Bu Blogda Ara

Arşiv

O Hal Türkiye

15 Temmuz’da ülkemiz büyük bir badirenin eşiğinden döndü. Yüzlerce sayıda ölü, binden fazla yaralı ve maddî-manevî kayıplar verilerek şu an için tehlike bertaraf edilmiş görünüyor. Allah, daha beterinden hepimizi korusun, bir daha ülkemize buna benzer süreçler yaşatmasın.
Bu çalkantı çok büyük bir bulanıklık oluşturdu ve kısa süre içerisinde de sular durulacağa benzemiyor. Gelişmeleri anlık olarak izleyen insanlar, bazı insanların bir gün kahraman ilân edildiğini görüyor, ertesi gün aynı insanlar için hain denerek acımasız bir linç kampanyasının yürütüldüğünü de. Hatta saatler içerisinde bile roller değişebiliyor. Yetkili-yetkisiz, etkili-etkisiz kişilerden, birbiri ile çelişkili ifadeler, suçlamalar ve savunmalar ardı ardına geliyor ve haliyle vatandaşın kafası karışıyor. Akla, “Çaylak” (The Recruit) filminde Walter Burke (Al Pacino) adlı FBI yöneticisinin öğrencilerine sürekli tekrarladığı “hiçbir şey göründüğü gibi olmayabilir” ve “her şey sınavdır” sözleri geliyor.

Gerginlik ve karmaşa ortamlarını en çok besleyen haber kaynaklarından biri de sosyal medyadır. Üzerinde oynama yapılmış resimler, eski tarihli görüntüler, ilgisiz bir olayda veya yurdışında çekilmiş fotoğraflar, altlarına çok kışkırtıcı mesajlar eklenerek paylaşıma sürülebilmekte. Bu durum herhangi bir zamanda da görülebilir, ama herhangi bir zamanda karmaşa zamanlarındaki kadar rahat dolaşıma sahip olamaz, sahteliği daha çabuk görülebilir. Kaos ortamlarında galeyana gelmiş insanlar, görmek istedikleri mesajları ihtiva eden paylaşımları sorgusuz sualsiz yayınlarlar ve böylece bilgi kirliliği oluşur. “Allahumme ecirna min şerr-il fitneti” diyenler “ecirna min share’il fitneti” de demeli ve önüne gelen herşeyi araştırmadan paylaşmamalıdır.

Bu darbe girişimi ve sonrasında akıl köprüleri tek taraflı olarak tutulmuş durumda. Kötü niyetli ve dolandırıcı insanlar için en uygun şartlar oluşmuş görünüyor. Korku, güvensizlik, hırs ve intikam duyguları yüksek yoğunlukta. Böyle olunca muhakeme yeteneği zayıflıyor. Mücadelenin taraflarının haklılık seviyelerini yükseltmek ve taraftarlarının saflarını sıklaştırmak için hasımlarını olduklarından daha tehlikeli ve korkunç resmetmeleri, insanların korkusunu paranoya seviyesine çıkarmak için yeterlidir. Rakip alt edildikten sonra zaferin boyutunu da büyütecek bir şeydir bu. Türk siyasetinde sıklıkla ifade edilen “gerginlikten medet ummak” ve “bulanık suda balık avlamak” tabirleri en çok şimdi anlamını buluyor gibi. Kendini polis olarak tanıtıp insanlara terör örgütüne yardım ettikleri konusunda haklarında şikâyet olduğunu söyleyip belirli bir fidye karşılığında bu şikâyeti silebileceklerini söyleyenler varmış. Evlere baskın yapan sahte polisler türemiş. Evde arama yapıp ne kadar kıymetli ve taşınır şey varsa tesbit edip muhtemelen uygun bir zamanda hırsızlığa kalkışacaklardır.

Resmî makamlar şikâyet ve ihbarlar için teyakkuza geçmiş durumda ve her daim her kanaldan bunu hatırlatmaktalar. Sosyal medya hesapları, sakıncalı profiller, sakıncalı web sayfaları ve pek çok şey şikâyet edilebiliyor. Komşunuz kafanızı mı bozuyor, açıp ihbarda bulunabilirsiniz. İşyerinde patronunuz canınızı mı sıktı? Hemen teröre destek veriyor deyin, anında mühürlesinler dükkânı. Örnekler çoğaltılabilir. İhbar iddiasını delillendirmeniz gerekmez üstelik. Öyle ya, nasıl olsa suçsuz biriyse, kendisinin suçsuzluğunu ispatlayacaktır… Ama ya değilse? Değilse, ihbarı değerlendirmeyen kişi kendisinin hain ilân edileceğini bildiği için her ihbarı kesin bir suç gibi kabul eder. İşte o hal, gerçekten olağanüstü bir haldir ve “o hal” bütün Türkiye’de şu anda geçerlidir. Korku, insana yapmayacağı şeyi yaptırır. Üstadın bu konudaki tarifi şöyledir: “Meselâ, nasıl ki damda bir adamı tehlikeye atmak için, bir dessas adam, o evhamlının nazarında zararlı görünen birşeyi gösterip, vehmini tahrik edip, kova kova, tâ damın kenarına gelir, baş aşağı düşürür, boynu kırılır. Aynen onun gibi, çok ehemmiyetsiz evhamla çok ehemmiyetli şeyleri feda ettiriyorlar. Hattâ, bir sinek beni ısırmasın diyerek, yılanın ağzına girer.”

Suçluları tesbit edip gerekli cezayı vermek çok önemlidir, hukuğun eksiksiz tecellisi suçlular hariç herkesin temennisidir. İnşallah ileride kaçıncı olacağını bilemeyeceğimiz yeni bir “kandırılış” hikâyesine temel hazırlanmıyordur.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/o-hal-turkiye_404757

4. Devre

4. Devre
İbrahim Özdabak Karikatürü


Organizasyonu, yayın hakları, ekonomik getirileri ve daha nice özelliği ile futbol, her zaman futboldan daha fazla anlam ifade etmiştir.

Ülkemizde pek çok girift konu, futbol üzerinden örnek verilerek topluma anlatılmaya çalışılır; hatta “topu taca atmak”, “direkten dönmek”, “ofsayta düşmek”, “uzatmaları oynamak”, “tribünlere oynamak”, “ısınmaya başlamak” artık kalıplaşmış ve deyim haline gelmiş örneklerden bazıları…
Ben de bugün sıradışı bir futbol müsabakasından bahsetmek istiyorum. Bu müsabakada yer alan takımlardan birinde ilginç bir kaleci var. Kendisi, takım kurulduğu sırada, lisansı iptal edilmiş olmasına rağmen takımın kaptanı olarak görev almış. Kaptanlığı da, teknik direktörlük boyutunda yürüten biri. Takımın bütün taktik ve stratejik yönelimine o karar veriyor. Direktörlük konusunu kabul etmediği gibi, “direktörlük mü yapıyorsun?” diye bir soru geldiğinde, “direktör olsam bu soruyu sorabilir miydin?” diye soruyla karşılık veriyor.

Esasında, geçtiğimiz yıllarda kulüp başkanlığı yarışına girmiş ve kulüp başkanı da seçilmiş. Kurallar gereği kulüp başkanı olunca oyunculukla ilgisini kesmesi beklenirken, “Kulüp başkanıyım. Bu seçimi tribünlere yaptırdım. Beni taraftar seçti, onun için ben sadece kulübün değil, bütün kulub-u taraftarın başkanıyım. Taraftar beni istiyor, ben de oynuyorum!” deyip oynamaya devam etmekte…

Yönettiği takımın antrenörü, masörü, yeni gelen futbolcuları takımın renklerine bağlayanı ve onların MR’larını çekeni, takımdan ayrı düz koşu idman yapması gereken futbolcularını seçeni, sakatlanan futbolculara “fısfıs” sıkıp onları oyuna döndüreni, maçtaki skor avantajına göre top toplayıcı çocukların topları ne kadar hızla oyuna sokmaları gerektiğine karar vereni, kendini yere atan oyuncularının ceza almayacak şekilde oyunu soğutma adına yerde kalmaları gereken en makul süreyi belirleyeni, taraftarı coşturacak amigosu, lige başlanınca kullanılan şampiyonluk parolasını banka personeli dahil hiç kimse ile paylaşmayanı, takım arkadaşlarına rakip sahada çoğalmaları gerektiğini söyleyeni ve rakip defansı az adamla yakalayanı olan bu kalecimiz, kulüp başkanı seçilince kaptanlık pazı bandını istemeden de olsa bir oyun arkadaşına verip onu kaptan yaptı tabiî…

Yaptı yapmasına, ama mahalle maçlarından alışageldiğimiz ve kimin icadı olduğu bilinmeyen bir kuralı öne sürerek, bugün 4. devresini oynadıkları maçta, “Ben kaleci-oyuncuyum!” dedi. Sahanın istediği yerinde kaleci olup topu eliyle tuttuğu da oldu, gol atmak için rakip kale önünde beklediği de…

4. devre, son uzatma devresi olduğundan ve kısa sürdüğünden, yenecek sürpriz bir gol, kupayı kaybetmeye sebep olabilir. Hele de rüzgâr ters esmeye başlayınca elindeki skoru muhafaza etmeye çalışmak, kritik bir öneme sahiptir. Kalecimiz, bu devrede, alışılmış uzun degajlarıyla topu oyuna sokmakta zorlanmaktadır. Maç sırasında stattaki elektrikler kesilmiş ve bütün ışıklar bir anda sönmüş, bu sırada kalecimiz önceki devrelerde kırmızı kartla oyundan atılmış oyuncuları tekrar sahaya sürerek oyunun kontrolünü neredeyse onlara bırakmıştır. Tam da ev sahibi takım, beklenmedik bir anda kontra atakla gol yemişken, nereden ve kimin tarafından atıldığı belli olmayan yabancı ve yanıcı maddeler sahaya düşmüş, dumanları yüzünden sahada göz gözü görmez hale gelmiştir. Bu karmaşa sırasında yayıncı kuruluşun kameraları karartılmış, fakat oyuna da devam edilmiştir. Herkesin durduğu sırada kalecimizin yaptığı uzun degaj başka kimseye değmeden karşı filelerle buluşunca, maçın durmuş olmasını bir kenara bırakın, “kaleden kaleye gol olmaz” kaidesini de göz ardı eden hakem orta sahayı göstermiş ve itiraz edenlere kartlarını göstermiştir. Bağımsız ve tarafsız olması gereken hakemler maç sırasında değiştirilmiş ve yerlerine yandaş hakemler yerleştirilmiştir.

Kaptanlığı, her maçta olduğu gibi fiilî olarak kendisi yapmaktadır. Kendisi tarafından atanmış sözde kaptan, takımdaki genç yetenek olan Sabri isimli oyuncunun topu şişirerek çok yükseklerden avuta göndermesini dalga konusu yapan rakip taraftara “Kimse Sabri’mizi test etmeye kalkmasın” diyerek vakur bir duruş sağlamaya çalıştıysa da, kalecimiz bu duruma çok sinirlenmiş, üstelik oyuncu değiştirme hakkı kalmadığı halde, “derinlikli” paslarıyla oyun kurmaya çalışan kaptanını oyundan almıştır.

4. devre mevcut skorla tamamlanacak olursa, penaltı atışlarına geçilecektir. Kalecimiz kendi takımında kimseye güvenmediği için, diğer futbolcuların kendisini satacaklarını düşünmekte ve bu devre içerisinde maçı sonuçlandırmak istemektedir.
Bakalım, bu zorlu maç nasıl bitecek?

Teröre Karşı Bir Cevap Olarak Köprü

Teröre karşı cevap olarak köprü

İstanbul-İzmir yolunu, söyleyen kişisine, nerede ve ne zaman söylendiğine göre değişen bir seyahat süresi miktarınca kısaltan OsmanGazi Köprüsü’nün açılışı, yurdumuzun en büyük ve prestijli havaalanında gerçekleştirilen ve 45 kişinin vefatıyla sonuçlanan menfur terör saldırısının iki gün sonrasında yapıldı.

Yıllar öncesinden planlanan bu köprünün en çok ihtiyaç duyulduğu bayram öncesi bir zamanda bitirilmesi ve hizmete girmesi çok önemliydi. Açılışın bir zorunluluktan kaynaklandığı belirtilip alayiş ve nümayişten uzak, sade bir tören düzenlenebilirdi. Ancak coşku ve sevinç açısından herhangi bir zamanda yapılan açılışlardan bir farkını pek göremedik, hatta bayram ilan edildiğini de gördük.

Bu köprünün açılışı ile eş zamanlı olarak Ankara’da bir grup AKP milletvekili, töreni canlı olarak televizyondan izlemekle yetinmeyip hemen orada bulundukları yerde, kendi tabirleri ile “gıyabî” olarak kurdele kesti. “Madem bu kadar seviyorlardı, neden açılışa gitmediler ki?” diye sormayın, o sırada aslında kurdele ile birlikte danıştay ve yargıtay üye sayılarını azaltıp bu kurumları yeniden yapılandıracak yasa tasarısı ile hukukun önünü kesmeye de çalışıyorlardı. Gıyabi kurdele kesmek ve mesajı okununca ayakta dinlemek ancak “Putin” önünde Rusya’da rastlanabilecek olaylardan…

Açılışta, dünya motorsiklet şampiyonu olmuş sporcumuz Kenan Sofuoğlu da saatte 400 km hızla bir gösteri geçişi gerçekleştirdi. Allah’tan, 400 km/s hız ile ve huzur içerisinde tören bitirildi. Zannedersem 330 km/saat hız yapılsa, o da olumlu karşılanırdı. Tamam, 267’nin üstü her türlü kabul edilecekti. Siyasilerimiz köprüden her bahsettiklerinde, İstanbul-İzmir mesafesinin artık kat edilebileceği süreyi farklı söylediler. Dört dediler, üç buçuk dediler ve açılış günü 3 dendi en son. Ben de arttırıyorum; Sofuoğlu’nun hızı ile gidilirse İzmir’e iki saat içerisinde yetişmek mümkündür!

Başbakan Binali Yıldırım, köprünün teröre verilecek en iyi cevap olduğunu söyledi ve sosyal medyada epey bir makara konusu oldu. Hemen öncesinde gerçekleşen saldırı etkisi ile söylenmiş popülist bir söz gibi dursa da, doğruluk payı oldukça yüksek bence.

Toplumsal hayatı en çok etkileyen ve anarşiye sebebiyet veren hususlardan biri de adaletsiz gelir ve sermaye dağılımıdır. Toplam sermayenin yüzde seksen beşini, halkın yüzde on beşi elinde bulunduruyorsa adaletsiz bir dağılım vardır, demektir. Kapitalist sistemlerde para sahipleri çok kolay yoldan para kazanıp servetlerini katlayabiliyorken, emekçi kesimi ne kadar çalışması oranında bir gelir artışı sağlayamamaktadır. Çünkü para parayı çeker. Bu sebeple toplumu oluşturan ekonomik gruplardan en altta olanları, en yüksekte olanlarına karşı bir hırs ve kin ile bakabilmektedir.

Burada “zekât” köprüsü toplumsal bir terörü önlemek konusunda en iyi çözümdür. Zengin zekât verdiği zaman bir minnet duyamaz, çünkü kendi namına ve kendi parasından vermiyor. “Fakirin hakkı” olduğu belirtilen bir kısım malı gerçek sahiplerine ulaştırıyor. Zekâtı alan da aslen Allah’ın kendisine gönderdiği bir nimet olduğunu bilir ve sebep olan kişiye karşı en azından düşmanane bir tavır geliştirmez. Hem zekât vereceğini bilen kişi, zarar etmemek ve ekonomik olarak küçülmemek için daha çok çalışıp, daha fazla yatırım yapar. Bu da istihdamı artırır ve toptan ülke ekonomisine olumlu katkıda bulunur.

Yıllardan beri devam edegelen terör belâsına karşı alınmadık askeri önlem kalmamış ancak terör olayları yine de sona erdirilememiştir. Çünkü askeri yöntemler, doğası gereği kaba kuvvete dayanır ve bu kaba kuvvet de istismar edilmeye açıktır. Yanlış bir kuvvet uygulaması sonucunda bir terörist etkisiz hale getiriliyorsa, ona karşılık on, belki yüz kişide nefret tohumları yerleşip o oranda dağa/sokağa çıkışlar hızlanabiliyor. Suçluyu suçsuzdan ayırt etmeden yapılan her operasyon terörün devam etmesini arzulayan odaklara prim verir. Bir suçlu var diye bir köyü harap ederseniz, o köyü olduğu gibi terörize edersiniz ve kolay kolay da bu tahribatı telafi edemezsiniz.

Hak, hukuk, adalet, insan hakları, çoğulculuk, din ve vicdan hürriyeti, ifade özgürlüğü gibi temel evrensel değerleri tesis edip gönül köprüleri kurmak gerekiyor kalıcı çözümler için… Kutuplaşmayı ve şiddeti sonuç veren nefret söylemleri bir kenara bırakılmalı. “Düşmanları azaltıp dostları artırmak” için yapabileceğiniz en güzel köprüler, gönül köprüleri olmalı. “Durmak yok, yola devam” diyenler, durmadılar ve düşmanlarını bitirdiler. Yola “davam” diyenleri yiyerek devam ediyorlar. Yıkılan köprüler tamir edilmezse büyük bir terör tehlikesi var, Allah korusun. Evet, teröre karşı en güzel cevap köprüdür!

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/terore-karsi-bir-cevap-olarak-kopru_402612
Tarih: 5 Temmuz 2016

Televizyon


Televizyon
Türkiye’de radyo ve televizyon yayını devlet (tek)eliyle başladı. Devlet, vatandaşına iletmek istediği mesajları bu kanalla iletti. Hükümete gelen, devletin radyo ve televiyonunu kendisinin bir propaganda aracı olarak kullandı.

Doksanlı yıllarda yayın hayatına başlayan özel kanallarla birlikte, kalitesi tartışmalı da olsa çok sesli ve renkli bir medya oluştu. Günümüzde ekonomik durumu ne olursa olsun neredeyse her evde bulunması, hatta bazı evlerde biri oturma odasında ve biri mutfakta olmak üzere birden fazla sayıda bulunabiliyor olması sebebiyle televizyon, toplumu yönlendirme ve algı oyunları için mükemmel bir araç. Doksanlı yılların çocukları “bana bir masal anlat baba” derlerdi, içinde kurtla kuzu olan… Şimdiki çocuklara “Pana” bir masal anlatıyor filmle, içinde kurtla pusu olan…

Günümüz medyasına baktığımızda sistematik bir şekilde yapıldığı intibaını uyandıran iki husus göze çarpıyor: İlki ahlâkî çöküntü oluşturan yayınlar, ikincisi de düşünceyi ve zekâyı dondurup izleyeni aptallaştıran yayınlar. Neler var meselâ?

Yerli Diziler: “Bihter” ölçeği ile ölçülse en az 9 şiddetinde ahlâkî depremlere yol açtıkları görülür. Fragmanlarında durmadan birbirine bağıran insanlar var. İyi oyunculuğun çok bağırma olduğunu kim söylediyse fena kandırmış anlaşılan. Birbirine tokat atan insanlar, durmadan ağlayanlar şiddeti özendiriyor. Nikâhsız ilişkiler, müstehcenliğe varan giyim kuşam ahlâk bozuyor. Kötü oyunculuk, özgün olmayan ve herhangi bir moral ders vermeyen senaryolar da doğrudan beyni hedeflemiş görünüyor. Hele aşiret dizileri yok mu, senaristlerin hiçbir gerçekliğe dayanmayan fantastik kurguları ve oyuncuların çok kötü mahalli ağız taklitleri çok itici. Önceki bölümün özeti, reklâmlar derken 3 saati kaplayan bir zaman dilimini çalıyorlar ömürden.

Magazin ve Yarışma Programları: En meşhuru yarışmacıların acından, seyircilerin Acun’dan ölmek üzere oldukları bir proje olan “Survivor”. Proje diyorum, çünkü ülke gündemi ne olursa olsun reytinglerde üst sıraları kaptırmaması başka nasıl açıklanıyor bilemiyorum. Televole ile başlayan şatafatlı ve lüks hayatı ballandırarak anlatan programlar, dönemin MİT müsteşarı tarafından da eleştirilmiş ve kendisi “Altı çocuğu olan, evine ekmek götüremeyen birisiniz. Akşam televizyonunuzu açtığınızda ‘Televole’ programlarında 60 kişinin nasıl yaşadığını görüyorsunuz. Siz olsanız ne düşünürsünüz? Ben bu durumda olsam belki de komünist olurdum” demişti.

Evlilik Programları: “Evililik müessesesi nasıl itibarsızlaştırılır?” sorusuna cevap olarak doğmuş gibi, mal varlıkları ve para üzerinden kendini ifade etme ve ilişki düzenleme programları. Stüdyodaki seyircisinden yarışmacısına, komple bir mizansen olduklarına dair sektör içinden itiraflar da geldi.

Yandaşlık Yayınları: Yetmiş dil ile, “ülke” çapında yayın yapan ve “net” bir şekilde “sabah-akşam” hatta “24” saat boyunca iktidarı tesbih ve tahmid eden “havuz” kanallarının yaptığıdır. Bu yayınları yapanlar, sosyal medya trollerinin görsel medya versiyonlarıdır. Mevcut iktidar “Sayın Öcalan demeyi ve PKK bayrağı açmayı suç olmaktan çıkardık” dediği anda “Bebek katili dediğiniz adam bize yol gösterdi” diyebilecek ve çözüm süreci dolaba kaldırıldığında da muhalefeti “terörist sevici” ilân edecek kadar omurgasızlardır. Bu yayınlar da doğrudan insan beynini hedef almış görünüyor.

Ramazan Yayınları: Dinî kanallar haricinde, iftar ve sahur zamanları ile sınırlı yayınlardır. Geçmişte yaşanmış ibretli hikâyeler acıklı bir biçimde anlatılıyor. Hikâyeleri dinleyen insanlar, orda anlatılan insanların çok özel insanlar olduğunu ve istese de kendisinin onlar gibi olamayacağını düşünür.
Özdeşlik kuramadığı için aldığı ders de o anlık olur, kısaca bir duygulanır. Günümüz insanının güncel problemlerini işleyen yapımlar maalesef yok. Bir de hocalara fetva verdirme olayı var ki, evlere şenlik. Bu programda sorulan soruların çoğu aslında dünyevî hayatı zevk ve eğlenceden ödün vermeden dinî bir kılıfa da uydurabilme çabasını gösteriyor. Biraz da reyting kaygısıyla süslenen ve abartılan sorular veya sorulara verilen cevaplar da oluyor. Bazan konuşmacılar daha marjinal olmak adına uçuk şeyler de söyleyebiliyor. Namaz kılmanın anlatılabilecek binlerce faydası ve fazileti varken, namaz kılmayanları tasvir etmek için hakaretvari ifadeler kullanmak, kesinlikle namaz kılmayı teşvik edici olamaz.

Yapımcılara sorulduğunda “halk bunları istiyor” diyorlar. Halka sorulduğunda “seyredecek başka bir şey yok” deniyor.
Bakalım bu kısır döngü nasıl kırılacak…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/televizyon_401774
Tarih: 27 Haziran 2016

Ramazan 2016


Ramazan 2016
Önümüzdeki yıllarda geçmişe bakıp “nerede o eski Ramazanlar!” diyerek iç geçirilince bunu duyup eski Ramazanları merak edecek o zamanın genç nesli kayıtlara baktığında bir şeyler bulabilsin diye 2016 Ramazan’ı hakkında yazayım istedim.

Öncelikle 2016 yılı Ramazan’ımız, 6 Haziran’da başladı. Yıl içerisinde gündüzlerin en uzun olduğu dönemi kapsayan bir Ramazan yani… Ülkemiz için oruçlu geçirilen sürenin 17 saati aştığı, sıcak ve fiziken zor şartlar altında geçen bir süreç ancak, zorluğu nispetinde mü’minlerin kazancının da ziyadesiyle katlandığı bir fırsat aynı zamanda. Allah hakkıyla istifade etmemizi sağlasın.

Ramazan Takvim Birliği: Neredeyse bütün İslâm dünyasında Ramazan 2016 aynı zamanda başladı. Umman Sultanlığı hilâlin görünmediğini söyleyerek Ramazan’ı Salı günü başlattı. Hilâl tesbiti konusunda yöntem birliği sağlanmadıkça her sene aynı tartışma devam eder.

Teravih Namazı: Geçmiş yıllarda, iftar-sahur arasının darlığı, Müslümanları yıldırım hızıyla teravih kıldıracak jet imam arayışlarına sevk etmişti. Bu sene jet imamlardan pek bahseden yok. Camilerde gördüğüm kadarıyla teravih ikişer rekât halinde kıldırılıyor. Bu konuda Diyanet’ten camilere talimat gitmiş. Yerinde ve güzel bir talimat, hızlı kıldırıyor diye dayak yiyen imam haberleri vardı geçen senelerde.

Davulcu: İstanbul için teravihten çıkma asgarî saati 23.30 civarlarına gelmiş, eve ulaşma-yatma hazırlıkları derken vakit gece yarısını geçiyor. Daha iki saat uyumadan “güm güm de güm güm” gibi uzaktan –belki- estetik, ama estetikten uzak davul sesleriyle ayağa sıçrıyoruz. Sesi hoş gelmediğine göre çok yakın bir yerde çalınıyor olmalı. Hava sıcak, pencere açık yatıyoruz mecburen. İftar geç bir saatte yapılınca acıkmıyor da insan, öyle tekellüflü bir sahur da gerekli olmuyor haliyle. O zaman çok erken kalkmak da icap etmiyor sahur için. Bizim davulcularınsa bu durumdan maalesef haberi yok! Davulcu kardeşler şöyle gece yarısından sonra uyuyup davul çalma görevi için uyanacak olsa eminim beni daha iyi anlayacaktır. Davulcu geçtikten neredeyse bir saat sonra kalkınca da rahat rahat sahur yapılabiliyor. Sabah namazı sonrası uykuya dalabilinceye kadar saat 04:00 oluyor. İki saat sonra da işe gitmek için kalkmak icap ediyorsa 3 parçaya bölünmüş ve eksik bir uykuyla bütün gün bir “Fight Club” modunda geçiyor; akşama kadar gözlerin kıpkırmızı ancak açık olduğu ve belli aralıklarla bilincin gidip geldiği bir zombi şeklinde!

Davulcuları denetleyen bir kurum var mıdır? Seslerinin hoş gelebileceği en makbul uzaklığı kim belirliyor meselâ? Saatleri ayarlayan bir enstitüleri var mıdır? Topladıkları bahşişin rayiç bedeli nasıl belirlenmektedir? Kaç kere bahşiş toplayabilirler? Her evde telefon bilgisayar ve çalar saat gibi istenen zamanda istenen şekilde bir uyarıyı verebilecek alet mevcutken, davul çalmaya gerek olmadığını düşünüyorum. En azından yaz Ramazanları için terk edilse ve bu vesileyle teknolojiye yenik düşmüş bir geleneğimiz diye tarihe karışsa iyi olur.

İmsak Saati Tartışmaları: Her sene olduğu gibi, yine imsak saati tartışması devam ediyor. Geçen yıllarda Diyanet’in belirttiği imsak saatine tepki olsun diye Aziz Bayındır, o saatlerde canlı yayında su içmişti. Bu sene imsak ölçümü yapılan bir noktaya gidip yerinde ölçüm yaptılar, ama pek gündeme gelmedi. Milletin aklını karıştırmaktan ne zaman vazgeçecekler acaba?

Pide kuyruğu: İş çıkış saatleri iftardan epey önce olduğundan bu sene pek yok gibi. O kuyrukta bekleme işi o anda sıkıntılı gelse de sonradan tatlı bir enstantane olarak hatırlanıyor. Taze pide kokusu bambaşka bir şey…

İftar Topu: Hoparlörlerin minarelerde kullanılmadığı zamanlardan kalma bir adet. Anadolu’nun pek çok yerinde hâlâ devam ediyor. Canlı bombaların patladığı ve terör olaylarının sık yaşandığı bir ortamda, ruh sağlığı açısından sanki terk edilse daha iyi olacak gibi geliyor bana…

Kurumların İftar Organizasyonları: Belediyeler başta olmak üzere pek çok kurum iftar organizasyonu düzenliyor. Allah gösterişten ve şovdan uzak, ikramları hakikî ihtiyaç sahiplerine onları rencide etmeden ulaştıracak organizasyonlar nasip etsin, maalesef gün geçtikçe bu manadan uzaklaşan organizasyonlar görmekteyiz; Ramazanın ilk günlerinde Beyoğlu Belediyesi’nin açık havada 2000 kişiye verdiği iftarda Suriyeli çocuklar alandan uzaklaştırıldı. Bingöl Belediyesi bir “tık” ileri davrandı, başkanın şoförü ve zabıta sıraya giren mülteci çocukları dayakla uzaklaştırdılar.

Ramazan TV programları: Bu konuyu inşallah ayrı bir yazı olarak ele alacağız.

Velhasıl 2016 Ramazanı da her Ramazan gibi güzel ve özeldir. Rahmet ve mağfiret kapıları yine açılmış, şeytanlar yine prangaya vurulmuştur. “Nerede” diye hayıflanarak aradığımız bizim eski benliğimiz ve saflığımızdır çoğu zaman. İçimizdeki şeytana bir pranga da biz vuralım bu Ramazan…
Bu Ramazan ve her zaman…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ramazan-2016_400975
Yayın Tarihi: 20 Haziran 2016

Yeniden Kandıriliş

Yeni Türkiye” diyorlar, “Yeniden diriliş” diyorlar ve mitingler yapıyorlar… Gelin, 2016 Türkiye’sinin içinde olduğu duruma bakalım:
Sağlık: Doktor performansını baktığı hasta ve yaptırdığı tıbbî tahlil ve tetkiklere bağlayan sistem kaliteyi çok düşürdü. Selfie niyetine MR ve tomografi çekilir oldu, hastaneye giren, kan tahlili yaptırıyor neredeyse. Özel hastanelerde insanlar parasıyla rezil oluyor, devlet hastanelerinde ilgisizlik ve sorumsuzluktan şikâyetçi. İlâç alırken 10’dan fazla kaleme para ödüyoruz, ödenecek para miktarını önceden hesaplayabilen vatandaş Nobel matematik ödüllerine aday gösterilebilir. Genel Sağlık Sigortası denen garabet başlı başına dosya konusu.

Güvenlik: Sınırlarımızın ötesinden gelen füzeler şehirlerimize düşüyor, ülkemizin güneydoğusu yangın yeri, nerede ne zaman bomba patlayacağı bilinmiyor. Canlı bombaları bilmiyor değiliz, ancak patlamadan da yakalayamıyoruz. Patladıktan sonra da geç oluyor tabi…

Toplumsal huzur: Siyasal kutuplaşma, hayatın her alanında. Herkes bir diğerine bakarken “acaba kimin adamı?” diye geçiriyor içinden. Kırk yıllık arkadaşları ile selâmı sabahı kesenler de var, aile içerisindeki gerilime dayanamayıp boşananlar da. Millî birliğe vesile olan millî maçlar bile artık bu işe yaramıyor, saygı duruşunu ıslıklayanlar da var, millî oyuncu kendi tuttuğu takımdan değilse küfür eden de. Toplum, hiç olmadığı kadar gergin.

Eğitim: Tek parti iktidarında, 13 küsur senede Millî Eğitim Bakanlığı yapan 7 kişi var. Her bakan neredeyse bir önceki sistemi silip, baştan yeni bir sistem getirmeye çalıştı. Onca itiraza rağmen 4+4+4 sistemi yeni hayata geçirilmişken, şimdilerde 3+3+3+4 şeklinde yepyeni bir sistem konuşuluyor. Eğitimde bir çağı kapatıp yenisini açma hayaliyle sunulan Fatih Projesi’nde en son haciz haberleri duyduk. Haciz neyse de, taciz haberleri eğitim durumumuzu özetliyor.

Ekonomi: Millî gelir düşmüş, büyüme rakamları, Cumhuriyet tarihinin ortalamasının altında, işsizlik had safhada. Esnaf kan ağlıyor; geri dönemeyen krediler, karşılıksız çeklerde patlama, kredi kartları limitleri dolduğundan artık kullanılamaz hale gelmiş, mecburen nakit kredi çekiliyor. İflâs erteleme başvuruları alabildiğine… İmalat sektörü daralmış, ihracat azalmış. 2023 hedeflerine ulaşmak neredeyse imkânsız. Esas daralmanın sonbaharda görülebileceğine işaret ediyor uzmanlar.

Dış Politika: İflâs eden Mısır ve Suriye stratejileri, İran ve Irak ile gerilimli ilişkiler, Rusya ile yaşanan uçak krizi ve bu krizin turizmimizle ihracatımızı vuran ekonomik etkisi… Müttefikimiz ABD kırmızı çizgilerimizi birer birer pembeleştiriyor, Avrupa Birliği mültecilerden korksa bile bize kapıları açmıyor, onu geçtim, mülteci anlaşmasından doğan 3 milyar euro paramızı bile vermiyor. Almanya malûm yasa tasarısını meclisinden geçirdi. Ülkemizi yönetenlerin “dostum” diyebildiği ülkeler çok sınırlandı. Dünyaya liderlik yapıyorduk, ne ara İslâm ülkelerinden aidatlarımızı bile toplayamayan hale geldik, anlamadım…

Yazılabilecek çok şey varken şimdilik bu kadarla iktifa edelim.

Tabiî ki bu sonuçlara bir günde ulaşılmadı. İyi işlerin tamamı reise verildi, kötü giden bir iş oldu mu ya içeriden birileri ihanet etti, ya da dışarıdan birileri iktidarı kandırdı. Hiç tevil edilemeyen ya da söylem değişikliği gerektiren durumlarda “üst akıl” ve “alt akıl” ikilisi vatandaşın önüne konuldu, “istediğini al takıl” dendi.
Uzaya fırlatılan bir roketi düşünün. İtici kuvvet uygulayan motorlara, görevlerini yeterince ifa ettikleri düşünülünce bir tekme atılıyor ve o ağırlıktan kurtulunuyor. Hatta, rokette geri kalanlar “biz daha hızlı gidecektik de o attığımız modül bize ağırlık yaptı” diyorlar. Modülün atılmadan önceki, yakıtı bitmiş halinin fotoğrafını gösteriyorlar.

“Bizi kandırdılar” denerek roketten atılanlardan bazıları: Erkan Mumcu, Abdüllatif Şener, Nazlı Ilıcak, Ertuğrul Günay, Hüseyin Çelik, Yaşar Yakış, Sadullah Ergin, Bülent Arınç…
Kurumsal olarak da önce “paralel” kandırdı. Sonra ölmüş olan “Kandil” diriltildi, dirilen Kandil kandırdı. Kandilin yaptığına tam olarak “Kandiliriliş” diyebiliriz. ABD kandırdı; Suriye’nin üzerine saldı, ama kendisi hiç gelmedi. “kardeşim Esed” kandırdı, kandırınca “zalim Esad” oldu. İran kandırdı; önce eksenimizi kaydırdı, sonra Ortadoğu’da dengeleri değiştirmeye çalıştı, uğruna eksenimizi kaydırmışken ABD ile anlaştı. Almanya durur mu, o da kandırdı.

Şimdi yeni bir kandırılış hikâyesi yazılıyor, sabık Başbakan Ahmet Davutoğlu üzerinden. Dış politika başta olmak üzere bütün hataları üzerine yıkıp “bizi de kandırdı, biz de mağduruz” diyecekler.
“Kutlu Yürüyüş”teki “Yeniden Kandıriliş” işte budur…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yeniden-kandirilis_400298

Yüksek Yüksek Tahsillere Ömür Vermesinler!


Yüksek Yüksek Tahsiller

 
Türkiye’de, iyi bir gelecek kurmanın yolunun iyi bir üniversiteyi bitirmek olduğuna ilişkin yaygın bir inanış hâkimdir. Doğru ya da yanlış olduğu tartışılabilir, ama ülke gerçeklerine uygun olduğu kesin. İyi firmalar, iş ilanlarında hep iyi üniversitelerden mezun olma şartını koyuyorlar. Gerçi, ayrımcılığa neden oluyor diye bu konuda yasal bir düzenleme getirildi, ama anlayış değişmediği sürece, o firmaların insan kaynakları muhtemelen, başvuruları ilk turda üniversitelere göre ayırır, ikinci turda belirli üniversitelerden mezun olanları değerlendirir. Bir arkadaşım anlatmıştı; Kadının biri dolmuşta giderken, yanında oturan ve yolda tanıştığı diğer bir kadına oğlunun ODTÜ’yü kazandığını anlatıyor ve bütün dünyanın duymasını istercesine bağıra bağıra bunu yapıyormuş. “Zaten şekerim, Türkiye’de ODTÜ, İTTÜ ve BOĞAZİTTÜ haricinde okunacak okul mu var?” dediğinde dolmuş kopmuş haliyle…

İlkokuldan itibaren hayat bu istikamette şekillendirilmeye çalışılır. İyi bir ilkokulda, iyi bir ortaokula, iyi bir ortaokulda iyi bir liseye ve iyi bir lisede de tabiî ki iyi bir üniversiteye gidecek bir yol vardır. Doksanlı yılların başında lise bittikten sonra, üniversite kazanılmadıysa dersaneye gidilirdi. İkinci el bir araba fiyatı ölçüsü hiç değişmediği hâlde, dersaneler gittikçe hayatımızın parçası oldu. Okumaya niyeti ve yeteneği olsun olmasın, herkes, diğer herkes dersaneye gittiği için gitmeye başladı. İmkânı olanlar tabii bunun yanında özel ders de alıyor. İlkokulun sonundan başlayıp üniversiteye kadar gelen ve hayatlara ipotek koyan bu sınavlar silsilesi, çoktan seçmeli sorulardan oluşunca, çocuk ve gençlerimiz beyinlerini “test food” denebilecek bilgi gıdasıyla dolduruyorlar.
Mevcut sınav sistemi, her ne kadar bizi memnun etmese bile, ehven-i şer kabilinden uygulanabilir en adil çözümlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Açık uçlu soru yöntemiyle lise sonu sınavların yapıldığı ve bu sınavların sonuçlarının doğrudan üniversiteye yerleşimde kullanılmadığı ülkeler yok değil. Lise notlarına ve öğretmenlerin öğrencileri hakkındaki referans mektubuna bakarak üniversiteye yerleştirmek gibi yöntemler kullanan ülkeler bile var. Adam kayırma, hemşericilik ve rüşvet gibi suistimal tekniklerine, hayat tarzı ve sosyal ilişkiler bakımından çok müsait bir toplumumuz olduğu için, maalesef bu tarz yöntemler şimdilik bize göre değil.

Öğrencimiz en kısa zamanda, en çok sayıda sorularda istenen şıkları bulmak zorunda olunca, buna yönelik teknikler öğretiliyor. Bu da kişiyi kolaycı ve ezberci yöntemlere itiyor. Şöyle bir teknik geliştiren adamları gördüm; “Bir soruda şıklardan biri “0” (sıfır) ise, o şıkkın doğru olması ihtimali yüksektir ve hiç çözüm için bir denklem kurmadan veya formül hatırlayıp iteratif (tekrarlamalı) bir şekilde çözüme gitmek gibi yükü fazla olan yöntemlere başvurmadan, sıfır değerini doğru değer kabul edip sağlama yapmaya çalışın.” Ya da: “Çözüm yolu olarak aklınıza hiçbir şey gelmediyse ve zamanınız da varsa, bütün şıkları teker teker deneyin ve değerini yerine koyun”. Gördünüz mü? Nerede kritik bilgi? Bu yazıyı okuyan ve sınavlara girecek olan genç kardeşlerime tavsiye etmiyorum bu yöntemleri, ama aklınızın bir kenarında kalsın, olur ya sınavda unutursunuz falan… Zor durumda kalmadan kullanmak yok böyle şeyleri! Sözelci arkadaşlar kusura bakmasın, ben sayısalcı olduğum için, bu kadar yardımcı olabiliyorum. Böylesi “çakallıklarla” bazı sınavlar kazanılabilir veya en azından küçük de olsa bir fark sağlanıp onun avantajı ile iyi bir bölüm kazanılabilir. Ancak bu, öğrencimizin iyi bir mühendis olmasına yardımcı olmayabilir.

Mühendislik fakültesinde okuyan böyle birini düşünün, size ne kadarlık iş yaptığınızı sorsa ve sizden “5 joule” şeklinde bir cevap alsa, bunun çok mu, yoksa az mı olduğu konusunda bir fikri olmayabilir. Hesap-kitap işlerine girmeden sezgisel olarak herhangi bir yargıda bulunamayabilir demek istiyorum. Kabaca 5 joule büyüklüğündeki iş, bir kilo ağırlığındaki bir kütleyi yarım metre kadar havaya kaldırmaya yarar. Bir kilo ve yarım metre birimlerini duyduğumuzda nasıl bize azlık ve çokluk konusunda bir fikir veriyorsa, bana göre iyi bir mühendislik öğrencisi de fiziksel birimler ve büyüklüklerini sezgisel boyutta anlamlandırabilmelidir. (Ben de aynı sistemle okuduğum için kondansatörlerde kullanılan birimler olan Farad ve Henry’yi sadece sınavlarda çözebilecek kadar öğrendim ve bu birimleri duyduğumda bende hiçbir duygusal tepki oluşmuyor ne yazık ki…)
70

Hafta içi okul, hafta sonu dersane/özel ders, akşamları test çözme derken, maalesef gençlerimiz hayatlarının o döneminde yapılmazsa, ileride yapılamayacak veya yapılsa bile aynı etkiyi oluşturamayacak aktivitelerden mahrum kalıyorlar. Bir hobi edinemiyorlar, yabancı dil öğrenemiyorlar, bir müzik enstrümanı kullanmayı deneyemiyorlar ve en tehlikelisi, dinî vecibelerini öğrenmeyi bile erteleyebiliyorlar. Teessüf ederek söylüyorum, buna daha çok anne baba ön ayak olabiliyor. Her dünya görüşünden insanda aynı şeyi gözlemleyebilirsiniz.

Oysa asıl içerisinde olduğumuz ve ebedî saadet veya ebedî azap ile sonuçlanabilecek sınavımızı ihmal etmeyelim ve unutmayalım ki, “LeYSe lil insani illa ma se’a”, yani “Muhakkak ki insana çalıştığından başkası yoktur.” (Necm suresi 39. Ayet)

Yargı-Çay!

Yargıtay başkanı ve yüksek yargı üyelerinin Reis-i Cumhur ile Rize ziyareti yapıp çay toplaması, yargı bağımsızlığı tartışmalarını beraberinde getirdi. Tartışmaların odağındaki isim olan Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit “Ben onu anlayamadım neden eleştiri konusu oldu. Devlet oradaydı. Türkler, Türk geleneklerimize göre devlet başkanına çok ayrı bir değer veririz. Devlet başkanı, devletin başı ve birliğimizin sembolüdür. Onun katılmış olduğu, meclis başkanının, milli güvenlik sekreterinin katılmış olduğu, tüm yüksek yargının katılmış olduğu bir çay toplantısının yapılmış olması ve buna iştirak etmemiz kadar doğal bir şey olamaz” dedi.

Bu ifadeye göre ya önceki yargıtay başkanları gelenek göreneklerimize bu kadar bağlı değildi, ya da önceki cumhurbaşkanlarımız çay partisi verdiğinde yargı mensuplarını çağırmamıştı. Veyahut önceki Reis-i Cumhurlarımızın çay dahil bütün partilerle bugünkünden daha farklı etkileşimleri olmuş olabilir. Gelenek demişken aklıma, hakkındaki rüşvet iddialarını cevaplarken hediyeleşmenin bir Türk geleneği olduğunu söyleyen bir siyasi geldi. Gelenek bilmek, hayat kurtarabiliyormuş bazı durumlarda.
AKP cenahına göre de bu olay normaldi. Numan Kurtulmuş önce “Yargı kurum ve kuruluşları son olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en üst makamı olan Cumhurbaşkanlığı makamına bağlıdır” dedi, tepkilerin ardından “Bağlı sözü doğru olmadı” diye düzeltti.

Kurtulmuş’un bu sözü bana “Organize İşler” filminde geçen “Müslüm bey, benim o kelimeyi kullanmam güzel olmamış da, arkadaşların çok tekrar etmesi tabi, hiç hoş olmamış yani..” repliğini hatırlattı.
Peki AKP’li arkadaşlar bu konuda başka neler söylemişti? Burhan Kuzu ile Galip Ensarioğlu’nun konuşmalarını hatırlayalım mesela; Ensarioğlu “Yasama bizde, yürütme bizde, yargı bizde, her şey bizde” demiş, Kuzu da “Oğlan bizim, kız bizim, niye denetleyelim?” diye cevap vermişti.

Burhan Kuzu’nun sözünde geçen “kız”, şu adaleti temsil ettiği söylenen, bir elinde kılıç, ötekinde tartı olan ve gözleri bağlı duran heykeldeki kız olmalı. O heykel artık Yeni Türkiye şartlarına göre değişmelidir. Adalet kızının gözlerini bağlamak nedir Allah aşkına? Adaletin gözü açık olacak, hiç bir şey kaçmayacak gözünden. Bağlanması gereken bir yer arıyorsan, başını bağlayacaksın başını! Tabi, iki manada da bağlanmalı adalet kızının başı. Münasip bir kısmet bulmak da Burhan Kuzu’nun görevi. Ölü ele geçirilen teröristlerin etnik kökenini tespit için kullandığı yöntemleri düşününce, en iyi o anlar zannedersem bu izdivaç işlerinden. “Oğlan bizim, kız bizim” diyerek aslında baklayı ağzından çıkardı, kendisinin de katkısıyla adaletimiz everiliyor!
Kız tamam da, “Oğlan” kim acaba? Onu söylemedi ama yakında o da çıkar herhalde. Bir “çay” içmeye giderler muhakkak… Adalette şeffaflık önemlidir, açık çay olur içtikleri. Muhabbet iyi giderse fazla uzatmadan, hayırlı işlerde acele edip evermek lazım bunları. Hemen söz kesilir, ki adaletin kestiği söz acıtmaz. Halkımız da SMS’ler ile görüşlerini belirtir. Böylece ilk kez halk oyu ile seçilen yerli ve milli damat adayımız, fiili eniştemiz olur. Türk tipi bir düğün yapılmalıdır. Kınasında da “çay”da çıra oynanır, “yüksek yüksek mahkemelere kız vermesinler” türküsü söylenir, adettendir. Üç tane de çocukları olur; Yasama, Yürütme ve Yargı koyarlar adlarını. Ne güzel, tek elde ve tek evde toplanır bütün kuvvetler!

Bir de hala utanmadan “yargının çay toplamakla ne işi olur?” diyenleri anlamıyorum. Mesele bir iki çay yaprağı değil, hala anlamadınız mı?
Yargıçlarımıza çay toplatıp “yargıçay” yaptık. Sırada, Amerika’nın meşhur (en azından Türkiye’de meşhur) savcısı Preet Bharara var. Onu da çağırıp çay toplattık mı tamamdır. Artık ona da kendi memleketinde “Preetea” mi derler yoksa “pretty” mi derler bilemem…

Yerli ve Milli UFO

Hollywood filmlerinde görmeye alıştığımız bazı klişeler vardır; psikolojisi bozuk seri katiller, karmaşık düzenekleri aşmayı başararak yapılan soygunlar, içlerinden geçilerek kaçılabilen havalandırma sistemleri, içini ninja kaplumbağaların mesken edinebileceği, iki adam boyu yarıçaplı kanalizasyon tünelleri gibi…
Bu vesile ile Birleşik Devletler’in alt yapı sistemlerinin ne kadar gelişmiş olduğu, havalandırma, yangın söndürme gibi otomasyon gerektiren sistemlerin, bilgi teknolojilerinin elverdiği bütün imkânlar kullanılarak uzaktan ve merkezi olarak kontrol edildiği fikri bilinç altına işlenir.

Ben bu filmlere baktığım zaman içlenirim. Çünkü insan hayatının önceliklendiği bir hayat tarzının ifadesidir, malzemenin ve teknolojinin en yenisi ve en kalitelisi kamu hizmetlerinde kullanılmaktadır. Aslına bakarsanız, bu filmler kullanılarak dünya insanlarına da çeşitli mesajlar veriliyor. Mevcut gündem konuları, ABD’nin ulusal çıkarları veya küresel hesapları doğrultusunda gerektiğinde çarpıtılarak yorumlanabiliyor. Vatandaşlarına “kuşa bak, kuşa” demek için, içine gerçek askerî kaynak veya ulusal güvenlik uzmanı karıştırarak UFO hikâyeleri yayıyorlar meselâ. “Selâm dünyalı, biz dostuz” diyen uzaylıların filmleri çekilir ve gündem değişir.
Bizim ülkemizde gündem değiştirmek için bugüne kadar hep farklı yöntemler kullanıldı.

Meselâ 34 sivilin vefat ettiği Uludere vak’asından sonra, “Kürt açılımı, Kürt ajitasyonu… kürtaj… evet kürtaj!” şeklinde bir akıl yürütme sonucu olduğu izlenimini verecek şekilde, gündem kürtaj konusuna çekildi ve “her kürtaj bir Uludere’dir” denildi. Kahve köşelerinin muhabbet değiştirme sözü olan “ne olacak bu Fenerin hali?” sorusunun siyaseten muadili “bizim millî içkimiz ayrandır” olmuştur. Sıkışık gündemlerin can simididir.

Küresel “riyaset” kulvarında yedi düvele karşı yarıştığımız şu “ustalık” günlerinde, vizyonumuzla bağdaşır tarzda gündem değiştirme faaliyetleri ihtiyacı ayyuka çıkmıştı ki, yüreklere su serpen iki gelişme peşi sıra oldu. İlkinde, Orman ve Su işleri Bakanımız Veysel Eroğlu “NASA da kim? Biz onlardan iyiyiz!” diyerek, 2023 hedeflerimize yakışır şekilde tartışma düzlemini uzaysal koordinatlara taşıdı. NASA ile karşılaştırılma ve NASA’nın buna adamakıllı cevap vermesi, ülke çapında inanılmaz bir özgüven patlamasına neden oldu. Aradan daha bir buçuk ay geçmişti ki, THY’nin Bodrum-İstanbul seferini yapan TK-2525 sefer sayılı uçağının pilotları, Silivri semalarında uçarken kuleye “Üzerimizden 2 bin veya 3 bin feetten (600-900 metre) tanımlanamayan bir cisim yeşil ışık saçarak önümüzden kat etti. Birdenbire kayboldu. Muhtemel UFO diye tahmin ediyoruz” diyerek bir UFO raporu verdiler.

Önceki yıllarda köylülerimiz tarafından taşla karşılanan UFO’ya nazaran, daha sağlam bir hikâyesi var. Bir kere, hemen öncesinde zihinler uzaysal tartışmalara hazırlandı. Pilotların konuşmalarının kaydı var ve aynı gün Muğla’nın Fethiye ilçesine tatile giden bir vatandaş da aynı evsafa sahip bir cisim gördüğünü söylemiş.
Turizm konusunda ciddî sıkıntı çektiğimiz bu günlerde bu haber çok umut verici duruyor. Arkasında “yaklaşma UFO’lursun, geçme pişman olursun” yazıyor mu, henüz bilmiyoruz, ama o yeşil rengiyle millî sıfatını sonuna kadar hak ediyor bana göre. Silivri gibi “derinliği” meşhur bir konumda görülmesi de kaynağının yerli olduğu hakkında yeterince fikir veriyor. İktidar partisi bir sonraki seçimlere “Hamdolsun, ilk yerli ve millî UFO’muz göklerde; filmdi, gerçek oldu” yazılı pankartlarla girerse hiç şaşırmayacağım. Kayıtlara geçen yerli ve millî ilk UFO’muz vatana millete hayırlı ve uğurlu olsun, bol bol turist getirsin inşallah.

Yerli ve millî bir UFO kavramı ister istemez, çalışmayan uzay gemisinin yokuştan vurdurulması, akşam gemiden inerken kara kutunun sökülerek elde eve taşınması, gemi arkası hayatın anlamına dair vurucu arabesk ifadeler, “saatte kaç km yapabiliyor bu makine?” ve “çok mu yakıyor?” gibi soruları akla getiriyor. Yani gündem değişikliği için birebir, malzeme bol. Artık bu fikre odaklanıp Türk sinemasında da kendi UFO’muzu işleyen yapımlar görebiliriz.

Benim şahsî fikrimi soracak olursanız bu yeşil cisim, yükselen yeni sermayenin dayandığı yeşil renkli emlâk balonunu simgelemektedir. Yükseklere çıktıkça basınç düşer, dış basıncı dengelemeye çalışan iç basınç dayanamaz ve balon patlar. 20 bin fit seviyelerinde görüldüyse vay halimize!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yerli-ve-milli-ufo_398704
Yayın Tarihi: 30 Mayıs 2016

İşi Ehline Vermek

“İş ehli olmayana tevdi edildiği zaman, kıyameti bekle” mealinde bir hadis-i şerif vardır.
Bu hadisi iki yönden yorumlamak mümkündür; işlerin ehline verilmemesini bir kıyamet alâmeti olarak anlamak, bir de bir iş ehline verilmezse o işin kıyametinin yaklaştığına hükmetmek.
Ülkemizde işi ehline vermek konusu yanlış anlaşılmıştır maalesef, iş vermek konumunda olanlar, işin ehli yerine kendi “ehl”ini seçerek ona verirler. İktidarda olanların çalışmak için kendilerine yakın kişileri ve kurumları (hak etmiyor olsalar bile) “ille de bizden olsun, ister çamurdan olsun” hesabını seçtiklerini herkes bilir. Hatta ilginçtir, bunu “yakınlarını korumayı” emreden âyetler mucibince yaptıklarını söyleyip katmerli cürüm işleyenlere bile rastlanmıştır.

Haşmetli devletlüler için küçük, sıradan vatandaş için büyük sayılacak küçük kadrolara memur alımı KPSS sınavı ile yapılmaktadır. Ancak gelir getirisi ve prestiji yüksek kadrolara eleman alımında farklı yöntemler kullanıldığı görülebiliyor. En çok görüleni, alınması planlanan kişilerin özelliklerini, yapılacak işle ilgisi olmasa bile başvuru şartları arasında saymak! Meselâ TÜBİTAK’ta atom araştırmaları üzerine yazılım geliştirecek, Çince veya Urduca bilen bir bilgisayar mühendisi ilânı görürsem şaşırmıyorum ve istenen diğer özellikleri taşısam bile başvurmuyorum. Almak istedikleri kişi belli ki vakt-i zamanında, hangi maslahata binaen olduğunu bilmediğim şekilde, belirtilen dillerin kursuna gitmiş ve sertifikasını almış diyorum. KPSS sınavının yapıldığı bugünlerde, bazı kurumların KPSS şartını kaldırmış olduklarını duymak üzüntü verici oldu.

Türkiye’de her kurum böyle mi? Özel yetkinlikleri ve kişisel özellikleri, insaflı ve adaletli bir şekilde değerlendiren ve ona göre insanlara davranan bir yer hiç mi yok? Tabiî ki var: TSK! Zorunlu askerlik görevi vesilesiyle toplumun her kesiminden insan, hayatının belli bir döneminde buraya uğrar. Atom mühendisinden filoloğuna, bale ve opera sanatçısından muhallebicisine çok geniş bir yelpazede insan kaynağından söz ediyoruz. Herkese yetkinliğine uygun bir iş bulmak gibi bir imkânı olmasa da komutanlarımız, her işi yapabilecek en uzman kişiyi seçmeye azamî gayret sarf ediyorlar. Meselâ bir piyano mu taşınacak, bakıyorsunuz kolluk çavuşu koşa koşa gelip konservatuvar mezunu iki kişiyi alıp gidiyor!

Benim askerlik yaptığım yerde, bir gün bir uzman çavuşumuz acilen bir ziraat mühendisi arayışına girdi. Küçük bir alaydık, aramızda fazla meslek çeşitliliği yoktu ve yapılacak iş hakkında detay da verilmemişti. İçimizde Ziraat Fakültesi mezunu bir arkadaş bulduk ve kendisi ile helâlleşip gönderdik. Bahçe hayvanları konusunda uzmanlığı olduğunu söylese de, Nizamiye Karakolu’nda bulunan çiçeklerin yapraklarının tozlarını almak için olabilecek en uzman kişi oydu. Sivildeki işi yatırım analistliği olan, dünyanın herhangi bir köşesindeki herhangi bir ülkede, en iyi yatırımın nasıl yapılabileceğini bilen, adım atmadığı bir ülke kalmamış, bir yıllık kazancı ile askerlik yaptığı süre boyunca o alaydaki uzman çavuş ve astsubayların tamamının maaşını ödeyebilecek bir arkadaşımız vardı. Çok şanslıydı ki uzmanlık alanına göre değerlendirildi ve kantinci oldu.
Bir gece apar topar koğuşumdan nöbetçi erler eşliğinde alındım. Nöbetçi astsubay, nöbetçi subay derken, alay komutanının isteği üzerine gittiğimi anladım, ama kimse niçin çağrıldığımı bilmiyordu. En son beni subay gazinosunun kapısında alıp içeriye götürecek olan komutan, “ilahiyatçı çavuş sensin demek” dedi. (Ben tabiî ki, şaşırdım; zira çavuştum evet, ama ilahiyatçı değildim. Muhtemelen dini bir vecibe için çağırmış olmalıydılar, ilahiyatçı aradıklarına göre… Gecenin o saatinde hangi dinî vecibe lâzım olmuştu acaba ve daha da önemlisi, ben yapabilecek miydim?) İlahiyat değil mühendislik fakültesi mezunu olduğumu söyledim. “Olsun”  dedi ve Arapça biliyor olmanın yeterli olacağını ekledi komutan. (Namazlarını kılan, Kur’ân okuyan ve Arapça bilen kişileri kodlama biçimi olarak “ilahiyatçı çavuş” ilginç gelmişti bana) İçeriye girdiğimde benden beklenen şeyin, duvarda asılı olan bir resmin altında yazan bir yazıyı okumak olduğunu söylediler. Bütün yetkinlikleri etkili kullanmak diye buna derim işte, ama yazıyı da okuyamadım iyi mi? Elle yazılmış, resim kopyalanınca da iyice silikleşmiş bir yazıydı!
***
Özel şirketlerde de durum çok iç açıcı değil. Kurumsal denebilecek şirketlerde bile yönetici konumdaki bazı insanlar, kendi makamını elinden alması riskine binaen bir altlarındaki konuma, orayı hak eden birilerini yerleştirmezler. “Düşük profil”, her daim yönlendirilebilecek ve asla kendisine rakip olamayacak bulunmaz bir nimettir. Gözü kapalı her söyleneni “yıldırım hızıyla” harfiyyen uygulayacak ve inisiyatif kullanmayacak bir modern köle isteniyor çoğunlukla.
Bu zihniyetle devam ettiğimiz sürece, elin oğlu sanayi devrimi (sanayi 4.0) konuşurken, biz hâlâ Saray’ın devrimini konuşur dururuz!

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/isi-ehline-vermek_397868
Tarih: 23 Mayıs 2016

Offshores, Off Shourse ve Off Shoes

Vergilerin hiç olmadığı veya yok denecek kadar az olduğu bölge ve ülkelere vergi cenneti (offshore) denir.
Vergi cennetlerinin 3 tane belirgin özelliği vardır:
  1. Vergi olmaması, denetim olmadığı anlamına gelir. (Bazı ülkelerde yıllık olarak ödenen sabit ve cüz’i bir vergi vardır.)
  2. Ülke dışı kişi ve kurumlarla herhangi bir bilgi paylaşılmaz. Müşteri isimleri ve malvarlıkları hakkında açıklama yapılmaz.
  3. Firmaların çoğu hayalîdir, kâğıt üstündedir.
Vergi cenneti olan ülkeler, vergi avantajı sunarak ülkelerine nakit akışı sağlarlar. Bu ülkelerde yatırım yapan kişiler genelde 3 temel sebeple yaparlar:
  1. Vergi oranlarının sıfıra yakın oluşu, bürokratik işlemlerin azlığı ve basitliği, ucuz işgücü gibi sebeplerle bazı yatırımcılar, işletme kârını arttırmak için çağrı merkezi veya danışmanlık hizmetleri gibi bazı birimlerini vergi cennetlerinde konumlandırabilirler. Kanunî ve meşrû işler yapıp, bazı avantajlarından dolayı vergi cennetlerini kullanırlar. Dünya çapında bilinen büyük firmalar da bu yöntemle yatırımlar yapabilmektedir. Bunlar, “namusuyla” ülkesinden vergi kaçırmaktadır, “beyaz” alan diyebiliriz.
  2. Herhangi bir kriz ânında elinde avucunda ne varsa kaptırma riski olan kişiler, vergi cennetlerine paralarını transfer ederek ortadan kaybederler. Bir nev’î sigortaya alırlar. Kimler meselâ? Ülkesinde siyasî olarak muhalif olan ve hükümetin türlü yalan-yanlış bahaneyle malvarlığına el koyması riski bulunan iş adamları… Özellikle hukuk sisteminin iyi çalışmadığı veya totaliter rejimlerde bu risk fazladır. İflâs erteleme talebinde bulunan ve icra durumunda elindeki herşeyi kaptırmak istemeyen iş adamları da paralarını bu yolla kaçırabilmektedir. Bir diğer örnek de ortağından veya eşinden ayrılma sürecinde, tazminat ödeme ihtimaline karşı paralarını kaçıranlardır. Bu alan “gri”dir. Suistimale çok açıktır.
  3. Uyuşturucu, akaryakıt, silâh veya kaçakçılığı yapılabilecek herhangi bir meta ile yapılan ticaret sonucu eline kara para geçen insanlar, paraları aklamak için vergi cennetlerini kullanabilmektedir. Yolsuzluk yapan siyasetçiler, terör örgütleri, gizli operasyonlar yapan istihbarat teşkilâtları ve bunlara benzer her türlü gayr-i meşrû işlem bu kapsamda sayılabilir. Bu alan epeyce “kara”dır.
Özetleyecek olursak vergi cennetleri vardır, yazının başlığında bulunan “offshores” bunu ifade etmektedir. “Böyle bir cennet varsa elbette kullanırım” diyen insanlar vardır, başlıkta geçen ve İngilizce “elbette” anlamına gelen “of course” tabirinden ilhamla “off shourse” dediğimiz kısım bunlara karşılık gelmektedir. İçinde ayakkabısı olmayan ayakkabı kutuları, ülkemizde yolsuzluk, rüşvet ve her türlü dalâverenin simgesi haline geldiğinden, başlıkta geçen “off shoes” tabiri de kara parayı temsil etmektedir.

Dünyadaki çeşitli vergi cennetlerinden biri olan Panama’da yerleşik bir avukatlık ve danışmanlık şirketi Mossack Fonseca’ya ait terabyte’larca boyutta ve milyonlarca sayıda belge gazetelere sızdı. Sızan belgelerde pek çok ünlünün ve siyasetçinin adı geçiyor. İsmi geçen siyasetçilerden olan İzlanda Başbakanı istifa etmek zorunda kaldı. Türkiye’den yaklaşık 500 kişinin ismi ve aralarında en büyük şirketlerin de dahil olduğu 11 şirketin bu belgelerde yer aldığı şimdilik açıklandı. Tabiî ki ismi geçen şahıs ve şirketlerin gayr-i meşrû bir iş yaptıkları anlamında gelmeyebileceği bilgisini yukarıda vermiştik.

Ülkemizde maalesef vergi kanunları kötü tasarlanmıştır. Vergi mükelleflerinin hepsine potansiyel vergi kaçakçısı muamelesi yapılıp, alınabilmesi garanti olan bütün vergilere fazlaca yüklenilmektedir. İşçi, memur ve bütün ücretli çalışanların maaşları ellerine ulaşmadan, vergileri, kendileri adına işverenleri tarafından devlete ödenmektedir. Meselâ, her sene gelir vergisi dilimleri çok düşük miktarlarda arttırılırken, enflasyon başını alıp gidebilmektedir. KDV, ÖTV, MTV ve daha bir çok vergi türü burada sayılabilir.
“Büyük para” kazanan mükellefler için devlet, “nasılsa bir yolunu bulup kaçıracak bunlar, iyisi mi almam gereken verginin iki-üç katını isteyeyim, kaçırsa bile zarar etmem” düşüncesiyle vergi istemekte, mükellef de bu vergi yükünden kaçmak için elinden geleni yapmaktadır. Olan, her kaydını nizamî olarak tutan kişilere olur, onlar da bir noktadan sonra isyan edebilir. Ülkede kazanılan para, vergisi verilmeden, vergi cennetlerine aktıkça vatandaşın sırtındaki vergi yükü biraz daha artmakta, bu da bir sonraki dönemde daha çok paranın dışarı kaçmasına sebep olmaktadır. Kısır döngüyü kırmanın yolu, makul oranlara dayanan ve adil bir vergi reformu yapmaktır.

Geçtiğimiz hafta, Cumhurbaşkanı, artan işsizlik rakamları karşısında iş adamlarına bir çağrıda bulunmuş ve “TOBB’un üye sayısı bugün bir buçuk milyonu bulmuş durumda. Buradaki her üye, bir kişi işe alsa bir buçuk milyon işsize iş imkânı sağlamış oluruz” demişti. İlk bakışta anlamlı gelen bu teklif, karşılıksız çeklerin, geri ödenemeyen kredilerin ve iflâs erteleme taleplerinin sayısının katlandığı, kısaca adı konmamış bir ekonomik kriz yaşadığımız bugünlerde, çok makul ve sürdürülebilir görünmemektedir. Hazır ülkeden kaçan paralar sözkonusu olmuşken, bu paraları içerde tutmanın yöntemleri üzerinde durulsa daha iyi olmaz mı?

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/offshores-off-shourse-ve-off-shoes_397060
Tarih: 16 Mayıs 2016

Kilis - Silik

Kilis’e, 18 Ocak 2016 tarihinden bu yana, sistematik olmadığı söylenemeyecek bir biçimde, sınırımızın ötesinde IŞİD kontrolünde bulunan bir bölgeden roket ve füze saldırıları gerçekleştirilmektedir.
Bu saldırılar karşısında birilerinin eliyle, olmadı diliyle müdahale etmesi beklenirdi. Kalplerden buğz edilip edilmediğini bilemeyiz, ama çatlak testiler teoremi bize çatlak bir testinin içinde ne varsa dışına sızacağını söyler.

Öncelikle devletimizin resmî haber ajansı ve resmî haber kanalları, olayı “füzelerin düştüğü” şeklinde yorumladı. Filhakika, füzeler yerçekimi yüzünden düşüyordu. Düşmesi bir yana, düştüğü yerde patlıyordu üstelik ve “Briketleri” de kırıyordu! Hani “Briketleri” kırmasa… lâfı bile olmazdı yani.
Bu sathi bakış açısı ile bakarsak, ateşli bir silâhla vurulmuş ve ölmüş bir insan için: “7.62 mm çapında ve ilk hızı yaklaşık 800 m/s olan bir metal vücuda saplanmış, ondan öldü” diyebiliriz. Hatta hiç kurşunu da görmeyip, iç organ ve dokuların zedelenmesi sonucu ölüm gerçekleşti hükmüne varabiliriz. Nitekim Diyarbakır Lice’de yaşanan bir heykel krizi hususunda görüşleri sorulan dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala da “Fiber glas maddeyle yapılmış basit bir heykel. Vaveyla koparanlar bu işten beslenenler” demişti.
Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu sadece yandaş kanallardan takip eden vatandaşlar, bir Steven Spielberg filminde olduğunu zannetmiş olabilir; uzaydan düşen gizemli parçalar, nereden ve nasıl geldiği bilinmeyen düşmanlar… Olağan hayatın akışı içerisinde herhangi bir olaymış ve herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde görülebilirmiş gibi davranıldı.

Kilis Vali’miz, bir “level” üstten konuştu: “Süpermen değilim, roketleri havada yakalayamam!” Sosyal medya mecralarında Batman Valisi’nin yardıma gitmesinin gerekli olup olmadığı tartışıldı. Kendisine, Aşık Mahsun-i Şerif’ten mülhem şu dörtlüğü ithaf etmek isterim:

“Süpermen değilem, hemen havalansam
Uçsam da füzelere kafa atsam
Lâkabımdan başka süper nem kaldı,
Yırtık pelerinle bir yaralı süpermen kaldı”

(Mısraların ilk harflerine dikkat edilirse “SULY” kelimesi göze çarpıyor. Süleyman Bey’e bir akrostiş yapmaya çalıştım, ama görünüşe bakılırsa biraz daha çalışmam lâzım)

Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), “HALKIN ROKET MERMİSİ DÜŞMELERİNE KARŞI ALACAĞI TEDBİRLER” başlıklı bir broşür bastırdı. Broşürün başlığı, konunun tabiî bir afet gibi kabul edildiği konusunda fikir vermiyor değil. “Düşme” vurgusu tekrarlanmış, “halkın alacağı tedbirler” denerek, herkes kendini korusa kimsenin ölmeyeceği açıkça belirtilmiştir.
Hava sahamızı 30 saniye bile ihlâl eden uçakları hassasiyetle belirleyip, gerektiğinde düşürebiliyoruz. Ancak aylardır Kilis’e atılan mermilerin tam olarak kim tarafından atıldığını bilmiyoruz. Dahası, bölge insanımızı hava saldırılarına karşı koruyacak bir hava savunma sistemimiz, saldırı sırasında sığınılabilecek güvenli sığınaklarımız da yok.

Geldiğimiz noktada şehre 60’tan fazla mermi düştü ve 20’den fazla can aldı. Bölge nüfusu hızla başka yerlere göç ediyor, şimdiden % 30 göç var. Güvenlik güçlerimiz ise bir şeyler yapılmasını isteyen vatandaşlarımızın muhtemel taşkınlıklarına engel olma hesapları yapıyor. Şehrin interneti kesiliyor, ki seslerinin duyulmaması adına müthiş bir şey! Gazetelere ilân vererek yardım çığlıklarını duyurmaya çalışıyorlar.
Sonuçları itibarıyla başarısızlığı gün yüzüne çıkmaya başlayan dış politikalarımızın mimarlarından olan Başbakan Ahmet Davutoğlu görevini bırakacağını duyurdu. Çılgın bir proje olan  “Pelikanal İstanbul” hayata geçirilip kara ile (düzeltiyorum AK ile) bağlantısı kesilmiş bir ada haline getirilmek istendi. Projeyi duyunca çok uçuk bulanlar oldu, ama sonuçta “azl”in elinden hiçbir şey kurtulamazdı. Dursunali Akınet’ın Yolun Sonu Görünüyor adlı türküsünden ilhamla, bir dörtlük de Davutoğlu için yazalım:

“Erdoğan’ın alır kendi
Ne Hoca der, ne efendi
Sayılı günler tükendi,
Davutoğlu azledildi”

Bütün ülke olarak bizi etkileyen ve en çok Kilisli vatandaşlarımızın yaşayarak hissettiği sürecin aktörlerinden biri, İbrahim Özdabak karikatüründe resmedildiği gibi, adeta ilkokuldan kalma hatıralarımızdan çıkan “pelikan” silgisi ile “SİLİK” hale geldi. Kilis ile ne alâkası var diyeceksiniz, ben biraz tersten bakmayı seviyorum: KİLİS – SİLİK!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/kilis-silik_396296
Tarih: 9 Mayıs 2016

Öne Çıkan Yayın

Gözlükler

  İbrahim Özdabak Karikatürü   “Artık önümüzü göremiyoruz” sözünü ilk duyduğunuzda aklınıza: “Tabii canım, nasıl adım atacağımızı şaşırdık...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: