans programı. Babama “yav Ahmet Abi, sizin çocuğun kafası çalışıyordu, neden dört yıllık kazanamadı? Fen lisesinde okuyan en gerizekalı çocuklar bile tıp kazandı” diyenler oldu. Yazık, rahmetli babam da “çocuk öyle istedi, ne yapalım, dediğine göre güzel bir bölümmüş” deyip duruyordu. Ben, ne yaptığımı bildiğimi sandığımdan öyle çok etkilenmedim. Ama bir dönem okuyup yarıyıl tatilinde Afyon Kocatepe Üniversitesi Biyoloji bölümü kazanan arkadışımla karşılaşınca biraz kendime kızdım. Söze en iyi iki yıllık programın bile en kötü dört yıllık lisans programından aşağı bir seviyede olduğunu söylemekle başladı. Konuşmalarında bir kaç defa akü kelimesi geçti ve bunun benim bildiğim elektrik yükü depolamaya yarayan akü olmadığını anlayınca merak edip akünün ne demek olduğunu sordum. Meğerse, Afyon Kocatepe Üniversitesi’nin kısaltmasıymış. Yani kısaltma kullanabilme yetkinliğine sadece ODTÜ, İTÜ, KTÜ gibi belli okulların sahip olduğunu düşünen bizler için çok garip geldi doğrusu. 

Şimdi hemen kıyas edebilmeniz için söylüyorum, “AKÜ” kazanan arkadaş merkez kampüste değil Uşak kampüsündeki ikinci öğretim programı olan bölümü kazanmıştı. ÖYS puanı ile 372 puanla yerleşmişti. Taban olarak herkese 300’e yakın bir puan veriliyordu, Ortaöğretim Başarı Puanı ve ilk basamak sınavı olan ÖSS’den gelen belli puanlarla zaten 370 puan toplanıyordu, daha ÖYS sorularından gelen puanlar eklenmeden... 1997 ÖSS’de ben ayıptır söylemesi, sıralamada ilk 1500 kişi arasındaydım. İki yıllık programa bu puanla yerleştim. Ha, ÖYS’de bilerek çok yüksek bölümler yazdım, gelse gidip oralarda okurdum. Birkaç yerin tıp fakültesine yerleşecek bir puan almış fakat oraları tercih etmemiştim. Bizim zamanımızda önce tercihler yapılır, sonra sınava girilirdi. Belki puanımı gördükten sonra tercih yapmış olsam tıp veya eczacılık yazardım, bilemiyorum, zira ÖYS’de cidden kendime göre çok düşük bir puan almıştım.

İngilizce hazırlık senesi ile birlikte benim iki yıllık okul oldu mu sana 3 yıl! Güya iki yıl sonunda çalışmaya başlamayı planlıyordum. Şimdi ise tahsilimi 4 yıllık bir programla tamamlamadan çalışmaya başlamayı düşünmüyordum. "Allah insanı iddiasından vurur" diyen İsmet Özel gibi iddiamdan vurulmaya hazırlanıyordum. Yeri gelmişken, İsmet Özel de bu sözüyle bir iddiada bulunmuyor mu? Ve eğer bulunduğu iddiası gerçekleşmezse iddiasından vurulmuş olacak. Ama iddiası iddiasından vurulmak ise o zaman iddasının gerçekleşmemesi gerekirdi... Neyse, fazla kurcalamayalım.

Madem 3 yıl gitti, "bari lisans programına geçiş yapayım da okuduğuma değsin" diyerek DGS’ye (Dikey Geçiş Sınavı) girdim. Benim şansıma, DGS o sene ilk olarak uygulanmaya başladı. Hacettepe Bilgisayar Mühendisliği bölümüne yerleşince, çevremin takdirini geri kazandım. Tabii işimi şansa bırakmamak için o sene bir de ÖSS’ye girmiş ve Akdeniz Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümünü de kazanmıştım. Almanca hazırlığı olan Makine mühendisliği bölümüne kayıt yaptırıp hiç okumadan, Hacettepe Üniversitesi’ni kazandığım belli olunca ayrıldım. Lise diplomamın arkasında üç üniversitenin damgası oluşmuştu. 

Hacettepe’de okuyamadım, sistemin ilk kez uygulanıyor oluşundan kaynaklanan eksiklikler, mevzuatı kimsenin bilmiyor oluşu ile birleşince beni bunalıma sürükledi. İntibak programı en fazla üç dönemde bitmeliydi ve bitmezse okulla ilişik kesilecekti. İntibak kapsamının ise net bir tanımı yoktu ve her okul kendi meşrebine göre yorumluyordu. Hangi dersten muaf olup hangilerini alacağımızın netleşmesi iki ay sürdü. Bu sürede hiç derse girmedim. Bir dönemde alınabilecek ders saati sayısı sistemsel olarak belli bir sayının üstünde olamıyordu ama biz o dersleri almasak intibak bitmemiş olacaktı ve okuldan atılacaktık. Sonradan ÖSYM başkanlığı da yapmış olan dönemin Bilgisayar Bilimleri Mühendisliği bölüm başkanı Ünal Yarımağan, derslere kayıtlı olmasak bile girip geçmemizi, zamanı gelince bir şekilde sisteme ekleyebileceklerini söyledi ama bu bana hiçbir güvence vermedi. Ben önümü net olarak görmek istiyordum ve bu belirsizlikten rahatsız oldum. Okula bir türlü uyum sağlayamayınca yeniden sınava girip bu sefer Galatasaray Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümüne yerleştim.

Galatasaray’da Fransızca hazırlık okumaya başladım. Bu esnada, benden tam dört yaş küçük olup İstanbul’da bir üniversite kazanmış olan memleketten bir tanıdığımla karşılaştım. Düşünün bu çocuk orta üç’te iken ben üniversite kazanmıştım, beni gördüğü yerde neredeyse saygı duruşuna geçerdi, ki yine aynısını yaparak halimi hatırımı sordu. Öğrenciliğimin devam ettiğini duyduğu anda saygı seviyesinde kritik bir düşüş başladı. Hazırlıkta olduğumu söylediğim anda ise küçümseme ve acıma dolu ifadelerle yüzüme baktı, elini omzuma attı ve “harcadın kendini be Adnan!...” dedi. İşte o anda kendimi cidden harcanmış hissetmedim değil…

AKgoritma


Akgoritma

Algoritma denilen şey, şu anda Türkiye’de açılması yasak olan ancak benim de farklı yollar kullanarak erişebildiğim Wikipedia’da şöyle tanımlanmıştır: “Belli bir problemi çözmek veya belirli bir amaca ulaşmak için tasarlanan yol. Matematikte ve bilgisayar biliminde bir işi yapmak için tanımlanan, bir başlangıç durumundan başladığında, açıkça belirlenmiş bir son durumunda sonlanan, sonlu işlemler kümesidir” Bilgisayar programları geliştirilirken önce adım adım yapılacak işlemleri tanımlayan bir algoritma belirlenir. İşlemlerin sırası çok önemlidir, aksi takdirde arzulanan sonuca ulaşılamayabilir. 

