Bu Blogda Ara
Arşiv
Bit Koyup Mgabyte Almak
Yabancı sermaye ile olan ilişkilerimiz gittikçe karmaşık hale geliyor. Üretime ve ihracata dayalı faaliyeti oldukça az olan ekonomimizin kendisine karşı olan muhabbeti çok fazla ve durmadan çağırıyoruz kendisini. Çıkarmışız dışarı yatırım kaplarımızı, yağar da “dolar” diye bekliyoruz. Öte yandan, dış politikayı içerden oy devşirme maksatlı kullanan ehl-i siyaset-i hamaset, her hafta başka bir sermaye grubunu model olarak kullanıp “düşmanların büyük resimleri” isimi yağlı boya arşivine yeni çizimler ekliyor. Resmedilen yabancı sermaye olunca altın oran kaidesine daha çok uyuluyor olduğunu sanırsınız ama maalesef çok orantısız tasvirler çıkabiliyor ortaya. Bu resimlerden ürken yabancı yatırımcılar gelmeye çekiniyor, daha önce geldiyse de kaçmanın yollarına bakıyor haliyle.
“Yeter ki dışarıdan para gelsin ülkedeki çarkları döndürsün” düşüncesi ile adeta Orhan Veli şiiri gibi sesleniyoruz yatırımcılara:
“Çağırsam, sesimi duyar mısınız, borsalarımda?
Dokunabilir misiniz yatırımlarıma ellerinizle
Doldurabilir misiniz tulumbamı, gözyaşlarınızla?
Bilmezdim inşaatların bu kadar çok
Kredilerinse bu kadar kifayetsiz olduğunu
Temerrüde düşmeden önce
Bir borç var, biliyorum
Her şeyi ödemek mümkün”
Dış sermayeye hitap şeklimiz bazen Attila İlhan gibi de olabiliyor:
“Ben sana mecburum bilemezsin
Dolarlarını kasamda tutuyorum
Büyüdükçe %11 büyüyor ülkem
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum (Sıcak para etkisi dedikleri şey olsa gerek)
..
Ne vakit bir altyapı projesi düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Parasız ve ellerimizi kirletmeden (Müteahhit Fikri usulü)
Ne vakit bir altyapı projesi düşünsem
İhaleye senin paranla başlıyorum
İçinde gizli garantiler dolaşıyor sözleşmelerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin”
Kendisi olmadan yapamadığımız, ancak onu da ihanetler sarmalının orta yerinde gördüğümüz ve güvenmediğimiz dış sermaye ile ilişkimizi en iyi anlatan sahnelerden biri de Kadir İnanır’ın filmin aktristine kendisini sevip sevmediğini sorup olumsuz cevap aldıkça tokat atması ve aynı sorunun üçüncü tekrarında “evet” cevabı alınca yine tokadı basarak “yalannn söylüyorsun!” dediği olsa gerek.
Küresel ekonomik ilişkilerin girift bir hal aldığı zamanımızda, ülkemize gelen yabancı sermaye de bizim kara kaşımıza sevdalı olup gelmiyor. Ticari çıkarlarına uygun gördüğü ve güvenlikten emin olduğu sürece buraya gelip iş yapabilir. Ajan, terörist ve hain gibi sıfatlarla itham edilmenin ve varlıklarına el konmasının çok kolay olduğu OHAL rejiminde kendisini güvende hissedebilir mi? Hukuk uygulamarının keyfiliği, demokrasi ve insan hakları konusundaki uluslararası endekslerde sürekli daha düşük seviyelere gerilememiz sadece yabancıları değil vatandaşlarımızı da olumsuz etkiliyor. Tüketici güven endeksi, kriz etkisi ile en düşük değerlerine yaklaştığı 2008 rakamlarına yakın yerlerde seyrediyor.
El parasına güven olmuyor madem, kısa sürede bir sanayi hamlesi yapmak ve ihracatı katlamak da kolay değil, neden ülke olarak bitcoin’e yatırım yapmıyoruz? Hazır, Varlık Fonu’muz var ve ülkenin en münbit varlılarını bünyesinde toplamış, versin parasını, dünyadaki bütün bitcoinleri satın alsın. Şimdi bana, bütün bitcoinlerin piyasaya çıkmadığını (madenciler tarafından çıkarılmamış bitcoinler olduğunu) söyleyecekler çıkacak. Kardeşim, topraktan girmekten bahsediyorum bu işe… “Yerin üstü-altı ne kadar varsa bütün bitcoinleri sar, paketle” diyeceğiz piyasaya. Hem toptan alınca daha ucuza da alırız belki. Artık bu para bir devlet desteğine sahip olur, istediğimiz zaman ve istediğimiz kadar piyasaya sürebiliriz. Algoritmasını değiştirip üretilebilecek maksimum bitcoin sayısını da 21 milyondan sonsuza çekeriz. Değeri on yüz bin baloncuk seviyesine çıkınca da satışı hızlandırırız. Bit koyup megabayt alırız.
Ha, işler ters mi gitti, bitcoin enflasyonu mu yaşandı, sıfırlarını sileriz olur biter! “Bir megabytecoin, artık bir yeni Türk coinidir” dediğimizde kim itiraz edecek?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bit-koyup-megabayt-almak_449522
(M)izah-ı Gündem
Gündemi itibarıyla çok yoğun zamanlardan geçiyoruz. Kediye işkence yapan asker görüntüsüyle geçen haftaya başladık. Her kesimden insan ortak ve haklı bir şekilde tepki gösterdi. Bütün tepkiler orada harcanmış olmalı ki hemen akabinde gelen, miğfer ile başına vurularak katledilen başka bir asker haberi yürekleri dağladı ama kedi haberi kadar kendine makes bulmadı. Enteresandır ki acılarımız da kutuplaştırıcı ve birleştirici olarak farklı kutuplara ayrıldı.
***
Muhalefet partisi, Cumhurbaşkanı’nın bazı akraba ve yakınlarının hesaplarından yurtdışındaki şirketlere yüklü miktarda para transferi yapıldığını söyledi ve yapılan işlemlere ait olduğunu ifade ettiği dekontları ve SWIFT mesajlarını kamuoyuyla paylaştı. “İthalat dışı döviz transferi” ifadesinden neden illa da yurtdışına para çıkarıldığını anlıyorlar, bilmiyorum.
Hükümete yakın yayın organları daha belgeler paylaşılmadan onları sahte ilan etti. Kimi de yapılan işlemlerin ülke içinde kaldığını iddia etti. Hükümet partisi konu ile ilgili bilgilendirici mahiyette hazırladığı broşürde muhalefet partisinin kullandığı belgelere yer vererek “işte gerçek belgeler” dedi. Mustafa Erdoğan isminin geçtiği kısmı buğulandırarak elde edilen gerçek belgeler iyi ki ortaya çıkarıldı.
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı “Bazı haberler, sinyaller alıyorum bazı iş adamlarının varlıklarını yurt dışına kaçırma gibi gayretlerinin olduğunu duyuyorum. Buradan sesleniyorum, önce kabinemize sesleniyorum, bunların hiçbirine çıkış için asla izin vermemelisiniz. Çünkü bu adımlar ihanet-i vataniyedir. Bu ülkede kazanıp varlıklarını yurt dışına çıkarmaya çalışanlara iyi nazarla bakamayız” dedi. Hemen ertesi gün, sözlerinin yanlış anlaşıldığını söyleyerek şöyle düzeltti: “Türkiye serbest piyasa ekonomisine sahiptir. 1989 yılından beri isteyen herkesin yurt dışına parasını çıkarma hakkı vardır ve bu devam etmektedir” Maddiyatıyla, “MAN”evi”yatı”yla herşeyini toplayıp yurtdışına çıkarmak ihanet sayılır mı bilmem ama hoş bir şey değil cidden. Bakınız Yerli Malı Haftası geliyor, lütfen dikkat edelim.
Biz adaya para yollandı mı yollanmadı mı tartışması içerisindeyken “Elon” Musk’ı, Boeing firmasının CEO’suyla Mars’a adam yollamanın ilki olmak konusunda yarışıyor. Neyse ki bu adamlar yerli değil, yer küre dışına gitmek için can atan ve birbiriyle yarışanlar yerli olmaz zaten, kusura bakmasınlar! “Hain ve terörist” de derdim ama ayıp olur şimdi, hem ülkemizi ziyaret etti, hem de uydularımızı onun araçlarıyla uzaya fırlatacağız nasipse.
***
Haftanın incilerinden biri daha geliyor: Ekmek Sanayii İşverenler Sendikası Genel Sekreteri Cihan Kolivar, ekmeğin, ucuz olması nedeniyle israf edildiğini iddia etti ve “Bana kalsa ekmeği 5 liraya yediririm israf olmasın diye. Siz hiç çöpte sucuk, pastırma, kavurma gördünüz mü? Göremezsiniz, çünkü pahalı” dedi. Naçar kaldıkları için mi, yoksa sucuk salam düşünüp akıllarına Macar geldiği için mi bilinmez, Halk oyunları yarışması için Macaristan’a giden 16 kişilik ekipten 11 kişinin yurda dönmediği ve iltica ettikleri ortaya çıktı. Halaydı, gerçek oldu.
Aslında şimdiki sağlık sisteminin selameti için bence ekmek fiyatında indirime gidilmeli ve bir ekmek 50 kuruş olmalı. Çünkü ekmek ucuz olduğunda, pahalı olduğu için salam, sucuk, pastırma gibi şeyleri alamayan vatandaş, karnını doyurmak için yarım ekmek arası çeyrek ekmek yemeğe başlayacak. GDO’suydu hormonuydu, katkı maddeleriydi derken zaten bozulmuş olan ekmeği daha çok yiyen vatandaş buna bağlı olarak daha çok hasta olacak. 20 sene boyunca hasta garantisi verilmiş yeni hastaneler yok mu, şehir hastaneleri… Hah, işte madem onlara söz verildi, artık vatandaş ta görevini yaparak kendini hastanelere abone edecek tedbirler düşünmeli, değil mi?
***
Azeri söz yazarı ve besteci olarak anıldığını ilk defa duyduğum Reza Zerrab için Dışişleri Bakanlığımızın iki defa nota verdiğini biliyoruz. Zerrab ve notalar denince nedense aklıma sadece “do”lar geliyor. Malum, iki adet farklı do notası var. Hükümet basını da, Zerrab’ı cari açığımızı kapatan ve ihracat şampiyonu bir kahraman ilan etti, arka fonda Türk bayrağı ile çekilmiş görüntülerini yayınladı. Bu ince do örneğiydi. Şimdi ise casus olduğu öne sürülerek bütün mal varlığına el konuldu, bu da kalın do olmalı. Kudüs konusunda veya ülkemiz için Zerrab meselesinden çok daha hayati olduğu bilinen başka konularda ABD’ye nota verilmiş midir?
Not: “Ey” iki harfli olsa da, söylenirken y harfi dört elif miktarı uzatılsa da nota sayılmaz.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/m-izah-i-gundem_448343
"Hamil-i Kart Yakinimdir"
Geçen hafta, Ulusal Akıllı Ulaşım Sistemi adı verilen
bir projeyle Türkiye’nin bütün illerinde ulaşım sistemlerinde
kullanılabilecek tek bir kart geleceğini müjdeleyen haber, pek çok
gazete ve haber kaynağında yer aldı.
Halihazırda her ilde farklı bir kart sistemi kullanılıyor. Ankara’da
okuyan, ama ailesinin İstanbul’da ikamet ettiği ve aslen İzmir’li olup
akrabalarının önemli bir kısmı İzmir’de oturan bir öğrenci, Bursa’daki
arkadaşlarını ziyarete giderse 4 adet farklı kent kart almak zorunda,
üstelik bunlardan sadece birinde öğrenci indiriminden faydalanabiliyor.
Halbuki üniversitenin kendisine verdiği öğrenci kartında bütün Türkiye
genelinde öğrencilere tanınacak indirim ve faydalardan yararlanabileceği
yazıyor!
Gazete haberleri arşivine bakıldığında 2012 yılından beri her sene “tek kart için düğmeye basıldı” minvalinde aynı haberin çıkmış olduğu görülebilir. Bu sene bu proje hayata geçecek mi, şimdilik bilmiyoruz. Farklı sistem altyapıları kullanan şehirlerde bu entegrasyonun tam olarak nasıl yapılacağı anlatılmamış. Yerli bir yazılım sisteminin ortak olarak kullanılacağı bilgisi var. Meselâ, İstanbul’da kullanmak üzere üzere kartına aylık abonmanlık yüklemesi yapan bir kişi, başka şehirde de bunu kullanabilecek midir?
Aslına bakarsanız, kullanımına yeni geçilen kimlik kartlarında temaslı ve temassız kullanılabilecek çipler var. Bütün kredi kartı bilgileri, ehliyet bilgileri, öğrenci kimlik kartları, kurumların kapı giriş kartları, yemek kartları velhasıl, şu anda cüzdanımızı dolduran bütün kartlar ve tanımlamalar, çipli kimlik kartlarımızda toplanabilse ne iyi olurdu.
Ulaşımda tek kart uygulaması iyi olacak da, tek tarife uygulanabilecek mi acaba? Son zamanlarda İstanbul kart bastığında ekranda “ücretsiz” yazan kişilerin sayısında oldukça fazla artış görüyorum. Ücretsiz seyahat edebilecek kişilerin belirlenmesi hususunun, “4736 sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Ürettikleri Mal ve Hizmet Tarifeleri İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” çerçevesinde Bakanlar Kurulu yetkisinde olduğu belirtilmiştir.
İETT sayfasında ücretsiz seyahat kartları şöyle sıralanmaktadır: 65 yaş, harcırah, engelli, PTT, TÜİK, Şehit Ailesi, Şehit Eşi, Refakatli, Sarı Basın kartı, EHS (Emniyet hizmetleri sınıfı, muvazzaf asker-polis), Belediye Zabıta, Millî Sporcu, Gazi, Gazi Ailesi, Vazife Malülü ve Vazife Malülü Ailesi.
Yukarıda sayılanların dışında olan ve İETT sayfasında bulunmayan “Denetim Kartı” sahipleri de ücretsiz seyahat edebiliyormuş. Kimler bu kartların sahipleri? Belediye’nin ulaşım hizmetleri kalitesini arttırmak için görevlendirdiği kişilermiş. Bu kişiler kaç tane problem belirledi ve çözümüne katkıda bulundu acaba? Madem görevliler, bari görevleri başında iken bir yaka kartı taksınlar, ya da özel bir kıyafet giysinler de biz de bu denetçi arkadaşlara derdimizi anlatabilelim, değil mi? Şimdi diyeceksiniz ki “Canım, denetim dediğin gizli olur, denetlenen şoförler onların görevli olduklarını anlamamalı”. Ben de derim ki, kart basıldığı anda hangi türde bir kart olduğu bilgisi şoförün görebileceği ekranda çıkıyor. Yani gizli denetçilerin gizliliği sadece vatandaşa! Vatandaşa açık olan ekranda yalnızca “ücretsiz” yazısı görünüyor. Görüntüsünden malül, 65 yaş üstü ve engelli olmadığı anlaşılan ve ücretsiz kart basmış herkese “hayırdır?” diye sormak isterim, ama nemelâzım, polis çıkar da OHAL şartlarında başım belâya girer diye soramıyorum. Hayır, gazetecilerin çoğu içerde, dışardakilerin de büyük kısmı “serbest dolaşan” değil, yalılarda ikamet eden çiftlik gazetecisi veya pelikan kanatları üstünde havadan seyahat edenler… Yeni Asya gibi gazetelerin muhabirlerinin de sarı basın kartlarını yenilemiyorlar uzun bir süredir.
Sayıştay’ın hazırladığı İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2016 Yılı Düzenlilik Denetim Raporu’na göre denetim kartları aracılığıyla 2016 yılı içerisinde toplu taşıma hizmetlerinden 1.036.928 adet ücretsiz olarak faydalanıldığı tesbit edilmiş. (https://www.sayistay.gov.tr/tr/Upload/62643830/files/raporlar/kid/2016/Belediyeler/%C4%B0STANBUL%20B%C3%9CY%C3%9CK%C5%9EEH%C4%B0R%20BELED%C4%B0YES%C4%B0.pdf adresinden ilgili rapora ulaşılabilir, 127 ve 128. sayfalarda tablo ve bilgiler yer alıyor) Sayıştay bu durumu mevzuata uygun bulmamış ve eleştirisini “yayımlanan Bakanlar Kurulu Kararlarında haklarında muafiyet hükmü bulunmayan kişilere Kurum tarafından ‘Denetim Kartı’ verilerek toplu ulaşım hizmetlerinden ücretsiz faydalanmaları mevzuata uygun bulunmamaktadır” şeklinde ifade etmiş.
Eskiden, kendilerine ayrıcalık tanınmasını isteyen kişiler, arkasında “hamil-i kart yakinimdir” ibaresi bulunan kartvizitlerle dolaşırdı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi de acaba “hamil-i denetim kartı yakinimdir” mi demek istiyor?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/hamil-i-kart-yakinimdir_447855
Gazete haberleri arşivine bakıldığında 2012 yılından beri her sene “tek kart için düğmeye basıldı” minvalinde aynı haberin çıkmış olduğu görülebilir. Bu sene bu proje hayata geçecek mi, şimdilik bilmiyoruz. Farklı sistem altyapıları kullanan şehirlerde bu entegrasyonun tam olarak nasıl yapılacağı anlatılmamış. Yerli bir yazılım sisteminin ortak olarak kullanılacağı bilgisi var. Meselâ, İstanbul’da kullanmak üzere üzere kartına aylık abonmanlık yüklemesi yapan bir kişi, başka şehirde de bunu kullanabilecek midir?
Aslına bakarsanız, kullanımına yeni geçilen kimlik kartlarında temaslı ve temassız kullanılabilecek çipler var. Bütün kredi kartı bilgileri, ehliyet bilgileri, öğrenci kimlik kartları, kurumların kapı giriş kartları, yemek kartları velhasıl, şu anda cüzdanımızı dolduran bütün kartlar ve tanımlamalar, çipli kimlik kartlarımızda toplanabilse ne iyi olurdu.
Ulaşımda tek kart uygulaması iyi olacak da, tek tarife uygulanabilecek mi acaba? Son zamanlarda İstanbul kart bastığında ekranda “ücretsiz” yazan kişilerin sayısında oldukça fazla artış görüyorum. Ücretsiz seyahat edebilecek kişilerin belirlenmesi hususunun, “4736 sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Ürettikleri Mal ve Hizmet Tarifeleri İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” çerçevesinde Bakanlar Kurulu yetkisinde olduğu belirtilmiştir.
İETT sayfasında ücretsiz seyahat kartları şöyle sıralanmaktadır: 65 yaş, harcırah, engelli, PTT, TÜİK, Şehit Ailesi, Şehit Eşi, Refakatli, Sarı Basın kartı, EHS (Emniyet hizmetleri sınıfı, muvazzaf asker-polis), Belediye Zabıta, Millî Sporcu, Gazi, Gazi Ailesi, Vazife Malülü ve Vazife Malülü Ailesi.
Yukarıda sayılanların dışında olan ve İETT sayfasında bulunmayan “Denetim Kartı” sahipleri de ücretsiz seyahat edebiliyormuş. Kimler bu kartların sahipleri? Belediye’nin ulaşım hizmetleri kalitesini arttırmak için görevlendirdiği kişilermiş. Bu kişiler kaç tane problem belirledi ve çözümüne katkıda bulundu acaba? Madem görevliler, bari görevleri başında iken bir yaka kartı taksınlar, ya da özel bir kıyafet giysinler de biz de bu denetçi arkadaşlara derdimizi anlatabilelim, değil mi? Şimdi diyeceksiniz ki “Canım, denetim dediğin gizli olur, denetlenen şoförler onların görevli olduklarını anlamamalı”. Ben de derim ki, kart basıldığı anda hangi türde bir kart olduğu bilgisi şoförün görebileceği ekranda çıkıyor. Yani gizli denetçilerin gizliliği sadece vatandaşa! Vatandaşa açık olan ekranda yalnızca “ücretsiz” yazısı görünüyor. Görüntüsünden malül, 65 yaş üstü ve engelli olmadığı anlaşılan ve ücretsiz kart basmış herkese “hayırdır?” diye sormak isterim, ama nemelâzım, polis çıkar da OHAL şartlarında başım belâya girer diye soramıyorum. Hayır, gazetecilerin çoğu içerde, dışardakilerin de büyük kısmı “serbest dolaşan” değil, yalılarda ikamet eden çiftlik gazetecisi veya pelikan kanatları üstünde havadan seyahat edenler… Yeni Asya gibi gazetelerin muhabirlerinin de sarı basın kartlarını yenilemiyorlar uzun bir süredir.
Sayıştay’ın hazırladığı İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2016 Yılı Düzenlilik Denetim Raporu’na göre denetim kartları aracılığıyla 2016 yılı içerisinde toplu taşıma hizmetlerinden 1.036.928 adet ücretsiz olarak faydalanıldığı tesbit edilmiş. (https://www.sayistay.gov.tr/tr/Upload/62643830/files/raporlar/kid/2016/Belediyeler/%C4%B0STANBUL%20B%C3%9CY%C3%9CK%C5%9EEH%C4%B0R%20BELED%C4%B0YES%C4%B0.pdf adresinden ilgili rapora ulaşılabilir, 127 ve 128. sayfalarda tablo ve bilgiler yer alıyor) Sayıştay bu durumu mevzuata uygun bulmamış ve eleştirisini “yayımlanan Bakanlar Kurulu Kararlarında haklarında muafiyet hükmü bulunmayan kişilere Kurum tarafından ‘Denetim Kartı’ verilerek toplu ulaşım hizmetlerinden ücretsiz faydalanmaları mevzuata uygun bulunmamaktadır” şeklinde ifade etmiş.
Eskiden, kendilerine ayrıcalık tanınmasını isteyen kişiler, arkasında “hamil-i kart yakinimdir” ibaresi bulunan kartvizitlerle dolaşırdı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi de acaba “hamil-i denetim kartı yakinimdir” mi demek istiyor?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/hamil-i-kart-yakinimdir_447855
Ezberabim
PISA Direktörü Andreas Schleicher, son PISA sınavında
Türk öğrencilerin başarı durumunu değerlendirirken, öğrencilerimizin
bir şeyi ezberlemek ve onu kâğıda dökmek konusunda başarılı olduklarını,
fakat bilgiyi kullanmaları gerektiğinde zorlandıklarını söyledi.
Kısaca, ezberci bir eğitimden uzaklaşılması gerektiğini ifade etti.
Bu eleştiriye cevap veren Millî Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Yusuf Tekin,
“Ezber mantığı ve yöntemi bizim geleneğimiz için önemli bir öğrenme
yöntemidir. Buna Batılı bir normda yaklaşıp ‘tu kaka’ hale getirmemek
gerekir” dedi.
Getirilen eleştiri ile verilen cevap arasında sanki uyumsuzluk var gibi. “Hababam Sınıfı” filminde, müfettiş Hüseyin Şevki Topuz’un okula teftiş için geleceğini öğrenen müdür, bu müfettişin itiyadi olarak sorduğu soruların cevaplarını öğrencilere ezberletmeye çalışır. Müfettiş geldiğinde, sorduğu soruları hiç dinlemeden ezberledikleri cevapları sırasıyla veren öğrenciler komik durumlara düşerler. Bana kalırsa, Schleicher, bu tarz bir eğitim modelini eleştirmektedir.
Üniversiteye ilk başladığım yıllarda bize “Bilgisayara Giriş” dersinde manası öğretilmeden ezberletilen “Setver komutunun çalışması için config.sys içinde device ile tanımlanmalıdır” cümlesi vardı ki, hâlâ aklımdadır. Sınavda, verdiğim cümledeki Türkçe olmayan kelimeler yerine noktalar konulmuş ve boşlukları doldurmamız istenmişti. Şu anda bu bilgiyle ne yapacağımı cidden bilmiyorum.
Liseyi bitirdiğimde muhtemelen Newton’un bulduğu bütün formülleri sayabilecek durumdaydım, ama asla kendimin Newton kadar bilgili olduğunu düşünemedim. Karmaşık sayılabilecek bir formülü ezberlemek ve formül değişkenlerinden biri hariç diğerlerinin verildiği sorularda, formülün matematiksel uygulaması ile verilmeyeni bulmak fizik öğrenmek değildir. Bir kilo, bir metre gibi bazı ölçü birimlerinin ne anlama geldiğini hissi olarak biliyoruz. Yani az mı, çok mu bir şekilde bize bir şey ifade ediyor. Peki, fizikte enerji birimi olan joule’ü ele alalım. Lisede okuyan bir kardeşimize annesi o gün ne iş yaptığını sorduğunda “5 joule” diye cevap verirse, kendisi de lise mezunu olan anne bu işin çok mu yoksa az mı olduğunu anlayabiliyor mu? Halbuki kaba bir hesapla 5 joule, bir kg ağırlığındaki bir cismi yerden alıp yarım metre yüksekliğe çıkarmak için harcanan enerji miktarına eşittir. (potansiyel enerji formülü olan E=m.g.h formülünü kullandım, yerçekimi ivmesini de yuvarlayarak 10 aldım).
Ezberci sisteme karşı çıkılırken, hiçbir şeyin ezberlenmemesi gerektiği söylenmiyor. Ancak bütün bilim dallarında uzmanlıkların arttığı bir zamanda ansiklopedik bilgileri anlamlarını bilmeden ve nerede nasıl kullanılacağını idrak etmeden saymak artık bir meziyet değil. İlmî istibdat uygulayarak, sorgu sual kabul etmeden, salt bilgiyi kendi ifade tarzıyla insanlara dayatmak modeli artık işe yaramıyor. Aamir Khan’ın rol aldığı “3 idiots/3 aptal” filmi böyle dogmatik öğretim metodlarına eleştirel ve eğlenceli bir tarzda yaklaşan güzel bir filmdir.
Toplu taşıma araçlarında bazen liseli öğrencilere rast geliyorum. Yaşlarının verdiği heyecanla biraz yüksek sesle konuşabildikleri için sohbetleri kendi aralarında kalmayabiliyor. Tabiî ki hepsi için aynı şeyi söylemek mümkün değil, ancak genel olarak dinlediğim sohbetlerinden anladığım kadarıyla gündemleri şöyle; karşı cinsle olan münasebetler, cep telefonu modelleri, sosyal medya üzerinden birbirlerine yolladıkları mesajlar ve resimler, futbol bahisleri, bahis tüyoları veren ve tutturduğu söylenen web siteleri… Şu ana kadar geleceğe dair fikirler veya hayallerin, güzel işler yaparak insanlığa fayda getirecek projelerin konuşulduğuna denk gelmedim. Kısa yoldan köşeyi dönme, emek harcamadan para kazanma, lüks içerisinde yaşama gibi konular maalesef o yaştaki çocukların zihnini meşgul ediyor.
Hal böyle olunca, dolandırıcılara da yiyecek ekmek çıkıyor. 4-5 ay içerisinde yatırılan paranın amorti edileceğini vaat eden adamlar piyasadan para topluyor. Hem de bilgisayar oyunu görünümlü sitelerde bunu yapıyorlar. Ülkemiz ekonomik şartlarında hiçbir yatırım aracının veremediği kâr oranlarını garanti eden bu sitelere bazı insanların bankalardan kredi çekmek suretiyle borç para alıp yatırdığı söyleniyor. Farklı versiyonları geçmişte defalarca denenmiş olan saadet zincirleri, yeni denemeler yapmaktan vazgeçmiyor ve her seferinde başarılı olabiliyorsa, mantık, tarih ve matematik derslerinden de gerekli feyzi alamadığımızı göstermiyor mu? Bunun bir aldatmaca olabileceğini tahmin ettiği halde dahil olan, sisteme katılan yeni kişiler oldukça patlamayacağını bildiği için gittiği yere kadar kârını almayı düşünen kişiler, insanlık dersini de ezber yaparak geçmiş olmalı…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ezberabim_447330
Getirilen eleştiri ile verilen cevap arasında sanki uyumsuzluk var gibi. “Hababam Sınıfı” filminde, müfettiş Hüseyin Şevki Topuz’un okula teftiş için geleceğini öğrenen müdür, bu müfettişin itiyadi olarak sorduğu soruların cevaplarını öğrencilere ezberletmeye çalışır. Müfettiş geldiğinde, sorduğu soruları hiç dinlemeden ezberledikleri cevapları sırasıyla veren öğrenciler komik durumlara düşerler. Bana kalırsa, Schleicher, bu tarz bir eğitim modelini eleştirmektedir.
Üniversiteye ilk başladığım yıllarda bize “Bilgisayara Giriş” dersinde manası öğretilmeden ezberletilen “Setver komutunun çalışması için config.sys içinde device ile tanımlanmalıdır” cümlesi vardı ki, hâlâ aklımdadır. Sınavda, verdiğim cümledeki Türkçe olmayan kelimeler yerine noktalar konulmuş ve boşlukları doldurmamız istenmişti. Şu anda bu bilgiyle ne yapacağımı cidden bilmiyorum.
Liseyi bitirdiğimde muhtemelen Newton’un bulduğu bütün formülleri sayabilecek durumdaydım, ama asla kendimin Newton kadar bilgili olduğunu düşünemedim. Karmaşık sayılabilecek bir formülü ezberlemek ve formül değişkenlerinden biri hariç diğerlerinin verildiği sorularda, formülün matematiksel uygulaması ile verilmeyeni bulmak fizik öğrenmek değildir. Bir kilo, bir metre gibi bazı ölçü birimlerinin ne anlama geldiğini hissi olarak biliyoruz. Yani az mı, çok mu bir şekilde bize bir şey ifade ediyor. Peki, fizikte enerji birimi olan joule’ü ele alalım. Lisede okuyan bir kardeşimize annesi o gün ne iş yaptığını sorduğunda “5 joule” diye cevap verirse, kendisi de lise mezunu olan anne bu işin çok mu yoksa az mı olduğunu anlayabiliyor mu? Halbuki kaba bir hesapla 5 joule, bir kg ağırlığındaki bir cismi yerden alıp yarım metre yüksekliğe çıkarmak için harcanan enerji miktarına eşittir. (potansiyel enerji formülü olan E=m.g.h formülünü kullandım, yerçekimi ivmesini de yuvarlayarak 10 aldım).
Ezberci sisteme karşı çıkılırken, hiçbir şeyin ezberlenmemesi gerektiği söylenmiyor. Ancak bütün bilim dallarında uzmanlıkların arttığı bir zamanda ansiklopedik bilgileri anlamlarını bilmeden ve nerede nasıl kullanılacağını idrak etmeden saymak artık bir meziyet değil. İlmî istibdat uygulayarak, sorgu sual kabul etmeden, salt bilgiyi kendi ifade tarzıyla insanlara dayatmak modeli artık işe yaramıyor. Aamir Khan’ın rol aldığı “3 idiots/3 aptal” filmi böyle dogmatik öğretim metodlarına eleştirel ve eğlenceli bir tarzda yaklaşan güzel bir filmdir.
Toplu taşıma araçlarında bazen liseli öğrencilere rast geliyorum. Yaşlarının verdiği heyecanla biraz yüksek sesle konuşabildikleri için sohbetleri kendi aralarında kalmayabiliyor. Tabiî ki hepsi için aynı şeyi söylemek mümkün değil, ancak genel olarak dinlediğim sohbetlerinden anladığım kadarıyla gündemleri şöyle; karşı cinsle olan münasebetler, cep telefonu modelleri, sosyal medya üzerinden birbirlerine yolladıkları mesajlar ve resimler, futbol bahisleri, bahis tüyoları veren ve tutturduğu söylenen web siteleri… Şu ana kadar geleceğe dair fikirler veya hayallerin, güzel işler yaparak insanlığa fayda getirecek projelerin konuşulduğuna denk gelmedim. Kısa yoldan köşeyi dönme, emek harcamadan para kazanma, lüks içerisinde yaşama gibi konular maalesef o yaştaki çocukların zihnini meşgul ediyor.
Hal böyle olunca, dolandırıcılara da yiyecek ekmek çıkıyor. 4-5 ay içerisinde yatırılan paranın amorti edileceğini vaat eden adamlar piyasadan para topluyor. Hem de bilgisayar oyunu görünümlü sitelerde bunu yapıyorlar. Ülkemiz ekonomik şartlarında hiçbir yatırım aracının veremediği kâr oranlarını garanti eden bu sitelere bazı insanların bankalardan kredi çekmek suretiyle borç para alıp yatırdığı söyleniyor. Farklı versiyonları geçmişte defalarca denenmiş olan saadet zincirleri, yeni denemeler yapmaktan vazgeçmiyor ve her seferinde başarılı olabiliyorsa, mantık, tarih ve matematik derslerinden de gerekli feyzi alamadığımızı göstermiyor mu? Bunun bir aldatmaca olabileceğini tahmin ettiği halde dahil olan, sisteme katılan yeni kişiler oldukça patlamayacağını bildiği için gittiği yere kadar kârını almayı düşünen kişiler, insanlık dersini de ezber yaparak geçmiş olmalı…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ezberabim_447330
Ekmek Ya da Ekmemek
1940’lı yılların Türkiye’si hakkında yazılan “Önce
Ekmekler Bozuldu” isimli hikâye kitabı ve kitaba ismini veren ilk hikâye
“önce ekmekler bozuldu, sonra her şey…” cümlesiyle başlar, “her şey
ekmekle başladı, ekmekle bitecek” cümlesiyle biter. Savaş psikolojisi
içerisindeki insanların yoklukla geçen hayatlarından bahseder. Toplumsal
bozulmanın ve çürüme başlangıcının simgesi haline gelen bu söz,
neredeyse artık deyimleşmiştir.
Samanı ve buğdayı bile ithal eder hale geldiğimiz ülkemizde, genetiği
ile oynanmış organizmalarla üretilmiş katkı maddelerinin de eklendiği
ekmeklerimiz haberlere konu oluyorsa ekmeklerimizin sağlığı konusunda
ciddî endişeler taşımalıyız her halde. Yani ekmeğimiz bir kez daha
bozuldu!
Türkiye’de her sosyal dönüşüm ekmek kaynaklı bozulma sebebiyle olmuş değilse de ekmek kaygısı ne zaman tavan yaptıysa hemen akabinde bir dönüşüm yaşandığı görülmüştür. Belli bir kesimin sırtından eksik olmayan devlet sopası bütün bir topluma yayılınca, tek parti iktidarı bile ilk adil seçimde koltuğu kaybetti, hem de öğretmeninden askerine, kaymakamından valisine bütün memur ve bürokrat tayfası kendisini destekliyorken.
Siyaset kurumuna duyulan güvenin zedelendiği, yapılan anketlerde en güvenilen kurum olarak askeriyenin çıktığı 28 Şubat döneminde ideolojik bir duruşu olan partilere ilkelerinin tam zıddı hareketler yaptırıldı. Muhafazakâr kimlikleriyle bilinen partiler döneminde dinî eğitimi önleyen sekiz yıllık kesintisiz eğitim modelinin temelleri atılırken, milliyetçi partinin iktidar ortağı olduğu zamanda da idam cezası kaldırıldı. Üstüne, devalüasyonla bir gecede döviz borcu olan herkesin borcunun ikiye katlandığı ekonomik bir kriz yaşanıp acı reçetelerle sıkı ekonomik politikalara geçildiği bir anda denenmemiş olan ve yeni şeyler söylediğini iddia eden parti iktidara geldi.
Yeni parti, acı ekonomik reçetelerin devamını sağladığı gibi meyvelerini de topladı. Küresel olarak esen finansal rüzgârı da arkasına alarak belli bir mesafe kaydetti. Kucağında bulduğu zaferin sarhoşluğu ile üretimi ve istihdamı arttıracak tedbirler yerine kendine tabi olanları ihya etti ve günü kurtarmayı tercih etti. Memleketinden belli bir süre uzakta kalan ve dünyaya dağılan dolarlar, somon balıkları gibi şu anda doğdukları yere dönme eğilimi gösteriyorlar. FED’in önümüzdeki dönemlerde muhtemelen yapacağı faiz arttırımları ile okyanusları aşıp eve gidecek olan dolar somonları, bizim de somunlarımızı etkiliyor tabiî ki.
İç ve dış politikalardaki belirsizlikler dolayısıyla yabancı sermaye ülkemizden temkinli adımlarla uzaklaşıyor. Artan ithalatla dışa bağımlılığı her geçen gün katmerleşen ülkemizde finansal kaynak bulma maliyeti gittikçe artıyor. İtibardan da tasarruf edecek değiliz ki, örtülü örtüsüz harcamalarımız kısılmadığı için tulumbalarımız suyunu çekmeye başladı. Ben demiyorum, yöneticilerimiz diyor bunu.
Tulumbayı doldurmak için vatandaşın vergilerine yükleniliyor. Motorlu taşıtlar vergisi konusunda yapılabilecek zam oranı yasayla belirlenmişken (% 15), bu oranın yaklaşık iki buçuk katı kadar yükseltilip % 40’lık bir zam yapıldığı kararı açıklanmıştı. Gelen tepkiler sonrası devletin en tepesi konuya müdahale ederek bu oran % 25’e indirildi. Bu zam filmi çok tutunca, devamı olan cam filmi de çekildi.
Bir başka film de ekmekte çekiliyor. Milletimizi israf bataklığından kurtarmak ve sağlıklı bir hayata kavuşturmak gibi ulvî gayelerle ekmek gramajları düşürülüyor. Türkiye Fırıncılar Federasyonu başkanı bunun gizli bir zam olmayacağını söylüyor, hayata geçirildiğinde görürüz artık. Gram/fiyat oranında bir değişiklik olmayacak olsa bile, bunun daha az ekmek almaya vesile olup olmayacağı, israfı ne kadar önleyeceği şimdilik meçhul. Normalde iki somun ekmek alan bir aile, yeni gramajlı ekmeklerden iki somun alınca ihtiyacını karşılamayacak, üç tane alınca da yarım ekmek fazla gelecek. Hayır, fazla ekmeği atmayıp kendi yese, bu sefer de vücuduna israf etmiş olacak. Ondan sonra gelsin bakalım, fazla göbek, diyabet, kalp ve damar hastalıkları…
Döviz karşısında değer kaybeden TL, fiyatlara ve vergilere gelen zamlar, vatandaşın gittikçe artan borcu ve yiyeceği ekmeğin gramajına kadar ince ayar getirilip, altlarında kayıtdışı paraların aktığı vergi cennetlerinde yatırım yapılması, “herşeyin ekmekle başladığı ve ekmekle biteceği” öngörüsünü doğruluyacak mı, göreceğiz…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ekmek-ya-da-ekmemek_446881
Türkiye’de her sosyal dönüşüm ekmek kaynaklı bozulma sebebiyle olmuş değilse de ekmek kaygısı ne zaman tavan yaptıysa hemen akabinde bir dönüşüm yaşandığı görülmüştür. Belli bir kesimin sırtından eksik olmayan devlet sopası bütün bir topluma yayılınca, tek parti iktidarı bile ilk adil seçimde koltuğu kaybetti, hem de öğretmeninden askerine, kaymakamından valisine bütün memur ve bürokrat tayfası kendisini destekliyorken.
Siyaset kurumuna duyulan güvenin zedelendiği, yapılan anketlerde en güvenilen kurum olarak askeriyenin çıktığı 28 Şubat döneminde ideolojik bir duruşu olan partilere ilkelerinin tam zıddı hareketler yaptırıldı. Muhafazakâr kimlikleriyle bilinen partiler döneminde dinî eğitimi önleyen sekiz yıllık kesintisiz eğitim modelinin temelleri atılırken, milliyetçi partinin iktidar ortağı olduğu zamanda da idam cezası kaldırıldı. Üstüne, devalüasyonla bir gecede döviz borcu olan herkesin borcunun ikiye katlandığı ekonomik bir kriz yaşanıp acı reçetelerle sıkı ekonomik politikalara geçildiği bir anda denenmemiş olan ve yeni şeyler söylediğini iddia eden parti iktidara geldi.
Yeni parti, acı ekonomik reçetelerin devamını sağladığı gibi meyvelerini de topladı. Küresel olarak esen finansal rüzgârı da arkasına alarak belli bir mesafe kaydetti. Kucağında bulduğu zaferin sarhoşluğu ile üretimi ve istihdamı arttıracak tedbirler yerine kendine tabi olanları ihya etti ve günü kurtarmayı tercih etti. Memleketinden belli bir süre uzakta kalan ve dünyaya dağılan dolarlar, somon balıkları gibi şu anda doğdukları yere dönme eğilimi gösteriyorlar. FED’in önümüzdeki dönemlerde muhtemelen yapacağı faiz arttırımları ile okyanusları aşıp eve gidecek olan dolar somonları, bizim de somunlarımızı etkiliyor tabiî ki.
İç ve dış politikalardaki belirsizlikler dolayısıyla yabancı sermaye ülkemizden temkinli adımlarla uzaklaşıyor. Artan ithalatla dışa bağımlılığı her geçen gün katmerleşen ülkemizde finansal kaynak bulma maliyeti gittikçe artıyor. İtibardan da tasarruf edecek değiliz ki, örtülü örtüsüz harcamalarımız kısılmadığı için tulumbalarımız suyunu çekmeye başladı. Ben demiyorum, yöneticilerimiz diyor bunu.
Tulumbayı doldurmak için vatandaşın vergilerine yükleniliyor. Motorlu taşıtlar vergisi konusunda yapılabilecek zam oranı yasayla belirlenmişken (% 15), bu oranın yaklaşık iki buçuk katı kadar yükseltilip % 40’lık bir zam yapıldığı kararı açıklanmıştı. Gelen tepkiler sonrası devletin en tepesi konuya müdahale ederek bu oran % 25’e indirildi. Bu zam filmi çok tutunca, devamı olan cam filmi de çekildi.
Bir başka film de ekmekte çekiliyor. Milletimizi israf bataklığından kurtarmak ve sağlıklı bir hayata kavuşturmak gibi ulvî gayelerle ekmek gramajları düşürülüyor. Türkiye Fırıncılar Federasyonu başkanı bunun gizli bir zam olmayacağını söylüyor, hayata geçirildiğinde görürüz artık. Gram/fiyat oranında bir değişiklik olmayacak olsa bile, bunun daha az ekmek almaya vesile olup olmayacağı, israfı ne kadar önleyeceği şimdilik meçhul. Normalde iki somun ekmek alan bir aile, yeni gramajlı ekmeklerden iki somun alınca ihtiyacını karşılamayacak, üç tane alınca da yarım ekmek fazla gelecek. Hayır, fazla ekmeği atmayıp kendi yese, bu sefer de vücuduna israf etmiş olacak. Ondan sonra gelsin bakalım, fazla göbek, diyabet, kalp ve damar hastalıkları…
Döviz karşısında değer kaybeden TL, fiyatlara ve vergilere gelen zamlar, vatandaşın gittikçe artan borcu ve yiyeceği ekmeğin gramajına kadar ince ayar getirilip, altlarında kayıtdışı paraların aktığı vergi cennetlerinde yatırım yapılması, “herşeyin ekmekle başladığı ve ekmekle biteceği” öngörüsünü doğruluyacak mı, göreceğiz…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ekmek-ya-da-ekmemek_446881
Terk-i Dünya, Terk-i Tech
Bugünkü akıl yapısıyla geçmişte yaşamak varmış. Hayatın devamını sağlamak için gerekli minimum şartların çok az, yeryüzünün geniş ve henüz parsellenmemiş durumda olduğu zamanlardan bahsediyorum. AROG filmindeki Arif gibi, fakat kendi isteğiyle ve yanında bugüne dair hiçbir ekipman olmadan gidip orada ömrünün sonuna kadar kalmak… İstediğin yere göç, kon. Kabilene, köyüne ya da kavmine gelen peygambere de iman ettin mi sorun yok. Ki, peygamberlik davasında bulunanlar apaçık delillerle ortaya çıkıyor ve üstelik neredeyse ayağına geliyor. Tabiî, bugünkü imkânlar ve konfordan vazgeçmek kolay değil, bu da işin bir maliyeti.
Bütün ihtiyaçlarını kendi becerisi ile karşılamaya çalışan, her an düşman saldırısı ile karşılaşmaya hazır bir şekilde tetikte duran, beslenme işini standart öğünlerde değil, ne zaman yiyecek bulabilirse halledebilen, hastalandığında veya yaralandığında kendinin doktoru olan, çok sık bir şekilde ölüm tehlikesi atlatan bir insan düşünün. Dünya hayatının fanîliği, insanoğlunun aczi ve fakirliği üzerine çok bir derse ihtiyacı var mı? Her ânı olmasa bile günlük hayatında bu kavramları ona hatırlatacak o kadar çok şey yaşıyor ki. Bir de İlahî mesajın farkında ve iman etmişse, “sevapları leblebi gibi toplar” (Bir Umut Sarıkaya karikatüründe Stephan Hawking’i İslâm’a davet eden kişinin ikna için kurduğu cümlede geçen bir ifadedir). Perde arkasında kendisini esas doyuran, koruyan, hastalandığında şifa veren, kendisini terbiye eden, hayatı ve ölümü Vereni, yani O’nun isimlerini, sıfatlarını ve fiillerini daima hisseder. İbadeti, duası samimâne ve ihlâslı olur.
Zamanla ilim ve teknik gelişti. Buharlı makineler ve sanayi inkılâbı ile birlikte üretim araçları boyut ve kapsam olarak çok değişti. Artık herkesin kendi tarlasında veya atölyesinde bireysel olarak ve el gücüyle çalıştırılan aletlerle yaptığı üretim tarzının sonu geliyor gibiydi. Fabrikalar kuruldu, yüz binlerce insan gittikçe sanayileşen dünyanın üretim süreçlerinde emek-yoğun bir şekilde yer aldı. Uzun çalışma saatleri, ağır çalışma şartları, artan üretim kapasiteleri, stokları eritmek için pazarlama çalışmaları, hesaplar ve dünyevî işler için durmadan çalışma başladı. Ev kirası, faturalar, mutfak harcamaları, eğitim giderleri, ulaşım ve sağlık harcamaları gibi ödeme yükümlülükleri insanları hep daha fazla çalışmaya itti. Durmadan akan sayılar, dönen hesaplar, sayılara indirgendikçe ruhunu kaybeden değerler, somutlaştıkça arzîleşen duygular etrafımızı sardı.
Tıbbî alanda inanılmaz gelişmeler oldu. Eskiden çok ciddi ölümlere sebep olan bulaşıcı hastalıklar bugün çok basit bir şekilde atlatılabiliyor. Aşılar, antibiyotikler, gelişmiş tetkik ve teşhis cihazları, mikro cerrahi, nanoteknoloji derken hastalık ve yaralanmalara bağlı ölümler oldukça azaldı. Ulaşım imkânlarındaki gelişme, üretimin endüstriyelleşmesi, ambalajlama ve saklama sürelerinin iyileştirilmesi sayesinde gıdaya erişim hem ucuzladı, hem de arttı. Zulmen mahrum bırakılanlar hariç açlıktan ölen insan neredeyse kalmadı.
“Sapiens” ve “Homo Deus” isimli kitaplarıyla insanlığın tarih içindeki gelişimlerini evrimsel bakış açısıyla anlatan ve geleceğe dair tahminler yapan Yuval Norah Harari, bu gidişi “hayvanlardan tanrılara” gibi yanlış bir tanımlamayla ifade ediyor. İnsanlığın zaman içinde sağlıkta, bilimde, teknolojide, ticarette, ulaşımda ve sanatta harikulade tekâmül gösterdiği doğrudur. Bu tekâmül neticesinde insanlığın Yaratıcı ile olan ilişkisini zayıflattığı, arada bulunan sebepler katmanını çoğalttığı ve onları sahiplendiği, böylece gaflet perdesini kalınlaştırdığı ve giderek dünyevîleştiği de doğrudur. Sadece boyu uzadığı için artık düğmesine ulaşabildiği ve o düğmeye basmak suretiyle harekete geçirdiği asansörü, arka planında işleyen mekanik, elektronik, malzeme bilimi, endüstri ve bilumum mühendislik aşamalarını inkâr ederek salt kendi bilgi ve birikimiyle yönettiğini zanneden çocuk misali insanlık, İlahî isim, sıfat ve fiillerin rollerini çalmak ve üstlenmek istemektedir. Asansör örneğindeki çocuk, düğmeye basarak yukarılara çıkması ve oradaki vazifelerini ifa etmesi gerekirken, kendine ait olmayan vazifeler üstlendiği ve asansördeki her ayrıntı ile fazladan zaman harcadığı için asansörîleşir ve esas görevini ihmal eder.
Peki, bizi dünyevîleştirmesi tehlikesine binaen endüstri 4.0, yapay zeka, nanoteknoloji, mekatronik gibi konularda Müslümanlar kendini geliştirmesin mi? Ürünlerini kullanmasın mı? Elbette yapsın, fakat bunu yaparken Yaratıcı’sını unutmasın ve bu nimetlerin şükrünü artırsın. Bediüzzaman Hazretleri’nin On Dokuzuncu Lem’a’da anlattığı Gavs-ı Azam’a ait kerameti hatırladım. Keramet, her tarafta tekkelerin bulunduğu zamanlarda geçiyor. Bunu, bugün onlara mukabil “tech”keler bulunması ve “teşbihte hata olmadığı” prensibinden yola çıkarak konumuza uyarlayacak olursak şöyle bir hikâye olabilir:
Bir zaman Gates-i Azam Şeyh Bilal’in Microsofî techkesine çocuğunu gönderen yaşlı bir anne varmış. Oğlunu ziyarete gidince onu 256 mb ram, 40 gb harddisk ve internet bağlantısı olmayan bir eski bilgisayarla uğraşırken görüp acımış, Şeyh’e şekva için gittiğinde ise onu Twitter’larda Facebook’larda gezerken görüp kızmış: “Benim oğlum teknolojisizlikten kırılıyor sen ise tweetler atıyorsun.” Gates-i Azam, “kuş biiznillah” deyince mavi Twitter kuşu telefonun içinden holografik bir animasyonla çıkarak uzaklaşmış. Gates demiş ki, “Senin oğlunun da ne zaman işletim sistemi donanımına hâkim olursa, teknolojiyi kendi zevk ve eğlencesi için değil şükür için isterse, lezzetli tweetler atabilir…”
Microsofî tarikatının esasları “Der tarik-i Microsofî, lazım amed çar terk: terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hostî, terk-i tech” şeklinde ifade edilse de biz onlar gibi yapmaya mecbur değiliz. Bu da Mackî techkesinin sloganı olsun: “İbad olarak İPAD’ı şükür için istiyorsak, tefekkürümüzü artırıyorsa neden kullanmayalım?”
Link: http://www.gencyorum.com.tr/terk-i-dunya-terk-i-tech/
Etiketler:
din,
dünya,
dünyevileşme,
Genç Yorum,
tech,
teknoloji,
terk
Elon Musk Ziyareti
Geçtiğimiz haftanın en dikkat çekici olaylarından biri, girişimcilik ve teknoloji konularında akla ilk gelen ve yenilikçi projeleri ile bilinen Elon Musk’ın Türkiye ziyareti oldu. Ziyarette konuşulan konularla ilgili fazla bir ayrıntı verilmese de, Türksat 5A ve 5B uydularının uzaya fırlatılması, Elon Musk’ın sahibi olduğu SpaceX firmasının bu konuda tedarikçi olup olmayacağı, uzayla ilgili projelerde yapılabilecek işbirliği ve elektrikli araçlar gibi konuların gündeme geldiği söylendi.
Hemen akabinde Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü, Türk astronotu yetiştirmek için çeşitli ülkelerden teklifler aldıklarını açıkladı.
Yıllar önce göklere çıktığı söylenen yerli uçağımız gibi sadece seçim çalışmalarında afiş süsleme işinde kullanılmayacaksa, bu tarz çalışmalar önemli ve gereklidir. Uzun vadede neticeleri ancak alınabilecek ve masrafları çok yüksek çalışmalardan bahsediyoruz. Bakan’ın ifadesine göre Japonların teklifinde bir astronot yetiştirme maliyeti 25 milyon dolar olarak belirtilmiş. Son 15 yılda defalarca değişen ve en son nitelikli-niteliksiz okul tartışmaları ile gündeme gelen, PISA gibi uluslararı sınavlardaki başarısız sonuçlarla “niteliğini” gösteren eğitim sistemimiz, tulumbada suyun bittiği açıklamaları, 400 milyar doları geçen dış borçlar ve son dönemlerde ekonomik kırılganlık konusunda ilk beş ülke arasında olmamız sebebiyle kaynak ayırmada yaşanabilecek zorluk ve siyaseten yorulmuş kadrolarla bu projeleri hayata geçirmek mümkün olabilir mi? Kısaca, müspet netice için eğitimde nitelik, cepte metelik ve idarecilerdeki dinçlik metalik olmalıdır.
Vatandaşa ucuz et yedirmek için yabancı ülkelerle anlaşan ve et ithal eden yöneticilerimiz, roket konusunda da ucuz maliyet arayışıyla Musk ile görüşmüş olabilir. Bilindiği gibi SpaceX firması yeniden kullanılabilir araçlar geliştirmeye ve böylece uzay seyahatlerindeki maliyeti düşürmeye çalışıyor. Ucuz etin yahnisi hakkında çok olumlu kanaatler bulunmadığı açıktır. Ucuz roket neler getirecektir şimdilik bilmiyoruz, uydularımızı da götürmesini bekliyoruz. Tam da bu noktada, aklıma bir kaç soru geldi: University of Pennsylvania, School of Arts and Sciences’da fizik alanında lisans eğitimi alan Musk’a ne kadar güvenilebilir? Ya soyadının okunuşundaki gibi maske takıyor ve gizli emellerini bizden saklıyorsa? Elin adamı sonuçta… Pennsylvania’da okurken “masklube” partilerine katılmadığını nereden bilelim? Türksat 5A uydusunun yer alacağı roketi iyi kontrol etmek lazım derim. İsmi “A” harfi ile başlayan bir uzay imamı rokette gizlenmiş olabilir. Yakalandığında da “Mars’a bakmaya gidiyordum” diyebilir.
İthal mallarla piyasayı düzenlemeyi düşünen hükümetimiz teknoloji konusunda da aynısını yapsa nasıl olur? Ucuz etin devlet eliyle satıldığı marketlerde acaba ucuz telefon da satılabilir mi mesela? Hatta, o marketlerden birinin, piyasada bilinirliği yüksek ve marka değeri olan ürünlerin ikamesini üretip satarken kullandığı strateji takip edilerek “La phone ten” ismiyle de pazarlanabilir. “La phone ten” marka telefonlar da “Fabble” isimli yerli ve milli şirket tarafından üretilebilir. Saab firmasına 40 milyon euro verip bir araç prototipi alındığı gibi Apple firmasına da aynı şekilde para verilip yerli ve milli telefon prototipi satın alınabilir. Hatta adı masalları andıran “La phone ten” değil, “Uzayfon-İks” gibi daha yerli bir kelime olarak seçilebilir. Tek proje ile hem uzay hem de telefon teknolojilerine göz kırpılmış olur.
***
NEO-KEMALİSLAMİST AKIM
Hükümet partisinin son zamanlarda “Ne o, Kemalist ideolojiyle siyasal islamı mı entegre etmeye çalışıyorsunuz?” sorusunu sorduran tutum ve davranışlarına kısaca “neo-kemalislamist akım” denir.
Bu akımın en büyük tezahürleri 10 Kasım civarlarında hissedilmeye başlanmıştır. Malum olduğu üzere, bu seneki 10 Kasım, Cuma gününe denk gelmiştir. Yıllardır geçilmekte olan kış saatini bir kararname ile değiştiren, Danıştay’dan gelen kararı tanımadan Meclis’ten geçirdiği yeni bir torba yasayla bunu kalıcı olarak hükme bağlayan hükümet, bundan sonraki bütün 10 Kasım’ların Cuma gününe denk gelmesini sağlayacak yerli ve milli bir takvim arayışına girerse hiç şaşırmayacağım. Merak ettim; “uzay, zaman” derken, Elon Musk ile böyle bir takvim konusu da konuşulmuş olabilir mi?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/elon-musk-ziyareti_446473
Lambalı Siyasetten Yarıiletken Dirensistörlere
Benzin ve mazot fiyatlarında son yapılan zamlardan sonra konuşan Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci, “Benzin ve mazotla ilgili otomatik olarak kurulmuş olan bir sistem var, buna ne bakanlıklar karar veriyor, ne hükümet karar veriyor, ne de Enerji Bakanlığı karar veriyor. Gerek kur gerekse dünyadaki enerji fiyatlarıyla ilgili artış ne ise o doğrudan oraya yansıtılıyor. Otomatik olarak çalışan bir mekanizma var” dedi.
Bugünlerde her işi yapay zekâya yaptırmak da yeni moda oldu. Bakanlıkların ve hükümetin karışamadığı, otomatik olarak çalışan, belli parametrelere göre karar verebilen bir çeşit yapay zekâ olabilir bakanın bahsettiği bu mekanizma. Asgarî ücretin, işçi ve memur maaşlarının bu mekanizmaya dahil edilmemiş olması, kur ve enerji birim fiyatlarındaki düşüşleri aynen yansıtmaması sebebiyle iktidar lehine “zekice” çalıştığı söylenebilir ve eminim ki bu haliyle Almanya’nın kıskançlık damarını tahrik etmiştir. Araba yapımında ne kadar usta da olsalar, benzin fiyatlarını otomatik olarak sürekli arttırmak ve benzinden alınan ücretin % 67’sini vergi olarak almak bizimkilerin uzmanlık alanı.
Her ne kadar her ilimizde en az bir üniversite bulunsa ve üniversite öğrencilerimizin sayısı geçen sene itibarıyla 7 milyonu aşmış olsa da bahsedilen otomatik mekanizmanın yapay zekâ destekli değil, mekanik çalışma mantığında kurgulandığını zannediyorum. Yanlış anlaşılmasın, yapamayacağımızdan değil de, mekanik ve istendiğinde manuel müdahalelere açık bir sistemin iktidarın işine daha çok geleceğini sandığımdan böyle düşünüyorum. Yapay zekâya bir kural tanıtırsınız, kuralı anladı mı herkese ve her yerde aynı seviyede uygular. Bizde ise nerdeyse her bir kural kişiye, yere ve şartlara göre değişen şekillerde uygulanır. O kadar istisna çıkar ki yapay zekâ kafayı yer, sonunda işletmekten vazgeçer.
Mekanik sistemler metal aksamı bol olan makinelerden ve hareketi iletmeye yarayan dişli çarklar gibi parçalardan oluşur. Fizikî güce dayanır. Her bir parça kendisine gelen hareketi bir sonrakine sorgusuz sualsiz aktarmalıdır. Aktarımda sıkıntı yaşandığında ilgili parça değiştirilir. Eskiden tamir etmek de mümkündü, ama günümüzde tamir için çalışmak hem daha maliyetli olabiliyor, hem de tamir sonrası parçalar eskisi kadar verimli çalışmayabiliyor.
Siyaset cenahında en meşhur sözlerimizden biri “emir demiri keser”dir. Silikon Vadimiz yoktur, kurtlar vadimiz vardır. Dijital yapılardan çok “dişliler” ve “çarklar” bizde muteberdir. İşlerini aksatan memurları tarif için “metal yorgunluğu” ifadesini kullanırız. Kısaca, pek çok işimiz mekanik sistemle işler.
İş makinelerini nefes almamacasına seyretmeyi seven bir ümmet olarak, hareketinin başlangıç ve bitiş noktası belli olmasına rağmen büyük bir heyecanla çarkları takip ediyoruz. Çarkların yarı çapı büyüdükçe, açısal hızlarını korumak için çizgisel hızları da büyür. Yani en büyük çarkları izleyen ümmetin başı dönüyor, kimi bu dönüşlere yetişemiyor bile. Bir de, bazı çarklar dönerken (Çarkıfelek yarışmasında olduğu gibi) bir bakıyorsunuz “PAS” geliyor. Pas ise metal aksamın en büyük düşmanıdır. Metal aksama zarar verir, inceltir, kolayca yorulabilir hale getirir. Ondan sonra, al sana metal yorgunluğu!
20. Yüzyılın en büyük icatlarından biri olarak kabul edilen transistörlerin kullanılmaya başlanmasıyla elektronikte çağ atlandı. Hesap makineleri, bilgisayarlar, uzay araçları ve cep telefonları gibi nice gelişmiş cihaz, lambalar yerine yarı iletkenlerden yapılmış transistörlerin kullanılmasıyla geliştirilebildi. Ne dersiniz, siyaset alanında da çabuk kırılabilen, pahalıya mal olan, ısınması için belirli bir sürenin geçmesi gereken ve ayrıca bir hayli de elektrik sarfiyatı olan lambaların değişme zamanı gelmedi mi? “Yeter, söz milletindir” diyen dirensistörler bir an önce piyasaya çıkmalıdır ki, yapay zekâlara geçebilelim…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/lambali-siyasetten-yari-iletken-dirensistorlere_446085
Etiketler:
benzin,
çark,
dirensistör,
dişli,
lamba,
mekanik,
pazarola,
siyaset,
transistör,
yapay zeka
Googlediye
Google’a ait şirketlerden biri olan Sidewalks Lab, Kanada’nın Toronto şehrinde sahil şeridinde ileri teknolojiye dayalı yeni bir şehir kuracağını duyurdu.
Quayside adı verilen bu yeni şehirde mümkün olduğu kadar robotik cihazlar kullanılacakmış. Ulaşım konusunda sürücüsüz otobüsler ve bir uygulamayla yönlendirilerek çalışacak sürücüsüz taksiler hizmet verecekmiş. İşlerin düzgün takip edilebilmesi için şehrin farklı yerlerine çok sayıda kamera ve sensör konulması gerekiyor. Bütün bunları şahsî hayatın gizliliği prensibiyle birlikte nasıl yapacakları şimdilik merak konusu… Bildiğimiz belediyecilik hizmetlerini, algoritmalar, uygulamalar, sistemler ve robotlarla yapıyor olacaklar.
Belediye başkanlarımızın birbiri ardı sıra istifa ettiği ülkemizde, Google belediye yönetimlerine bir alternatif olur muydu acaba? İstanbul’u ele alalım, Kadir Abi sonrası Google gelse ne yapardı?
Öncelikle akıllı sistemler manasında “ak” ekini bütün hizmet isimlerinin başına veya sonuna getirirdi. Şimdilerde “İstanbul Kart” denilen ve ilk adı “Akbil” olan bilet sistemi tekrar geri gelirdi. Otobüsler “AKbüs”, metrolar “MetrAK”, İspark “ AKpark”, çöpleri toplayan ve yerleri süpüren sistemin adı “AKtem”, gaz dağıtım sistemi “GAZAK” (ismi bile ısıtıyor adamı), su ve kanalizasyon idaresi “SUKAK” olurdu meselâ…
Akıllı ve sürücüsüz taksiler de kısaltılıp “TAK” olurdu muhtemelen. Düşünsenize, acilen bir yere mi yetişmemiz gerekiyor, akıllı telefonumuzla çağırıyoruz, bize en yakın mevkideki uygun araba geliyor. Öyle “e-5 kapalı, neden sahilden yolu uzatarak bana daha fazla para kazandırmıyoruz?” teklifini yapmadan, “ben karşının şoförüyüm, gidilecek yeri bilmiyorum siz tarif edin” demeden, yabancı turistlere farklı tarife uygulamadan, kısa mesafeye gidileceğini duyunca “aracı teslim etme saatim geldi, güzergâhıma ters noktaya gidemem” bahanesi ile yolcuyu savuşturmadan, can pazarı yaşanan noktalarda fırsatçılık yapıp 100 metre yol için 100 dolar istemeden, “bozuk yok, helâl et” diyerek paramızın üstüne yatmadan,“tak” diye çalışacak arabalardan biri geliyor diye düşünelim. Hayali bile güzel…
Bütün mekanik işlerin sistemler vasıtasıyla yürütüleceği yerde ara elemana ne kadar ihtiyaç duyulur bilinmez, ama adet yerini bulsun diye “AKMEK” adında meslek edindirme kursları açar, “ara” eleman yetiştirirdi. Belediye kelimesini değiştirir, “Googlediye” yapardı. Muhalefet cephesi “gugla” diye okuyup dalga geçerdi. Millet de “her işi bizim yerimize düşünüp aklediyor” manasında “Aklediye” şeklinde telâffuz ederdi ismini.
Yöresel kültür şenlikleri ve dayanışma günleri yapmamak olmaz. Google da kendi meşrebine ve memleketinin yörelerine uygun “California Çip Festivali”, “Geleneksel San Francisco Network Günleri”, “Palo Alto Yarı İletken Şenlikleri” tarzında faaliyetler düzenlerdi. Yerli ve millî teknoloji ürünleri gelişmeye başlayınca kültür organizasyonlarını dönüştürürdü. İstanbul dokusunu korumak için sürücüsüz arabalarının üzerine “sürücü hataları için lütfen sunucunun C:\ sürücüsüne başvurunuz” yazardı.
Açılışlar ne olacak peki? Sergiler, yurtiçi ve yurtdışından gelen misafirlerin karşılanması, şehrin anahtarını birilerine temsili de olsa hediye etme… Başkan kurdele kesmezse açılış olur mu? Android isminde işletim sistemi yapan, robot da yapar elbette. Açılışlara katılmalık, kurdele kesmelik, el sallamalık, tweetler atmalık, her daim gülümseyen insan görünümünde bir robot yeter de artar bile. Adı da “Robaşkan” olur. Hatta googlediyeyi “Robaşkanım @googlediye, bu şehre kimin ne kadar hizmet ettiğini biz çok iyi biliyoruz. Gayretinizi de hizmetlerinizi de görüyoruz. Sağolun” gibi tweetlerle öven bot hesaplar kurardı. “Google’lerin gücü adına, güç bende artık” diyen bir robaşkan, güç zehirlenmesine pekâlâ maruz kalabilir diyeceksiniz. Ya bütün akraba-i (me)taallukatını googlediyede işe yerleştirmeye ve yandaş mutfak robotlarına bazı ihaleleri peşkeş çekmeye kalkarsa? Hiç sorun değil, ironiye gerek kalmadan hemen “metal yorgunluğu” sebebiyle alaşağı edilir, sipariş edilen yeni robot alkışlarla görevinin başına geçer.
Ülkemizde böyle bir belediye olur mu bilemiyorum, ama olursa oyumu robaşkana vermeyi düşünürüm. Allah metal aksamına zeval vermesin, her işi yapar.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/googlediye_445547
Şeffaf Demokrasi
“İtibardan tasarruf olmaz!”
Ya ya ya, şa şa şa…
“Bir milyon lira çerez parası bile değil!”
Ya ya ya, şa şa şa…
“Devlette öyle israflar var ki, anam anam anam anam…”
Ya ya ya, şa şa şa…
“Tulumbada su bitti”
Ya ya ya, şa şa şa…
“Şaşaa debdebe bitti, dükkânı kapattık!”
Ya ya ya, şa şa şa…
Yayaya şaşaa dönemini kapatmak kolay da, devlet yöneticileri, bakanlar, milletvekilleri, bürokratlar ve kısaca kamu kaynaklarını kullanan arabalılara acaba nasıl işleyecek? Hükümetin, Meclis’e gönderdiği 2018 yılı bütçe tasarısına göre Cumhurbaşkanlığı araç filosuna 38 adet yeni araç alınacak. Bunlardan 10 tanesi özel zırhla kaplı olacak, 8 tanesi de bütçedeki fiyat sınırlandırmasına tabi olmayacak. 2018 yılında bütün kamu kurumları olarak toplam 4500 araç alınması planlanmış. Bu sayı 2017’de 5881 olarak gerçekleşmiş. Bir çuval çuvaldızı kendisine batıracağını söyleyen hükümet, vatandaştan torba torba yasalarla neler almayı hedefliyor, kimbilir…
Bilgi teknolojilerinin altın çağını yaşadığı günümüzde, vatandaştan alınan her bir vergiyi takip edilebilsin diye işaretlemek, hazine kalemleri arasındaki hareketlerini ve en nihayetinde harcandığı yeri kaydetmek ve raporlamak çok zor olmasa gerek. Maaşımdan kesilen parayla yol mu yapıldı, su mu getirildi yoksa duble elektrik hattı mı çekildi bilgisini takip edebilsem fena mı olur? Benim verdiğim parayla yapılan köprü, yol ve bina gibi yatırımların önünden geçtikçe gururlanıp eşe dosta gösteririm, hor kullanan insanları gördüğümde de uyarırım.
Aslında bir yol daha var; devlet harcama yapılacak yeri söyler, vatandaş doğrudan oraya ödeme yapar. Böylece gereksiz para trafiği ve bürokrasi de önlenmiş olur. Meselâ devlet desin ki “10 kişilik bu listede ismi bulunanlar Yalova Valisi’nin makam aracını almak ve bakımlarını üstlenmekle görevlidir.” O listedeki 10 kişi toplanıp gitsek Vali’yi ziyaret etsek, mevcut arabasını gözden geçirsek, aramızda sanayide çalışmış biri varsa hemen oracıkta bir baksa… Belki valimizi yenileme fikrinden bile vazgeçirebiliriz. Olmadı, bütçemize uygun bir marka ve modeli fikir birliği ile belirleriz… Hem devletin iş yükünü hafifletmiş oluruz, hem de vatandaş memnun olur. Al sana şeffaf devlet…
“Şeffaf” devlet yapımız içerisinde sözkonusu vergi olunca, uygulamada “şeffaf” kelimesi yerine Batılı dillerdeki söylenişi olan “transparan” tercih edilmiş görünüyor. Bir nevi, “vatandaş, sen transfer et paranı, gerisini karıştırma” durumu. Varlığımız, Varlık Fonu’na armağan olsun icabında…
Şeffaflık demişken aklıma geldi, Arapça “şeff” dudak demektir. Bir şefin dudaklarından çıkan her kelimenin anında emir telâkki edilip gerekirse ve yapılabiliyorsa yasa çıkarılarak, yapılamıyorsa yasaları çiğneyerek yerine getirilmesine “şeffaf demokrasi” denir. Bir de şu var: şef affederse yeterlidir. Diyelim şef, kendi gördüğü lüzum üzerine bazı belediye başkanlarını istifaya dâvet etti ve istifa etmezlerse bedelinin ağır olacağını söyledi. Mana-i muhalifle bakarsak bu başkanlar dâvete icabet ederlerse şef tarafından affedilecek ve bedel ödemeyeceklerdir.
Yeni Türkiye’mizin ileri ve “şeffaf” demokrasisi hepimize hayırlı olsun.
Ba(Si)ret
2000’li yılların başlarından itibaren küresel ekonomide görülen bolluk pek çok ülkeyi etkiledi.
Büyük memleketlerden kaçan bol ve ucuz para gelişmekte olan ve az gelişmiş ekonomilere can simidi oldu. Ülkemiz de bundan nasibini alanlardan. 2001 krizi ile ağır yara almış olan bankacılık ve finans sektörü sıcak paranın etkisi ile atağa geçti. Sokaklarda tezgâhlar kuruldu, yoldan geçen vatandaşlara kredi kartı verildi hem de gelir durumlarına neredeyse hiç bakılmadan.
Bir üniversite öğrencisinin cüzdanında beş farklı bankanın kredi kartı olur mu? 2004 yılında, kampuslerde açtıkları standlarda bir banka kredi kartını alan öğrencilere bedava sinema bileti verdi, diğeri alış verişlerde kullanılmak üzere bedava puanlar dağıttı. Market alış verişlerinde ekmek bile alsanız üçe beşe bölüyorlardı. Bir başkası, hiç talepte bulunmadığımız ve başvurmadığımız halde, bilgilerimizi nereden ve nasıl aldığını söylemeden adımıza bir kart tertipleyip gönderiyordu.Bireysel bankacılık ürünleri teknolojik gelişmelerle daha da çeşitlendi, alımı kolaylaştırıldı. Her dünya görüşünden insanlara hitap etmek için “Geleneksel Ramazan kredisi” diye bir şey bile uydurdular. Uzun vadeli konut kredileri ekmek peynir gibi dağıtılmaya başlandı.
Kendilerine ait olmayan parayla vatandaşlar lüks tüketime yöneldi. Alış veriş merkezleri mantar gibi her yerde bitmeye başladı. Özellikle pahalı araçlar ve gayrımenkul alımları patlama yaptı. Tarım alanları ve ormanlık arazilere imar izinleri verildi, kentsel dönüşüm adıyla özellikle büyükşehirler şantiyelere döndü. Oksijen üreten ormanları giderek yok olan İstanbul nefes alamaz hale geldi, sesi de kısıldı ve “betone” oldu.
Bolluk zamanında borçla gelen lüks hayata eroine alışır gibi müptelâ olan vatandaş memnun, ama dengelerin aleyhine değişmesinden ise sürekli endişe ediyor. Uzun vadeli borçları bitmeden dalgalanma kabul edemez durumda. Hükümet de bu bağımlılığın farkında ve her seçimde vatandaşı ekonomik istikrarsızlıkla tehdit ediyor.
AB, ABD ve kısaca umum yedi düvel, gerek sermaye transferiyle, gerekse her platformda sahip çıkmak suretiyle AKP hükümetini desteklediğinde, başındakine “asrın lideri”, “dünya lideri” diyenler onun dünyayı dize getirdiğini iddia ediyorlardı. Ortadoğu’da yaprak trafiğini yönettiğini iddia edenler, oyun kurucu rolüyle komşu Suriye’deki yangına benzinle gitmişti. Cuma namazını Şam’da kılamadık, ama milyonlarca Suriyeli beş vakit namazını farklı şehirlerimizdeki muhtelif camilerde kılma imkânı buldu.
Diplomatik krizler yaşadığımız İsrail ile yıllar sonra ticaret hacmimizi beş katına çıkardığımız ortaya çıktı. Bir de baktık ki, aslında biz dost ülkelermişiz. Rus uçağını düşürdük, yaşanan krizin canımızı çok fena acıtacağı anlaşılınca özür dileyip ortak hareket etmeye başladık. Samimiyetimiz o kadar ilerledi ki bugünlerde bu işi huzur içerisinde yürütmek için “en s-400” anlaşması yapıyoruz. Emlak işlerinden alışkın olduğumuz kaporayı bile verdik. Ancak bunu “kaparo” diye duyurduk ki, olur da yarın Ruslarla anlaşamazsak “kaparo demedim, Kaparov dedim” diyebilelim. Kaparov Rus bir papazın ismi olabilir, malûm papaz alış verişleri çok revaçta.
Sözler vererek desteğini istediğimiz AB, gün gelip sözümüze uymadığımızı söyleyince bozuştuk, onları hemen “Haçlı birliği” ilân ettik. Seçim zamanlarında krizler üreterek iç siyasete malzeme üretmeye kalktık. Hamasi söylemlerimiz, yabancı ve özellikle İslâm düşmanı eğilimlerin AB ülkelerinde yükselmesinde pay sahibi oldu. Vizesiz Avrupa hayalimiz vardı, ABD ile vizesiz günler başlattık. Paramızla bize silâh vermeyen ABD, terörist addettiğimiz gruplara bedava silâh vermeye başladı.
San’at inceliği gerektiren politika ve özellikle dış politikayı durmadan çektiğimiz sıvalardan belli ki “Müteahhit Fikri” kafasıyla ve kaba inşaat işi yürütür gibi yapmaya çalışıyoruz. İnşaat işinde başında baret olmadan çalışmak çok risklidir. Diplomaside de biliyorsunuz, notalar çok önemli olduğu için barete bir de nota ekleyelim, “si” notasını meselâ… Ne oldu, “basiret”. Allah, duvarcı ustalarımıza ba(si)retli çalışmayı nasip etsin…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ba-si-ret_444559
Hayvan Çiftliği
“George ne demiş, Hans ne demiş bizi ilgilendirmez” sözünden hareketle bütün George’ların eşit muamele göreceğini zannedenler yanıldı.
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan “George Orwell ‘Hayvan Çiftliği’ kitabında bazılarının daha eşit olduğu bir düzeni, meselâ Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni (BMGK) beş ülkeyle sınırlayan düzeni eleştirir. Çok anlamlı. İçinde insanın olmadığı, halkı mutlu etmeyen bir ekonomi politikasının anlamlı olmadığına inanıyorum” şeklinde bir açıklama geldi. En azından bazı George’ların “daha eşit” olduğunu anladık.
Çeşitli çevrelerden bu söze eleştiriler geldi. George Orwell’in, Hayvan Çiftliği isimli kitabı yayınlandığı sırada henüz BM’nin kurulmamış olduğu ifade edildi. BMGK’nın bazı tavırlarının bu kitapta eleştirilen hususlarla örtüştüğü söylenebilir tabi, ancak kitabın Birleşmiş Milletler’i hedef alarak yazıldığını söylemek zorlama bir iddia olur zannımca.
Hayvan Çiftliği kitabında, insanlar tarafından sömürüldüklerini ve aç bırakıldıklarını düşünen çiftlik hayvanlarının isyan ederek insanları kovdukları ve kendileri için eşitlikçi bir düzen kurdukları anlatılır. İsyanı başlatan iki domuzdan güçlü olanı (Napoleon), zamanla kendisine rakip olabilecek kişileri ihanetle suçlayıp ekarte eder, çiftlikten kovar. Çiftlikte meydana gelen her türlü olumsuz olayda kovulmuş olan “Snowball” isimli domuzun parmağı olduğunu iddia eder. Kendisine sadâkatle bağlı bir köpek ordusu kurar ve düzeni bozma temayülü gösteren herkesin üzerine bu orduyu salar. Anayasa gibi kabul ettikleri ve duvara yazdıkları yedi emir metninde gün geçtikçe kimseye fark ettirmeden düzenleme yaptırır. Napoleon’un yardakçıları, kafaları karışmış ve hafızaları yeterince güçlü olmayan hayvanlara o maddelerin baştan beri bu şekilde olduğunu telkin eder. Çiftlik sakini hayvanlar da sorgusuz kabul içerisinde, maddeleri muhtemelen yanlış ezberlemiş olduklarını düşünür. En sonunda bir sabah bütün maddelerin duvardan silindiğini ve “bütün hayvanlar eşittir, fakat bazı hayvanlar daha eşittir” yazdığını görürler. Hikâyenin sonunda yönetici domuz grubu, kendilerine isyan ettikleri insanların hareketlerini bire bir taklit etmeye başlamış ve diğer hayvanlar üzerinde tahakküm ve sömürü düzenini yeniden kurmuşlardır.
Kısaca Hayvan Çiftliği; “Harun olmaya geldik” deyip Karun olan, hain ve sinsi bir şekilde davranıp diğer insanları kandıran ve onların zaaflarından yararlanmayı çok iyi bilen, sadece kendisini düşünen ve iktidarını korumak uğruna her türlü kötülüğü işlemeye hazır olan insanların hikâyesidir.
Bu hikâyenin eleştirdiği düzene sahip bir ülkede şöyle şeyler yaşanmayacağının garantisini kim verebilir:
Diyelim ki, Napoleon konumundaki kişi, safdışı bırakmak istediği kişileri mental yorgunlukla suçlayıp istifalarını istedi… Bir kısmı darıldı, küstü fakat emre itaat edip istifasını sundu. Sonra istifa edenlerden bazıları, batıp batmadığı ve batıyorsa kime battığı belli olmayan “iğneleyicimsi” sözler sarf etti, gelen tepkilere dayanamadı ve yanlış anlaşıldığını söyleyip özür diledi. Bazıları da istifa etmemekte direndi. Direnenlere önce hain suçlaması yapılarak “bizi kandırdı” dendi. Bir sonraki aşamada elebaşları olabilecek birinin isminin ilk iki harfi ile başlayan ve aynı zamanda “Mental Yorgunlar Terör Örgütü” ifadesinin kısaltması olan “METÖ” tanımlaması yapıldı ve direnenler bu örgüte dahil edildi. METÖ elebaşının Twitter’da CapsLock kullandığı tesbit edildi. Bundan sebep, tweetlerinde CapsLock kullanan herkes örgüt üyesi kabul edildi…
İşte bu yüzden Birleşmiş Milletler kendilerine yapılan uyarı ve eleştirileri dikkate almalıdır…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/hayvan-ciftligi_444124
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Öne Çıkan Yayın
Şair Tüikî
Bu haftaki misafirimiz, şiirlerindeki serbest ölçüsü ile meşhur olmuş Şair Tüikî... Her ayın 3. günü yayınladığı şiirler toplumun bütün ke...