Partilerinin veya reislerinin siyasi menfaatlerini azami seviyede tutmak için AKP’nin yöneticileri, parti üyeleri, bürokratları, memurları, gazetecileri, yazarları, trolleri ve kısaca bütün partinin heyet-i mecmuasının, dünyaya bakışı ve olayları yorumlaması ve onlara tepki vermesini temsil eden algoritmaya “AKgoritma” diyebiliriz. Daha doğrusu, algoritmanın sahipleri herhalde öyle derdi diye tahmin ediyorum. Uzun sürelere yayılmış planlamalardan çok fonksiyonaliteye ve hızlı değişime ayak uydurmaya dayanan Agile (Çevik) Yaklaşım ile geliştirildiği söylenen AKgoritma’nın, rüzgar nereden eserse oraya savrulmasına ve “taktik maktik yok, bam bam bam” şeklinde ilerleyen yapısına bakılırsa daha çok AKile Yaklaşım’a yakın olduğu söylenebilir. 

AKgoritma, göründüğü kadarıyla şöyledir: 

Adım 1: Gündeme gelen konu/olay/kişi hakkında sakın aklına ilk gelen şeyi söyleme.
Adım 2: Reisin bununla ilgili bir açıklaması olup olmadığını kontrol et.
Adım 2.1: Varsa ve tekse al, tek değilse içlerinden en yeni tarihli olanı al, diğerlerini unut.
Adım 2.1.1:  Açıklamayı destekleyici argümanlar bul.
Adım 2.1.2: Muhalefeti hainlik ve teröristlikle suçla, Adım 4’e git.
Adım 2.2: Yoksa, Kübler-Ross modeli olarak bilinen, insanları derinden üzecek haberlerin kabullenim aşamalarından geç:
Adım 2.2.1-İnkar: Konu/olay/kişiyi inkar et, olmadı hiç bahsetme, kimseye bahsettirmemeye çalış. Yapabiliyorsan küçümse ve alay et. İflas eden şirketleri, atanamadığı için kendini öldüren öğretmen adaylarını, bankaların önünde kendini yakmaya çalışan çiftçileri, çocuğuna pantolon alamadığı için bunalıma girip intihar eden adam haberlerini görme mesela... Krizi inkar et, israfı inkar et,  “Fark etmek yasaktır” manasında, üstü çizili bir F harfi bulunan tabelalar as etrafa...
Adım 2.2.2-Öfke: Baktın, inkar ettiğin haberler bir şekilde duyuldu ve konuşuluyor, hemen konuyu büyük resime, olayı dış güçlere, kişiyi terör örgütlerine bağla. Pantolon alamadığı için intihar eden adamın haberini yapan adamı gözaltına al, Rize'de "Kesilen asırlık çınar" haberini yapan gazeteciyi ifadeye çağır.
Adım 2.2.3-Pazarlık: “Harun olmaya gediler, Karun oldular, İsrail’in trenine vagon oldular”, “altı ayda haşadını çıkarırım, Telekom’un hesabını sormazsam namerdim”, “Bizans dahi duruşuyla bugün birçok AKP'liden daha millîdir” gibi sözleri sarf etseler de insanlarla pazarlık yap. Bir de baktın saflarına katılmışlar...
Adım 2.2.4-Depresyon: Çok fena, buraya hiç girme, ne yap sen biliyon mu, hemen Adım 5’e...
Adım 2.2.5-Kabullenme: Bu adım şeklen var da, bir önceki adım şartsız şurtsuz doğrudan Adım 5’e yönlendirdiği için mantıken ve fiilen buraya hiç uğramayacaksın. İstediğin adıma git, burada kalma da...
Adım 3: Reis bir önce söylediğinin tam tersini söyler ya da yaparsa şaşırma. Misal, ekonomik krizin rahiple hiç ilgisi olmadığını söyleyebilir. Bak, bir cümlede iki dönüş: birincisi ekonomik krizin kabulü, ikincisi bunun sebebinin rahip olmadığı. ABD’nin üst akıl olduğu, en büyük terör destekçisi olduğu ilan edilmişken, ekonomi yönetiminin denetimi ve danışmanlığı ABD’lilere teslim edilebilir. Ayaklar altına alınan milliyetçilik baş üstüne, yükselmeyecek denilen dolar beş üstüne çıkabilir. Dur, kafan karışmasın hemen Adım 2.1.1’e git.
Adım 4: Tebaadan olup Adım 1’e uymayan, ya da Adım 2.1’deki en yeni tarihli açıklamayı almayanları linç et.
Adım 5: Reisin en doğrusunu bildiğini idrak et, kendisine minnettar ol.

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/akgoritma_474427

İman-ı Bilasyon

kriz ne arar pazarda



Bugünlerde ülkemizin ekonomik bir kriz içerisinde olduğu söyleniyor. Bu iddiaya en ikna edici cevap, devletin tepesinden geldi: “Bizde kriz mriz yok, bunların hepsi manipülasyon”
Devlet büyüklerinin sözlerine sorgusuzca inanmaya “iman-ı bilaisyan” denir. Söylemesi zor olduğu için zaman içerisinde değişime uğramış ve halk ağzında iman-ı bilasyon şeklini almıştır. Ekonomik iman-ı bilasyonun şartları şunlardır:

1. Enflasyonu kabul etmemek
2. Enflasyonun sebep olduğu fahiş zamları kabul etmemek
3. Döviz kurlarındaki yüksek değerlerin gerçekliğine inanmamak
4. Ödeme dengelerindeki sıkıntıları görmemek
5. İflas eden, batan şirketleri yok saymak
6. Borç olarak alınan paraların bir gün ödenmesi gerektiğini düşünmemek

Yine de Şahlanıyor Aman, Türkiye’nin Ekonomisi...

Ben şahsen krize inanmıyorum. Bir kere, tam 12 Eylül günü Cumhurbaşkanımızın Varlık Fonu başkanlığına Recep Tayyip Erdoğan’ı ataması, ekonomide “yine de şahlanıyor aman” etkisi yaptı, inkâr etmeyin. Sonra, seçimden önce verilen ahtlere bağlı olarak başlaması gereken “Sözüm Süreci” kapsamında kısa zamanda PPK (Para Politikaları Kurulu) faiz silahını bırakacak ve anaparalar artık ağlamayacak. Dolar’ın yükselmesini dert etmeyin, şu sıralar ecnebilerin adına falling stars dedikleri bir akım var, ünlüler düşmüş halleriyle selfi çektirip paylaşıyor. Bizim de en çok yükselen yıldızımız dolar. Kendisini ikna ettik mi, hemen o akıma uyup düşecektir.

Ekonomi yönetimimizin ne kadar başarılı olduğu şundan da anlaşılabilir, krizle resmen dalga geçiyoruz. Hababam Sınıfı filminde Hafize Ana (Adile Naşit) sınıfa yeni gelen öğrenciye yapılan kollektif şaka için öğretmen rolüne bürününce, sınıfa girer girmez sözlü yapacağını söylüyordu. Hemen ardından “kağıtları çıkarın” demişti. Şaşıran yeni öğrenci Ahmet, “sözlü demedi mi, kağıtları neden çıkarıyoruz?” diye sorunca hemen “Sıfırcı Hafize”nin şaşırtmayı çok sevdiği, sağınının solunun belli olmadığı ve sözlü gibi başlayıp yazılı ile devam edebileceği söylenmişti. Ekonomi bakanımız da OVP gibi başlayıp YEP’e dönüşen bir program açıkladı.

Uçakları Karadan Yürütmek

Geçim sıkıntısı çeken bir aile lüks bir araba alabilir mi? Yahu almayı bırakın, kendisine hibe edilse bile vergisiydi, sigortasıydı, muayenesiydi, bakımıydı derken o araba kapının önünde duracak olsa da, sabit bir sürü masrafı olacak. Ben olsam, o arabayı hemen satar borçlarımı öderim. Durumumuz gerçekten kötü olsa 500 milyon dolar istenen bir uçağa talip olur muyduk hiç? Şu anda galiba en son hediye edildiği söylenen uçakla birlikte Cumhurbaşkanlığı’na ait 13 uçak var. Bu kadar uçağı ne yapacaklar demeyin. Cumhurbaşkanlığı forsunda 16 yıldız var. Her bir yıldız bir uçak temsil etse, 16 uçak bulundurmak gerekir. Cumhurbaşkanının kendisi için iki uçağı olsa, Varlık Fonu başkanının da bir uçağı olmasın mı? Sonra başkomutana da en az bir tane gerekir. Yürütmenin başındaki isim de sıfatına layık olarak uçak yürütmek isteyecektir. Yürütmek derken, gerçek anlamıyla karada yürütmekten bahsediyorum. Gemileri karadan yürüten ecdada layık olmak gerekmez mi? Onların zamanında en gelişmiş araç gemi olduğundan gemileri yürüttüler. Zamanımızda ise yaygın olarak kullanılan en gelişmiş araç uçak. Yürütmemizin başı da dosta güven, düşmana korku vererek uçak filosunu karadan yürütüp gönülleri fethedebilir pekala...

KASIMPATI

Şimdi diyeceksiniz ki, elektrik, su ve akaryakıt başta olmak üzere iğneden ipliğe herşeye zam gelmiş, ülkenin en büyük sermaye grupları bankalara yaptıkları ödemelerde zorlanıp yapılandırma istemiş, kimi paralarını yurtdışına çıkarmış, paramız sene başından beri %75 değer kaybetmiş, faiz oranları fırlamış, çok ünlü firmalar bile ardı ardına konkordato ilan ediyor, alacaklarını tahsil edemeyen ve borcunu ödeyemeyen bir çok esnaf kapısına kilit vurmuşken uçan saray almanın, ejderli sumutinin zamanı mıydı? Yaprak dökerken bir yanımız, bir yanımızın bahar bahçe olması normal mi?

Sakın ha, bütün bunlara bakıp bir kriz olduğunu düşünmeyin. İman-ı bilasyon’u hatırlayın. Yaprağını döken de, bahçeye bahar yaşatan da aynı çiçektir, krizantem çiçeğidir. Özür dilerim, kriz mriz yoktu değil mi, çiçeğin yerli ve milli ismini veriyorum: Kasımpatı...
 Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/iman-i-bilasyon_473806

Yer Kekimi Kanunu

Yer kekimi kanunu
Yakın zamanlarda genç bir mucidimizin haberi çıktı. En büyük ajansların da geçtiği habere göre 18 yaşındaki bu genç, kendi imkanlarıyla yerli ve milli bir anakart üretmişti. Kendisi hakkında köşe yazısı yazanlar da vardı. Ağustos ayı içerisinde haber çıkmıştı ve milli bir zafer sayılırdı. Bu zafere isim vermek gerekseydi ben şahsen “Anakartalar Zaferi” derdim.

AR-GE çalışmaları için 436 bin lirası faturalı olmak üzere yaklaşık bir milyon lira harcadığını söylüyordu. Seri üretime geçebilmek için devlet desteği beklediğinin de altını çiziyordu tabi… Sonra ne mi oldu dersiniz? Bahsedilen anakartın Çinli bir firma tarafından üretildiği ve üç yıl önce piyasaya sürüldüğü ortaya çıktı. Hem de, 120 dolar’a satılıyormuş.

Kitle Çekim Kanunu ve Zaafiyet Teorisi

İthal ürünlerden bıktığımız ve beton harici yerli-milli üretime en çok ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde, “yer kekimi” kanununu kullanarak insanları keklemek isteyenler için müthiş fırsatlar var. “Yer kekimi”nin aslında genel formu Kitle Çekim Kanunu’dur. Kitle Çekimi Kanunu, en iyi şekilde Zaafiyet Teorisi ile açıklanır. Kitlelerin zaaflarını ve hassas oldukları hususları tespit edip o zaafları istismar etmek suretiyle kitlelerin çekilebilir olduğunu iddia eden görüşe Zaafiyet Teorisi denir. Kitle çekim veya özelde “yer kekimi” kanunu en zayıf kuvvet olarak bilinse de yaygınlığı çok fazladır ve siyaset, ticaret, akademi ve sanat gibi her alanda kullanılabilir. Yenebilirliği yüksek olan kek her yerde kendini yedirir, kek yemek isteyen de her keki yer.

Geçen yıllarda, tek bir ana sunucu ve disksiz bilgisayarlardan oluşan bilgisayar ağı (DİSKNET) kullanarak bazı belediyelere ve bakanlıklara milyon dolarlar seviyesinde proje gerçekleştiren biri vardı. 80’li yıllardan beri dünyada kullanılmakta olan teknolojiyi “kendi icadım” diye sunarak TÜBİTAK desteği alan bu kişi “yer kekimi” kanununu iyi kullanmıştır diyebiliriz. 10 yıl uğraşıp 10 milyon TL harcadığını söyleyerek yerli ve milli bir arama motoru geliştirdiğini iddia eden ekibi hatırladınız mı? Yıl 10, masraf 10 milyon TL, yer kekimi ivmesi 10 m/sn2 olunca 10 numara kek yaptılar diyecektik ama motorlarının Google altyapısı kullanarak sonuç ürettiği kısa sürede ortaya çıktı.

Döviz ve doların Türk literatüründen çıkarılması gerektiğini söyleyen ve “Bizim dövizle değil işimizle haşır neşir olmamız gerekiyor. Biz inanan ve şükreden bir toplumuz. Ekonomide sıkıntı, durağanlık var ama hiç kimsenin de fazla bir şikayeti yok. Vatandaş, ‘Devletimin yanındayım’ diyor. Biz ‘Bu sene para kazanmasak da olur’ diyoruz. Yüzde 10 zarar etsem ne olacak. Yeter ki ülkeme bir şey olmasın. Bütün esnafımız, bütün üyelerimiz aynı duygu ve düşüncede” diyen vatandaşın da döviz bürosu sahibi olduğu söyleniyor. Yüzde 10 diyerek yer kekimi ivmesine yaklaşmış ama foya meydana çıktığı için puanımız sıfır…

Sadece yerli ve milli kekleyiciler yok canım, Türk Telekom’un %55 hisselerini 20 yıllığına bizim bankalardan temin ettiği borçla alan, 10 yılı aşkın sürede 20 milyar dolardan fazla para kazandığı halde borçlarını ödemeyen yabancılar da var. Ödenmeyen borçlara karşılık hisselere el konuldu ama bankalarımız inşallah bu kıssadan hisselerini de almıştır.

Siyasette “Yer Kekimi”

24 Haziran seçimlerinde enflasyon, işsizlik, döviz kuru ve faizleri indirmek için millete aht veren ama bunu nasıl yapacağından bahsetmeyen, hemen hemen Millet Kıraathaneleri ve kek haricinde somut bir vaadi olmayan bir parti seçimi en yüksek oyu alarak kazandı. Emanet ve borç paralarla ekonomiyi döndürmeye çalışan, ithalata ve lüks tüketime teşvik ederek yerli üretimi bitiren hükümet, gittikçe artan açıklarını kapatmakta zorlanınca meselenin dış güçlerin saldırısı olduğunu söyledi. Vatandaşın yastık altındaki birikimlerini isteyen ve her daim onu tasarrufa çağıranlar bakın neler yiyormuş:
Ejder meyveli smoothie (chia tohumu eşliğinde)
Efuli (liçi meyvesi eşliğinde)
Aloevera (starex meyvesi eşliğinde)
Orman meyveli special
Bahçe naneli limonata
Taze sıkılmış portakal
Taze sıkılmış greyfurt
Taze sıkılmış havuç
Taze sıkılmış elma
Pataşur içerisinde çerkez tavuğu
Zencefilli somonlu suşi
Tartalet içerisinde Antakya usulü humus
Susamlı levrek simidi
Aydın usulü kuzu çöp şiş…

Vatandaş mı, durmak yok, kek yemeye devam…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yer-kekimi-kanunu_472552

Saraya Saraya Bulsam İzini

Saraya saraya bulsam izin
Teröre en iyi cevap olarak üçüncü köprüyü, bizi kıskananlara nispet olsun diye üçüncü havalimanını yapan Türkiye, dış güçlerin saldırısına, mükemmel bir zamanlama ile üçüncü Cumhurbaşkanı sarayıyla karşılık vermeye hazırlanıyor. Üç ile güç arasında nasıl bir ilişki var bilmiyorum ama mevcut hükümet, üçüncüsünü yaptığı/yapacağı her şeye muazzam bir güç atfediyor.

Malazgirt Zaferi’nin 947. yıldönümü münasebetiyle yapılan törenlerde, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından Ahlat’ta 10 dönüm alanda, 1071 metrekare oturma alanına sahip bir saray yapılacağı müjdesi verildi. Hadi bakalım Bizans, şimdi ne Diyojen bu işe? Yaaa, işte böyle alırlar adamın aklını. Tabii, metrekare veya oda sayısında miladi 1071 tarihi yerine Hicri karşılığı olan 463 sayısı da kullanılabilirdi ama tasarruflusu pek makbul karşılanmayan itibar, sayıca daha büyük olan 1071’i gerektiriyor. Sarayı yaptıracakların da devlet teamüllerine uyarak “ben sarayın zevkli, çelik konstrüksiyonlu ve Ahlatlı olanını severim” diyeceklerini tahmin ediyorum. Saray diyoruz ama “otağ” yapılacağını söyleyen de var. Üç-dış güç, otağ-karanlık odak uyumuna bakılırsa o da olumlu.

Her İle Bir Saray!

Dış saldırılara karşı insanımız çok hassas davranıyor. Dolar 7 TL civarına geldiğinde bütün dövizlerini bozarak oyunu bozmaya çalışan hamiyetperver vatandaşlarımız var biliyorsunuz. Oyun büyüdükçe doların daha büyük rakamlara ulaşmasını beklerler. Hatta döviz bozma işlemi de yetmeyebilir. Bu durumda B planına geçip saray yapımına ağırlık verebiliriz. (B planı ismi, dolar kurunu indirmek üzerine sıradışı bir çözümü bulunan Necmettin Batırel’in tekniğinden ilham alınarak geliştirildiği için soyisminin baş harfi kullanılarak oluşturulmuştur) B planı şudur: Ben olsam şak, on ilde saray inşaatı başlatırım. Dış güçler şaşırır, sonra şak diye on ilde daha saray inşaatı için düğmeye basarım. “N’oluyor?” derler, şaaak bir on saray daha, hatta sırayla her ile bir saray derim, çil yavrusu gibi dağılırlar. Zaten milletin olacak diyorlar saraylar için, bence imkan varsa her ilçeye bile yapılabilir. Biz de vatandaşlar olarak şunu deriz: “Saraya saraya bulsam izini / Hafriyat tozuna sürsem yüzümü”

ABD’ye Karşı Kozlarımız

ABD’ye karşı kullanabileceğimiz kozlarımızdan birinin Kanal İstanbul olduğunu söyleyenler var. İhraç mallarımıza ek vergi mi koydular, hemen büyük bir kanal daha yapalım, Sinop’tan Akkuyu’ya… İki şehirde de nükleer santral olacağı için, santrallerde ısınan sular kanalda gidip gelirken soğumuş olur. Yollar gibi, kanal da duble olacak tabi. Kanalın her iki tarafı boydan boya imara açılır, üstüne de onlarca köprü yaptın mı, gelsin inşaatlar… Köprülerin hepsine de on yıllarca geçiş garantisi verildi mi tadından yenmez. Torunlarımız “ne kan almış” diyerek AKP’yi yad ederler artık… Böyle üç tane daha kanal yapsak Anodolu ada dolu bir coğrafya olur. Hatta Artvin’den başlayıp Hakkari’ye kadar sınır boyunca bir kanal yapılır, oradan da batıya Akdeniz’e kadar güney sınırlarımız boyunca uzatılırsa sınırlarımızı da daha emniyetli hale getirmiş oluruz
F-35 vermemekle bizi tehdit ettiler ya, gerekirse kendimizin geliştireceğini söyleyerek cevabı yapıştırdık. Bence çok isabetli ve doğru bir karar. Katma değeri yüksek ve çok para kazandırabilecek bir ihraç ürünümüz olur, fena mı? Antalya oto sanayii bu işe talip olduğunu söylemişti galiba. Şahsen, İzmir Karşıyaka sanayisinden de F-35.5 hamlesi bekliyorum, yakışır… Hatta İzmir’de geliştirilene EFE-35.5 desek daha güzel olur sanki… Peki, bir çok ülkenin katılımıyla, milyarlarca dolar paralar harcanarak ve yıllar süren çalışmalarla geliştirilen uçağı yerli ve milli ürün ve metotlarla acaba nasıl geliştirebiliriz? Kağıttan yapalım desek, ülkede kağıt üretilmiyor hep ithal ediyoruz. Kağıdın en ucuzu saman kağıttı diye hatırlıyorum. Bu kağıt samandan mı yapılıyor bilmiyorum ama diyelim ki onu yapmak için de saman kullanılsın. İyi de, biz saman da ithal ediyoruz? Yerli saman için buğday üretmeye karar verdik diyelim. Tohumu dışardan aldığımız, gübresi ithal olan buğday ne kadar yerli olacak ki samanı milli olsun? Savunma sanayimizi ve teknolojik imalatımızı geliştirmek istiyorsak işe topraktan başlayalım derim, gerisi gelir zaten…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/saraya-saraya-bulsam-izini_471897

Akademik Geçiş-gen-etik

akademik geçiş





Almanlar tek atomlu transistör yapmış. Bu bilginin pratikte ne anlama geldiği, günlük hayatımızı ne kadar kolaylaştırabileceği konusunda net bir bilgi yok. Geliştiren kişi/kişilere sormak istediğim sorular şunlar: Hadi bir tanesini yaptın, milyarlarcasını birbirine bağladığında nasıl çalışacak? Şimdiki kullandığımız bilgisayar ve telefonları çöpe mi atacağız, ya da ne zaman atacağız? Karlsruher Institut für Technlogie üniversitesi araştırmacılarının geliştirdiği bu şey, silikon transistörlere göre oldukça küçük hacimlere sahip (bir atom üun  hacmi ne kadarsa o kadar) ve yaklaşık olarak on bin kat enerji tasarrufu sağladığı iddia ediliyor. Muhtemelen ileride buna başka bir şey diyecekmişiz gibime geliyor, mantık olarak transistörlerin yaptığı işi üstleniyor olsa da atomik boyutlar klasik fizik kurallarının farklı çalışmaya başladığı bir alem. Bahsedilen çalışmada gümüş atomu kullanıldığı belirtiliyor. Atoma kadar inmişken hızını alamayan insanlık, bir sonraki aşamada atom altı parçaları da kullanmayı deneyecek herhalde.

Trabia: Transistör Rabiası

Her bir ilinde en az bir üniversite bulunan ülkemizin (sadece İstanbul’da 9’u devlet, 40’ı özel üniversite olmak üzere toplam 49 adet var!) bu tarz çalışmalarla gündeme gelemiyor olması üzücü. Hatta böyle çalışmaların, 3. Havalimanımızı kıskandığı devlet yöneticilerimizin ifadesi ile tescilli olan Almanlar tarafından yapılması daha bir sinir bozucu, nazire yapar gibi, tövbe estağfurullah… Bir şey diyeyim mi, bu çalışmalara 2004 yılında başlamış olsalar da Rabia modelinden ilham almış olabilirler. Transistör rabiası Trabia:Tek atom, tek transistör, tek sinyal, tek elektrik (Malum, eskiden elektrik kurumumuzun adı TEK’ti) Tabii onlar “Vierabia” diyorlardır muhtemelen, “ayn”en bizim gibi; ein atom, ein transistor, ein signal, ein electric…

Gündemdeki Bilim Dalı: Torpil Skandalı

Yerli ve milli akademisyenlerizin içinde o kadar liyakat sahibi ve başarılı olanlar var ki, bu başarıları kendileri ile sınırlı kalmayıp akrabalarına da sirayet ediyor. Bir üniversitemizde açılan yeni kadroları doldurmak için yapılan sınavları, orada çalışmakta olan akademisyenlerin çocuk ve eşleri kazanmış. Hangi üniversite olduğunu bilen biliyor, bilmeyen de internetten araştırabilir. Onu da yapamayacaklar için söyleyeyim; Sivas Cumhuriyet Üniversitesi. Bu tarz olaylar sadece bu üniversitede olmuyor tabii… Sıradaki cümlemiz, “Üniversitelerimiz, herhangi bir bilim dalı ile gündeme gelemeyecek mi?” diyenler için geliyor; neredeyse her ay bir başka üniversitemizin adı geçiyor “torpil skan”dalında… Düşünsenize, başarı grafiğini devam ettirebilirlerse, bir sonraki akademisyen kuşağı gene aynı soyadına sahip insanlardan  oluşabilir. Genetik bilimi açısından muazzam bir gelişme. Sloganları şöyle olabilir: “Gene gel, etiği boş ver” Geçiş-gen özellikli akademik yapımızdan feyiz alarak gelişen öğrencilerimiz, tek atomlu transistör meselesi ile ilgili olarak şunu merak ediyor olabilir: telefonlarımızı her gün şarj etmekten kurtulacak mıyız, tablette oynadığımız oyunlar hızlanacak mı, sosyal medya hesaplarımızda daha yüksek çözünürlüklü video ve resimler paylaşabilecek miyiz…

Off Yaparlar…

Of kaymakamı ile Japon imparatorunun makam odalarını karşılaştıran bir resim bugünlerde sosyal medyada paylaşılıyor. Eğitim ve teknoloji gibi makamların da bizim ülkemizde bir amaç olarak görüldüğünü resimler arasındaki ihtişam farkından anlamak mümkün. Hele de makamın elde edilmesinde liyakat gözetilmemişse, makam bir güç aracı olarak kullanılır. Örnek olarak her ay maaşının yedi katı kadar gayrımenkul taksidi ödemesi yapan bir kişinin bir belediyede imar işlerinden sorumlu başkan yardımcısı olması verilebilir. Tabii ki bu kişiye verilen büyük cezanın görevden alma olduğunu söylersem hangi partiden olduğunu hemen bileceksiniz. Onlardaki en büyük ceza bu, adamı “off” yaparlar işte…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/akademik-gecis-gen-etik_471289

Ekonomik “Kuş”atma

ekonomik kuş atma
Yüksek enflasyon, artmış işsizlik, şişmiş dış borç, kapanamayan cari açık ve yükselmiş faizleri ile gayet tıkırında ilerlemekte olan ekonomimiz, bir anda dolar’ın yukarı doğru fırlamasıyla zor günler yaşamaya başladı. Görünüşte işler, Trump’ın attığı tweetlerle kızıştı. Yetkililerimiz hemen ekonomimizin saldırı altında olduğunu söyledi. Tam olarak kim, nasıl saldırıyordu, saldırırken hangi araçları kullanıyordu? Kanunlarımıza göre suç teşkil edecek şekilde saldırıyorsa neden yakalanıp cezası verilmiyordu? Yok, kanunlarımızda yer alan boşluklardan yararlanarak yasal bir işlemle saldırı yapılmışsa bu açıklık neden hemen kapatılmıyordu? Saldırının tam olarak ne kadar bir etkisi olmuştu? Dünyanın sayılı ekonomilerinden biri, nasıl oldu da saldırılara açık bir hale gelmişti?

Bu soruların cevabını öğrenemeden, hükümet cephesi ekonomimizin kuşatma altında olduğunu söylemeye başladı. Kuşatma daha doğru bir tabir gibi görünüyordu. Twitter’in sembolü bilindiği gibi mavi renkli bir kuş… Bu durumda ekonomi ile ilgili tweet atmaya bir nevi “ekonomik kuş atma” da diyebiliriz. Gerçi, Trump’ın çok daha sert ve saldırgan ifadelerle tweet atarak taciz ettiği başka ülkeler de vardı, ne hikmetse o ülkelerde aynı etki görülmedi. Üstelik ülkemizde yükselen sadece dolar değildi. Tayland Baht’ı ve Hindistan Rupi’si dahil neredeyse bütün paralar karşısında değer kaybediyorduk. Budist bir rahip falan mı tutuklanmıştı? Hindistan ile aramızda “Nirvana minüt” krizi mi yaşanmıştı yoksa? Başımıza bu da mı gelmişti?

Dolar Bozarak Oyun Bozmak

İlk önlem olarak sosyal medyada paylaşılan ve doları tahrik edip kuru yükselttiği tespit edilen sözler hakkında soruşturma başlatıldı. Twitter’in TL’lerine kuşlar mı konar, insan yerli para birimine canım, böyle mi yapardı? Sosyal medya heşteglerinin arşınlandığı ve spekülasyon üzerine spekülasyon yapanların kurşunlandığı söylendi. Doları yükseltenler değilse de yükseldiğini söyleyenler hakkında işlem yapılması yüreğimizi soğutmaya yetti. Sonrasında, vatandaşlara çağrı yapılarak yastık altında ne kadar dolarları varsa TL’ye çevirmeleri ve oyunu bozmaları istendi. Her döviz bozdurma kampanyasında “bütün” dövizlerini TL’ye çeviren zevat, ne ara tekrar döviz alıyordu acaba? Ayrıca, her satış işleminde bir alıcı olması zaruri değil miydi? Satış işlemi oyun bozuyorsa, bu satıştaki alıcı da oyun kurucu mu oluyordu? Peki, benim gibi hiç doları olmayan ve büyük resmi görüp oyunları bozma hevesinde olan sade vatandaşlar ne yapmalıydı? Misal, dolara karşı duruşumu belli etmek için dolarını bozdurmak isteyen herkese yardımcı olup kendilerinden satın alacağımı ve dolar kurunu 4 TL’de sabitlediğimi söylesem olur muydu?

ABD Mallarına Boykot!

Pek çok kamu ihalesini dolar üzerinden fiyatlayan devlet bunu değiştirmemişti ama olsundu. Devlet büyükleri ABD menşe’li ürünlerin vatandaşlar tarafından boykot edilmesini istedi. Bazı ürünlerin gümrük vergilerini artırdı da. Velakin, ismi verilerek boykot edilmesi istenen ürünler o listede yoktu. Üstüne, geçen sene bazı konular yüzünden kızgın gittiğimiz ve Trump’ fırça atmamız beklenen ABD ziyaretinde sürpriz bir şekilde siparişini verdiğimiz 11 milyar dolarlık uçak alımı da iptal edilmedi. Üretime vurgu yapan, yerli malları tüketimini tavsiye eden yöneticilerimiz, sessiz bir şekilde buğday, mısır, arpa ve pirinçte gümrük vergisini sıfırlayarak ithalatın önünü de açtı.

Anlaşılan yine iş vatandaşa düşüyordu; Trump’ın satırlarca tweetlerine tek bir satırla cevap veren bir kasabımız, dolarları o satırla kıyma haline getirdi. Dolarların üstüne basarak halay çekenler, dolarları yakanlar, iphone’lara kurşun sıkanlar, ayağı ile ezenler, balyozla parçalayanlar ve daha neler neler… Bazı marketler, iphone’leri ithal etme satış yapma yöntemi konusunda Apple firması ile mahkemelik olduğundan satışını durdurduğu halde, boykot çağrısına uymuş gibi bunu duyurdu. Hızını alamayan bazı köşe yazarları, yakında iphone kullanan kişilerin sadece teröristler olacağını ilan etti. Iphone’lar için boykot ilan edildi ya, havuz medyası her an “bütün iphone’larda ‘Bykot’ isimli bir yazılımın yüklü olduğu” haberini yayabilir. Yakında Apple kelimesinin abla ile benzerliği, “Mac”lube, i-mam gibi kelimelerin bu firmanın ürünleri ile aynı yapıda olduğu vurgulansa ve buradan yürüyüp bütün iphone kullanıcıları tutuklansa hiç şaşırmayacağım. Bekle ki, Ali Aktaş gibi bir avukat çıksın, Bylock meselesinde on binlerce masum insanın kurtulmasına vesile olduğu gibi iphone sahiplerinin de beraatini sağlasın.

Dolar’ın Ateşi Söndü mü?

Gösterge faizinin yükseltilmesi, swap işlemlerine kısıtlama getirilmesi gibi bir takım tedbirlerle Merkez Bankası dolar yangınına müdahale etti ama etkilerinin ne kadar süreceği belli olmaz. Ne zaman inme başlamışsa gerilimi tırmandıracak sözler ve davranışlarla aniden yükselmesini sağlamak ve keskin iniş çıkışlarla zikzak çizilmesini sağlamak akıllarda soru işareti bırakıyor; bu iniş çıkışlar kimin işine yarıyor, kimler bu durumdan ne kadar kazandı? Yaknda, alım gücü azalmasının tetiklediği enflasyon ve her üründe görmeye başladığı zamlarla, yüksek gösterge faizleri ile devletin aldığı borçların ödenmesi için artırılacak vergilerle vatandaşın kazanmadığı ortada…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ekonomik-kus-atma_470700

Beton Kültürü ve Emlak Bilgisi

Beton Kültürü ve Emlak Bilgisi

Dolar’ın ülkesinden çıkmak suretiyle dış dünyaya açılıp genişlediği ve gelişmekte olan ülkelere bol bol uğrayıp ucuz ucuz konakladığı yıllarda ülkemiz de bu nezaket ziyaretlerinden nasibini aldı.
Mevcut iktidarın inşaat ve emlâk işlerini iktisadi gelişmenin lokomotifi olarak gördüğü, diğer sektörlere nazaran çok daha fazla koruyup kolladığı herkesin malûmu. Bu şekilde gelen paralar ülkemizde betona ve lüks tüketime harcandı. Beton sektörünün önünü açmak için imar kanununda jet hızıyla değişiklikler yapıldı, tahrip edilmiş orman ve tarım alanlarının kullanıma açılması sağlandı. Teşvikler verildi, banka kredilerinde kolaylıklar sağlandı, vergi muafiyetleri tanındı, vergi borçları silindi. Büyük firmalar inşaat işleri ile uğraşmaya başladı, inşaatla uğraşanlar büyüdü.

İmar-Ahit Ofisleri

Kentsel dönüşüm yasası ile eski binalar bir bir yıkılıp yeniden inşa edilmeye başlandı, şehirler şantiyeye dönüştü. Belediyeler, imar planlarında inşa işlerini kolaylaştıracak şekilde değişiklikler yaparak hem gelir elde etti, hem de sektörün önünü açtı. Bazıları öyle abarttı ki, planlarda yer alan fay hattını bile taşıdı! Yol, metro gibi ulaşımı kolaylaştıracak altyapı çalışmaları plana dahil edildiği anda bir mevkinin değerinin bir anda patlama yapacağı bilinen bir şey ve çokça kullanıldı. Uzun vadeli ödeme imkânları ile elde edilmesi kolaylaştırılan ve sağlam bir yatırım aracı olarak görülen gayrımenkuller değerlerinin üstünde fiyatlanmaya başladı. Kısa zamanda büyük kârlar kazandıran inşaat, emlak ve taahhüt işleri, adeta “Beton Kültürü ve Emlak Bilgisi” dersinin zorunlu olduğu “İmar-Ahit” ofislerinin her köşede açılarak mantar gibi çoğalmasına yol açtı.

Beton Kültürü ve Emlâk Bilgisi o kadar damarımıza yerleşti ki… Tarihi eser sayılan binaların restorasyonunda, bu dersin izlerinin en kaba örneklerini görmek mümkün. Sünger Bob’a benzetilen kale mi dersiniz, fayanslarla kaplanan tarihi hamamlar mı, otoparka çevrilen medreseler mi… Konya’da geçen haftalarda açılan piknik alanı beton ve asfalta boğuldu. Deprem toplanma alanlarına dev beton yığını olan AVM’ler yapıldı. 1453 adet hafriyat kamyonundan oluşan dev bir filo ile caddelerde gövde gösterileri yapıldı. Bir tabiat harikası olan Uzungöl çevresi tam bir betongöl haline getirildi. En son Ayder Yaylası’na da kentsel dönüşüm gideceği haberleri vardı. Fatih Camii, Mevlânâ Türbesi gibi yerlerin bahçelerindeki ağaçlar bile kesilip etrafları betona gömüldü.

İnsanoğlu var olduğu ve nüfus çoğaldığı müddetçe inşaat işleri tabiî ki var olacaktır. Fakat sadece inşaata dayalı büyüme planları yapmak ve bütün kaynakları bu alana tevcih etmek yanlış olur. Bir binayı bir defa inşa edersiniz ve uzun yıllar boyu kullanırsınız. Bu yüzden sürdürülebilirliği azdır. Hele ki arz-talep dengesi gözetilmezse balon oluşacağı ve yeterince şiştikten sonra bu balonun patlayacağı aşikârdır. Herhangi bir sebeple finansman problemleri başladığında da insanların ilk gözden çıkardığı şey gayrımenkullerdir. Cari açık, dış borçların çokluğu, yabancı yatırımcıların ülkeden kaçması gibi sebeplerle nakit sıkıntısı çektiğimiz bugünlerde en çok daralmanın hissedildiği sektör inşaat oldu. Durmadan yapılan satış kampanyaları, kamu bankaları eliyle verilen ucuz konut kredilerine rağmen eritilemeyen konut stokları bu konuda ciddi bir tehlikenin bizi beklediğini haber veriyor. Bazı inşaatçılar, konut kredisi oranlarının 8-9 puan düşürülerek aradaki farkın devlet tarafından karşılanmasını bile talep etti. KDV’nin oranlarını %26 yapıp okunuşunu “Kentsel Dönüşüm Vergisi” yaparlarsa hiç şaşırmayacağım.

Çözüm?

Para kaynaklarının bolca bulunduğu yıllarda, bu kaynakları katma değeri yüksek üretimler yapmakta kullanan ülkeler bugün bunun kaymağını yiyor. Zamanında yüksek teknoloji ürünlerine yatırım yapsaydık bugünümüz çok farklı olabilirdi. Eğitim sistemimizin problemleri ve beyin göçü gibi sebeplerle kalifiye insan kaynağı bulmakta zorlanıyoruz, uzun yıllar süren ve pahalı AR-GE çalışmaları gerekiyor. Şimdi sıfırdan başlayalım, biz de katma değeri yüksek ürünler ihraç edelim demek için geç kaldık gibi.

Yerli ve Millî Bir Yüksek Teknoloji Firması Olarak APPLE!

Bugün Apple firmasının piyasa değeri bizim gayrısafi millî gelirimizden fazla. Diyorum ki, Varlık Fonu’muzu kullanarak, enişteden, sağdan soldan borç-harç bulup bir şekilde Apple firmasını satın alalım, yerli ve millî bir yüksek teknoloji firmamız olsun. Zaten apple ürünlerinin isimleri neredeyse yerli ve millî, çoğu “Ay” ile başlıyor. Yanına yıldızı da biz koyarız, dünya ay-yıldızlı ürünlerle dolar Allah’ın izniyle. Mekintoş’u Tekintoş, Macbook’u Tekbook yaparız. iMac ürününü tersten okuduğunuzda cami olduğunu fark ettiniz mi? Bütün birikimlerimizi toplayıp tek varlığımız olan Apple’a yatırdığımız için Varlık Fonu’nun ismini de değiştirip Varlık Phone’u yapmamız gerekecek, olsun. Firma merkezini Konya’daki çok gizli uzay üssümüzün oraya taşırız. Hatta Konya ilimizin adını da bu vesileyle Silikonya yaparız. İşler iyi giderse, bir sonraki sene şaaak diye Google’ı alırız. Yetmedi mi, şaaak bir firma daha alırız, Microsoft! Ne dersiniz, iyi olmaz mı?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/beton-kulturu-ve-emlak-bilgisi_470079

İsim-Şehir Oyunu

batman isim şehir oyunu
Batman’da bazı vatandaşlar, il sınırlarının bir çizgi roman karakteri olan “Batman” (Yarasa Adam) logosu şeklinde yeniden düzenlenmesi için internet üzerinde kampanya başlattı, kampanyaya binlerce kişi destek verdi.
Kampanyayı düzenleyenler, bunun şehrin tanıtımı ve turizm gelirlerinin artması için önemli olduğunu düşünüyor. İl haritasının değişeceğini sanmıyorum, ama kampanya şehrin tanıtımında işe “yarasa” bari…
Farklı din, dil ve kültürleri barındırması bakımından kendine has bir “halita”sı olan Anadolu’da haritaları şehir isimlerine göre düzenlemeye kalksak nasıl olur acaba? Hem de uluslar arası arenada ilgi uyandırması için George ve Hans’ın anlayabildiği şekillere benzeterek yapabiliriz bunu… Meselâ Van Gölü ve şehrinin haritasını İngilizce okunuşu “van” (one) olan bir rakamı şekline benzetebiliriz. Gölün şekli iki türlü değiştirilebilir; ilki gölün içine dolgu malzemesi koyarak su alanı küçültülebilir veya gölün yukarısı ve aşağısından kazım işlemi yapılarak alanı büyütülebilir. Bir yandan da su kıyısında olacak ve imara açılabilecek daha çok alan elde edilebileceği için ikincisi tercih edilebilir diye tahmin ediyorum. Öbür yandan “her taraf beton yığınlarıyla dolu, kurtulmamız lâzım” cümlesinden dolayı ilkinin de seçilmesi mümkündür, bilemedim şimdi. Şimşekleri üzerine çekmeyecekse, Kars şehrimizin haritası Cars (Arabalar) isimli animasyon filmindeki “Şimşek Mcqueen” şeklinde yeniden düzenlenebilir.

TELEFONA BENZETSEK…

İşi iyice ticarete döküp, bazı şehirlerimizin isminde ufak oynamalar yaparak reklâm geliri elde etmemiz işten bile değildir. Düşünsenize, Afyon ilimizin adını “Ayfon” haline getirip haritasını akıllı telefon şekline getirebiliriz. Aynı şekilde Konya’yı Nokya, Samsun’u da Samsung yaptık mı, tamamdır. Allah’tan telefon şekilleri kolay, köşeleri yuvarlatılmış dikdörtgen çizeceğiz, hepsi bu… Nevşehir’in ismi neden “New Shire” olmasın? Karaman “Saruman”, Burdur da “Mordor” olur, Yüzüklerin Efendisi hayranları için bu şehirler açık müze haline getirilir. Bursa da Star Wars’a benziyor, şehre gelen turistleri Mehter Marşı  formatındaki “Jedi’n deden” parçasıyla karşılarız, Mehter’in viralini de yapmış oluruz böylece… Süper Man ise Manisa’ya yakışır vallahi, her ne kadar Tarzan’ı ile meşhur olsa da… İzmir’e pekâlâ “İzmiron Man” diyebiliriz. (İzmirli’leri tanıdıysam muhtemelen Demir Adam’a Çiğdemir Adam diyeceklerdir) Kahramanmaraş’a şimdilik bir film veya çizgi roman karakteri bulamadım, adını Süper Kahramanmaraş yaparız, bütün süper kahramanların sergilendiği bir müze açarız.

TOKAT GİBİ CEVAP

Şehirlerimizin isimleri ve haritalarında yapılacak minicik oynamalarla dünyaca ünlü karamanlar, filmler ve markalar için vazgeçilmez bir reklâm mecrası oluşturmak mümkündür. Bunun şöyle bir faydası daha var; hangi gün, hangi ülke ile dost olup hangisi ile didişeceğimiz belli değil. Bir bakıyorsunuz, kendimizi hiç olmadığımız kadar yakın hissettiğimiz ülkeyi, bir gün sonra lânetlemeye başlamışız. Her ülke için o ülkeyi acıtacak bir ambargo türü veya protestoyu üzerine konumlandırabileceğimiz bir ürün bulmak zor olabilir. Bir ülke ile papaz mı olduk, hemen o ülkenin kahramanının ismini taşıyan şehrimizin adını değiştirir, tokat gibi cevap vermiş oluruz…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/isim-sehir-oyunu_469476

Öne Çıkan Yayın

Gözlükler

  İbrahim Özdabak Karikatürü   “Artık önümüzü göremiyoruz” sözünü ilk duyduğunuzda aklınıza: “Tabii canım, nasıl adım atacağımızı şaşırdık...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: