Bu Blogda Ara

Arşiv

Yine Bir Tasarruf...


Yine bir tasarruf
İbrahim Özdabak Karikatürü


Kaçıncısı olduğunu bilmediğimiz bir “kamuda tasarruf paketi” daha törenlerle hizmete girdi.

Önceki paketler ne kadar işe yaradı, ne ara yürürlükten kalktı da tekrar bir israf dönemi başladı ve yine yeni bir tasarruf paketine ihtiyaç duyuldu, bilmiyoruz.

Bu seferki tedbirler belediye seçimlerinin tamamlanmasını müteakip olarak başlayıp, en yakın seçim zamanına kadar devam edecekmiş.

Efendim, bu tedbir paketinin 3 yıllık süre içerisinde 100 milyar TL kadar bir kazanç hedefi varmış. Kabaca bir yıllık tasarruf miktarına 33 milyar dersek -sadece geçen sene, 1.37 trilyon liralık bir bütçe açığımız olmuş- yıllık bütçe açığın kırkta birini anca karşılayabilir, o da tam uygulanabilirse... Anlaşılan, tedbirler bütçe açıklarına sebep olan temel israf noktalarına temas etmeyecek; örtülü ödenekler, itibar meselesi edilen israflar, büyük zenginlerin affedilen vergi borçları, KÖİ denilen sistemle müteahhitlere aktarılan ve her sene katlanarak devam eden ödemeler tam gaz devam edecek. Tasarrufun yükünü, her zamanki gibi sıradan vatandaş sırtlayacak. Haberi duyduğumuzda ister istemez Dede Efendi gibi şarkıya başladık:

“Yine bir tasarruf paketi sardı bu gündemi
Şimşek, gonca fem, okudu bir gazel
Ateşîn tedbirleri yaktı bu ömrümü
Bin oda, bin araba, duruyor pek güzel


Görmedim hiçbir ülkede böyle bir itibar
Böyle kasır, böyle köşk, pek büyük bir filo
Vatandaşın bağrını üzmeye kemer sıkar
El aman! El mi yaman... Sandıkta göreceğiz bir güzel”

Her ne kadar “Artık çok ciddi davranacağız, bu sefer kesin olarak büyüğünden küçüğüne herkes tasarruf edecek” deseler de korkarım ki yalancı çoban hikayesindeki gibi, bu sözlere inananların sayısı oldukça azalmış durumda. Çoban demişken, akla bir kurt hikayesi geldi:

Ömrünün ahir zamanlarına yaklaştığını hisseden bir kurt, kendi kendine demiş ki: “22 yaşımı devirdim, bu kadar yaşayan kurt az olur. İyisi mi, hacca gidip tövbe edeyim”

İnek, koyun, keçi ve ceylan gibi, ömrü boyunca kendilerini yiyerek beslendiği hayvanların hepsini bir meydana toplayıp hac niyetini açıklamış. “Hakkınızı helal edin, artık benden size hiçbir zarar gelmeyecek, hiçbir hayvanı yemeyeceğim” demiş. Kurdun sözlerini temkinle karşılayan hayvanlar, kendisine inanmasalar da fikrini değiştirmesinden korktukları için alkışlamaya başlamışlar ve onu güzel sözlerle teşvik etmişler. Hiç olmazsa, tövbesini bozana kadar rahat bir nefes alacaklarını düşünmüşler.

Kurt Mekke’ye doğru yola koyulmuş. İki gün boyunca hiçbir şey yemeden yürümüş ancak yaşlılığın ve açlığın tesiriyle takatten düşmüş. Şeytanın da telkiniyle kendi kendine söylenmeye başlamış: “Yahu, senin deden mi hacca gitti, baban mı hacı oldu? Senin neyine hacca gitmek? Daha oraya ulaşmadan açlıktan ölecek seviyeye geldin”

Derken, yanı başından bir katırın geçmekte olduğunu görmüş. Katıra durumunu izah etmiş, hac gibi mukaddes bir vazifeyi ifa edebilmek için kendisini yemek zorunda olduğunu bütün açıklığıyla anlatmış. Katır da sakince kurdu dinleyip kararını olgunlukla ve teslimiyetle karşılamış. “Yalnız, benim sağ arka ayağımın nalı düşmüş. Bu kudsi vazifeyi ifa ederken, nalsız olmak istemem. Şu karşı tepenin başında, tam da nal çakmak için uygun, güzel taşlar var. Oraya gidelim, nalımı düzelttikten sonra beni yiyebilirsin” demiş.

Teklifi makul bulan kurt, katırla birlikte tepenin başına kadar yürümüş. Katırın gösterdiği taşı almış ve nalı tamir edebilmek için ayağını kaldırmasını istemiş. Katır, ayağını kaldırır kaldırmaz var gücüyle kurdu tepmiş. Tekmeyi yiyen kurt, tepeden aşağı doğru yuvarlanmaya başlamış. Yuvarlanırken son nefeslerini veriyor ve bir yandan da kendi kendine söyleniyormuş: “Yahu, senin deden mi nal çaktı, baban mı nalbanttı... Nal çakmak senin neyine...”

İktidar partisi müntesiplerinin kendi kendilerine soru soracaklarını zannetmediğimiz için onların yerine biz soralım: “Sizin il başkanlarınız mı tasarruf etti, belediye başkanlarınız mı, rüesa takımınız mı? Tasarruf etmek sizin neyinize?”

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yine-bir-tasarruf_597299



Doktor Nasıl Kalsın?

 

Doktor Nasıl Kalsın?
İbrahim Özdabak Karikatürü

Önceki yazımızda hastaların MHRS üzerinden randevu alma sıkıntılarından bahsettik.

Sistemin yapısında problemler var, anlamsız iptaller ve hatalar insanları bıktırıyor. Bürokratik işlem kalabalığı sebebiyle bazı süreçler yavaş ilerliyor. Bunun yanında, her bir hastanın, uzmanlık gerektiren branş doktorlarına doğrudan müracaat edebilmesi o doktorların kapılarında yığılmalara sebep oluyor.

Diyeceksiniz ki, her bir hastanın istediği hastane ve doktordan randevu alabiliyor olması iyi bir şey değil midir? Evet, bir insana piyangoda büyük ikramiyenin isabet etmesi zahiren iyi görünebilir fakat aynı piyangoda yüzbinlerce kişi büyük ikramiyeyi paylaşıyorsa ikramiye küçülür ve ona erişmek de beklemeyi gerektirebilir.

Ülkece yaşadığımız iktisadî ve beşerî zorluklar doktorları ve sağlık çalışanlarını da etkiliyor. Uzun çalışma saatleri ve nöbetler onları zaten yeteri kadar yormuyormuş gibi, bazı hastalar ve hasta yakınları tarafından şiddete maruz kalabiliyorlar. Son yıllarda memleketimizde akrabalık/yakınlık ilişkileri ve torpil gibi unsurların, iyi bir mevki ve hatırı sayılır bir kazanç elde etmede tahsil ve beceriden çok daha faydalı olduğunun keşfiyle birlikte, tahsilli insanlara karşı bir itibarsızlaştırma meyli müşahede edilmektedir. Bu itibarsızlaştırma operasyonlarından en çok nasibini alan gruplardan biri de maalesef doktorlarımızdır.

Bütün bunların üstüne, düşük maaşları da eklenince katlanması zor bir durum ortaya çıkıyor. İki yanlıştan bir doğru çıkmayacağını söyleyenler olmuştu ama dört beş yanlışı birden irtikap edip doğru bir sonuca ulaşamayacağımızdan kimse bahsetmemişti. Yaşayarak öğreniyoruz.

Randevu bulma zorluklarının tamamına sabrederek doktor kapısına dayanan hastalar randevu saati geldiğinde de kapıda isminin yazılmasını bir süre daha beklemek durumunda kalabilir. Önceki günden randevusu olduğu halde gününde/saatinde bakılamamış hastalar, yaptırdığı tahlillerin sonucunu göstermeye gelenler ve randevu almadan hastaneye gelip, aralara ismini yazdırabilme önceliğine sahip insanlar çıkar, randevulu hastamız bekler de bekler. Kimi hastalar, işyerinden kısıtlı bir süre için izin alabildiğinden, ismi bir müddet yanmayınca muayene olmasa bile gitmek zorunda kalır ve istatistiklere “randevusuna gelmeyen hasta” diye eklenir.

Doktorun yanına girme şansı bulan hasta elini biraz çabuk tutmalıdır. Bazı branşlarda muayene için ayrılan süre 10, bazılarında 5 ve hatta yoğun branşlarda 2 dakikaya düşmüş durumda. Doktor bu kısa süre içerisinde hastanın hem bütün şikayetlerini hem tıbbî hikayesini ve gerekirse hastanın ailesinin genetik unsurlarını dinleyecek, yapılmışsa tetkik ve tahlil sonuçlarına göz atıp hastanın durumunu değerlendirecektir. Tabii ki, bu arada birileri odaya girip muayeneyi sabote etmezse!

Doktor bulma şansının çok az olduğu branşlardan biri olan cildiye randevuma hasta olarak gittiğimde, muayene esnasında, önce destursuz açılan kapıdan bir teknisyen girip klimayı inceledi. İki dakika sonra bir hemşire içeri daldı ve annesi için ilaçlar yazdırdı. O gittikten hemen sonra doktorun kullandığı azot gazı tüplerini değiştirmek için başka bir görevli geldi. Odaya serbestçe girilip çıkıldığını görüp içeride hasta olmayabileceği umuduna kapılan veya sadece merak saikiyle kapıyı açıp bakan hastalar oldu. Hasta-doktor mahremiyetine gösterilen saygı göz yaşartıcı seviyede, anlayacağınız.

Acizane tavsiyem; doktora aktaracağınız önemli bilgileri randevu saatinden önce not ediniz, gerekirse muayene esnasında notları gözden geçiriniz. Bu iş yoğunluğunda çalışan doktor, hastaların hangi birinin durumunu aklında tutup takip edebilir? Bir an önce hastayı gönderip yenisini almayı doktora sistem dayatıyor. Hasta ve tetkik işlemi sayısı arttıkça sosyal güvenlik kurumundan gelir akıyor sisteme.

Sigortası olmayan, randevu bulamayan, iş saatlerinden feragat edip doktora gidemeyenler de acil servislerine hücum ediyor. Doktor bir kardeşimiz, acil nöbeti sırasında sabah 04.00 civarlarında 600’e yaklaşan sayıda hasta kabul ettiğine dair dramatik bir sıramatik resmi göndermişti.

Geçen hafta “doktor doktor kalsana...” dedik ama insani şartlarda çalışabileceği, can tehlikesi olmayan, işinin hak ettiği maaşı alabileceği özel hastaneler ve yurtdışı imkânı varken, kalmayı seçmek de fedakârlık istiyor. Doktorlar, bize kendi üslubumuzla cevap veriyor:

“Uzun uzun kuyruklar

Dövülüyor doktorlar

Ben ülkede nasıl kalayım

Doysun kâra müteahhitler”

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/doktor-nasil-kalsin_597077

Doktor doktor kalsana...

Doktor doktor kalsana
Ergin Asyalı karikatürü

 

Ülkedeki diğer pek çok emsali gibi sağlık sisteminin de hâli içler acısı.

Öncelikle, kullanıcıları olan hastalar sistemden şikayetçi. Bütün vatandaşlar değil tabii, eskiden doktor bulamıyorken bugün dövebileceği doktor seçeneklerinin artmasından memnuniyet duyduğunu söyleyenler de var.

Özel hastanelere gitmek ateş pahası. Sadece muayene ücretleri bin liraları geçiyor. Kan tahlili, röntgen, ultrason gibi basit işlemlerin ücreti, asgarî ücretin yarısına tekabül edebiliyor. Yatış ve ameliyat masraflarına ise maaş yetmez. Özel sağlık sigortası olmayan ya da çalıştığı kurumdan sağlık yardımı almayan vatandaşlar için uğranabilecek yerler değil.

Devlet hastanelerinden randevu alalım diyenler aylarca beklemeyi göze alacak. Gastroenteroloji gibi ileri ihtisas bölümüne gitmek isteyenlerin vay haline! Doğrudan randevu alınamaz, bir dahiliye mütehassısının sevk etmesi gerekir. Dahiliye randevusu çantada keklik değil ki, onun için de 15 gün, bir ay kovalamak lazım.

Randevu demişken, püf noktalarını sayalım: 182’yi arayıp şansınızı deneyebilirsiniz ki büyük ihtimalle randevu bulamayacaksınız. Hemen internet sayfası veya mobil uygulaması üzerinden gitmek istediğiniz hastane, bölüm ve doktor seçimini yapıp randevu arayınız. Randevu yoksa, sistemde boşluk oluştuğunda size haber verilebilmesi için alarm oluşturabilirsiniz. O alarma çok da bel bağlamayın ama belli mi olur... 182’yi aradığınızda, randevu yoksa sistemde yeni kayıtların ne zaman açılacağı bilgisini öğrenebilirsiniz.

O günün sabahı için saat 09.58’e hatırlatıcı bir telefon alarmı kurmayı unutmayınız. 09.58 dediysem, hastane-bölüm-doktor seçimi yapıp ara butonuna basmaya hazır olacak kadar bir süre öncesine kurmanız yeterlidir. Sistemde yeni kayıtlar sabah 10.00’da açılıyor çünkü. Sistem saati 10’u geçince butona basıp hemen bulduğunuz ilk randevuyu kapıyorsunuz. Saatler arasında seçim yapma lüksünüz olmayabilir, metrobüste boş koltuk kapma yarışı gibi düşününüz. Saniyeler içinde randevular bitebilir.

Birine odaklanıp hemen seçmeniz şansınızı artıracaktır.

Aylar sürebilen ısrarlı takiple doktor karşısına çıkınca işiniz bitmiyor. Tahlil, görüntüleme veya tıbbî testler gibi işlemleri yaptırmanız gerektiği söylenecek ve yeni bir macera başlayacak. Tahliller yine aynı gün yapılabiliyor da görüntüleme gerekiyorsa geçmiş olsun! Kaç ay bekleyeceğiniz bahtınıza kalmış. Diyelim, üç ay sonrasına gün verildi, -bu arada hâlâ rahatsızlığınız devam ediyor- tedaviyi bırakın teşhis bile tamamlanmadı. İşlemin olduğu gün veya ona en yakın tarihe bir doktor randevusu almalısınız. En yakın tarih olarak işlemden 10 gün sonrasına gün bulabildiyseniz, buna da şükür dersiniz.

Sabırla o üç ayı da beklediniz, görüntüleme randevunuzun olduğu gün gidip işlem için sıra numarası aldınız ve sıra size geldi. Sürprize hazır olun; işlem talebinin üzerinden uzun zaman geçtiği için ilgili bölümün talebi yenilemesi gerektiği size söylenebilir. Bölüm sekreteryasına gidip durumu anlatırsınız, doktorun onay vermesi gerektiğini aktarırlar.

Poliklinik danışmasına gidip kayıt açtırmanız şarttır. Poliklinik danışması ana baba günü gibidir. Yine bir sıra numarası alıp beklersiniz ve sıranız geldiğinde kayıt açtırmak istediğinizi söylersiniz.

Randevunuz olmadan kayıt açamayacaklarını söylerler, baştan durumu anlatmaya başlarsınız.

Danışmadaki görevli muhtemelen ne yapılacağını bilemez ve bilen bir abla/abinin gelmesi beklenir.

Öyle-böyle, kayıt açarlar ve bölüm sekreteryasına gönderirler. Oradan işlem talebi yenilenir ve işlemin yapılacağı birime gidip tekrar sıra numarası alır ve işleminizi yaparsınız.

Sonucu doktorla görüşmek için randevu gününü beklerken, randevudan bir veya bir kaç gün önce, MHRS’den gelen bir SMS ile şok geçirebilirsiniz: Yakın zamanda aynı bölüm için bir hastane ziyareti gerçekleştirdiğiniz anlaşıldığından randevunuzun iptal edildiğini anlatmaktadır! Şaşırırsınız, çünkü böyle bir ziyaret gerçekleştirmiş olsanız ilk sizin haberiniz olurdu. E-nabız sistemini kontrol ettiğinizde görüntüleme/tahlil işlemi yaptığınız saatte bir doktor ziyareti kaydı işlendiğini görürsünüz. Hasta hakları ile görüşmeler hak getire, bir sonuç çıkmaz. CİMER’e yazarsınız, düzgün bir cevap alamazsınız.

Hastane danışma masalarındaki memurların insafı ve hasta yoğunluğuna göre, sizi arada bir yere sıkıştırırlarsa şanslısınızdır. Değilse yeni bir randevu kapma macerası sizi bekliyor. Gastroenteroloji bölümüne danışabilmeniz için size tanınan süre 3 ay idi, o süreyi aştıysanız veya provizyonu uzatmadıysanız ilk aşama olan dahiliyeden tekrar başlamanız gerekir.

Yukarıda anlatılan senaryo bir “Güldür Güldür Şov” skeci veya “Olacak O Kadar” parodisi değil.

Maalesef çoğu benim bizzat yaşadığım (randevu iptali hariç, onu ben yaşamadım) veya çevremdekilerin şahsen karşılaştığı olaylardır.

Vatandaşlar olarak, yurtdışına gitmek isteyen doktorlara sesleniyoruz:

“Doktor doktor kalsana

Randevuları açsana

Sıhhat elden gidiyor

Çaresine baksana”

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/doktor-doktor-kalsana_596847

İthalya Cumhuriyeti

 

İthalya Cumhuriyeti
İthalya Cumhuriyeti

Bundan çok çok zaman önce, buradan uzak mı uzak bir ülke varmış.

İyi-kötü, kendi ihtiyaçlarını üretebiliyor ve kimseye muhtaç olmadan durumları idare edebiliyorlarmış. Komşularıyla araları çok iyi değilse de, hiçbiriyle kavgalı değillermiş. Kimsenin tavuğuna kışt demiyor, kendi hallerinde yaşayıp gidiyorlarmış.

Bu bir peri masalı olsaydı, ülkenin güllük gülistanlık olduğunu söyleyebilirdik ama her ülke gibi inişleri çıkışları olurmuş ve zaman zaman çeşitli krizler yaşarlamış. Her halükârda, aksayan yönleri işaret eden birileri olur, bir şekilde işleri toparlayacak topluluklar çıkarmış.

Günün birinde, ülkede işlerin çok da yolunda olmamasını fırsat bilerek, toz pembe hayaller satan birileri yönetime talip olmuş. Ülkedeki her kesime selam yollayarak, özgürlük, adalet ve kalkınma vaatleri vererek yönetime gelmişler.

İlk elden, “Devlet işletmecilik yapar mı hiç?” diyerek kurumları satmaya başlamışlar. Elhak, hakkıyla işletilmeyen bu kurumlarda verimsizlik ve hantallık diz boyuymuş. Satışlara tepki gelince kurumların zararlarını gösteriyorlarmış. Düzeltme ve iyileştirme imkanı olup olmadığı ile hiç ilgilenmemişler. Zamanla ahali de benimsemeye başlamış satışları. Yok pahasına satılan işletmeleri madenler, limanlar, arsalar takip etmiş. 10 milyona fabrikayı arsası ile satın alan adam, kısa bir süre sonra fabrikanın sadece arsasını bile 80 milyona bir başkasına satabilmiş.

Ülkenin yüzölçümünden bahsetmek isterdik ama yüzölçümü alan anlamına geldiği için, alan oldukça satmışlar ve ülke küçülmüş. Çamaşır makinesinde yıkanıp da küçülmüş gibi değil tabi, topraklar yerinde duruyormuş ama artık pek çok yerin ve işletmenin sahibi yabancılarmış.

Yerel halktan tarımla uğraşanlar, yurt dışından getirilen tohumları kullanmaya zorlanmışlar. Bu tohumlardan elde edilen ürünler daha büyük duruyormuş ve renkleri daha canlı görünüyormuş. Gel gelelim, bu tohumlarla üretilen mahsüllerin tatları kötüymüş, milleti hasta da ediyormuş. İkinci sene aynısından üreteyim diyenler hayal kırıklığına uğramışlar çünkü bunlar tek kullanımlıkmış. Her sene dışarıdan aynı tohumları ithal etmek gerekiyormuş. Pişman olup ne olursa olsun eski tohumlara dönmek isteyenleri başka bir sürpriz beklliyormuş; toprağı bozduğu için eskisini ekseler de çıkmıyormuş. Ya beş sene hiç ekim yapmadan bekleyecek veya yeni ithal tohumlara devam edeceklermiş.

Tohum ile bitse iyi, gübre, hormon, saman... Zamanla akla gelebilecek her şey ithal edilmeye başlanmış. Böyle olunca maliyetler katlanmış, pahalı ürünleri kimseye satamaz olmuşlar. Yönetenler de “Amaaan, dert ettiğiniz şeye bakın, üretmekle uğraşıp neden kendinizi yoruyorsunuz, ithal etmek çok daha ucuz ve zahmetsiz. Dışarıdan alıp içeride satın” diyorlarmış. İthali mümkün olan her şeyi ithal etme politikasını tek cümle ile özetlemişler: Neye ihtyiacınız varsa “ithalledebiliriz”! Ülkedeki deyimler bile değişime ayak uydurmuş: “işleri ithaline yoluna koymak”, “ithali vakti yerinde olmak”, “endişeye ithal yok” gibi...

İthalat ile uğraşanlara “müteahhil” deniyormuş. Müteahhil olmak öyle her babayiğidin harcı değilmiş. İşinin ehli olmaya gerek yokmuş, birilerinin ehli olmak yetiyormuş müteahhil olmaya. Haliyle, bir müteahhil çetesi oluşmuş, aralarına yabancı kimse almıyorlarmış.

Bütün işletmeleri sattıkları için, kendi ülkelerindeki işletmelerde çalışıyor olsalar bile o işletmeden satın alınan mal ve hizmetler ithalat mahiyetinde kabul ediliyormuş. Hatta bu işletmelerde çalışanlar bile yurt dışından ithal edilen, kaçak çalıştırılan ucuz işçilermiş. Mesela otelde konaklamak isteyen vatandaşlar, yurtdışından gelen turistlerden daha fazla para ödemek zorundaymış. Otel faturalarına “vatandaşlık farkı” diye bir kalem ekleniyormuş.

Döviz kuru düşük iken tehlikenin farkına varmayan vatandaşlar, sular çekilip kurlar yükselmeye başlayınca ithalatın acımasız yüzü ile karşılaşmış. Kendi ülkesinde çalışamıyor, üretemiyor ve artık pahalılıktan dolayı satın da alamıyormuş.

Tam da bu sırada yönetici Baş Yüce, yeni bir anayasa müjdesi vermiş. Anayasanın ilk maddesinde ülkenin adının İthalya Cumhuriyeti olarak değiştiği yazıyormuş...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ithalya-cumhuriyeti_596597

Vaka-yı AKiye

Vaka-yı AKiye
Sefer Selvi Karikatürü

 

Maldivler’e tatile gidenler, Monaco’da yediği ıstakozla fotoğraf çektirip verdiği “ıstAKPoz”u sosyal medya platformlarında paylaşanlar, yarım milyonluk kol saati ile “biz bu milletin ta kendisiyiz” diye mesaj atanlar, günübirlik ülke gezmesine çıkanlar... Ne kadar ilerledik, farkında mısınız? Hamdolsun, bunların herbiri artık birer vaka-yı adiye oldu. Her ay bir buçuk milyon maaş verilerek uçuşlara geçen kurum genel müdürlerimiz var, daha ne olsun...

Tamam, bu imkanlar şimdilik sokaktaki vatandaşa yansımadı. Kimi vatandaşlar bir ay boyunca çalışıp kazandıkları para ile anca önceki ayın kredi kartı borcunu ödeyip parasız kalıyor. Kimi kredi kartının sadece asgari ödeme kısmını ödemeye takat bulabiliyor. İşsiz, ekmeksiz insanlar TÜİK hesaplamalarına pek girmediği için tam olarak onların sayısını bilmiyoruz. Ama olsun, inanıyoruz ki verginin tabana yayılması gibi itibar da tabana peyderpey yayılacak ve halka yansıyacak bir gün. Bu yüzyılda olması şart değil, acele etmeyelim.

Pek kıymetli bakan “itibarpenahları”, milletvekili “gösterişmeapları” ve yağlı-ballı makam-mevki jestleriyle ödüllendirilen yandaş “maaş-jesteleri” gibi hazretlerin bütün bir millet adına öncülük edip, böylesi nimetlerin şükrünü eda etme fırsatını yakalamaları sebebiyle bunlara “vaka-yı AKiye” diyebiliriz.

Denge ve denetim mekanizmalarından yoksun, sınırsız denebilecek yetki sahibi ve herhangi bir olumsuzluk durumunda her daim sorumluluğu kendisine yükleyebileceği günah keçileri bulma avantajına sahip yöneticilerin, seçerek kendisini taltif ettiği memurları da ondan aşağı kalmaz tabii... Binlerce metrekarelik yönetici makam katları en pahalı ve renkli mobilyalarla tefriş edilir. Makam odalarının içerisinde lüks ve şatafatı ön planda olan özel banyolar konulur. Bir belediye başkanı veya resmi bir kurumun genel müdürü, yönetim kurulu üyesi veya daire başkanı gibi makamlarda bulunanlar, makamlarında neden banyo bulundurmak ihtiyacı hissederler, demeyin. Her an bir üst amir ziyarete gelebilir, vatandaşlar dileklerini ulaştırmak için makam kapısına dayanabilir. Onların karşısına pir ü pak çıkmasın mı yöneticilerimiz? “Küçük bir duşakabin işlerini görmüyor mu? Gösterişli banyolarını kim görebiliyor ki onunla hava bassınlar?” derseniz, bunu ben de merak ediyorum!

Yerel ve sıradan halk, vaka-yi AKiye örneklerini gördükçe huysuzlandı. Sosyal medya, ıstakoz, Maldivler tatili, Rolex saat ve lüks belediye banyolarına verilen tepkilerle doldu taştı. Tepkilerin büyümesiyle ikinci bir “vak’a-yı vakvakiye” yaşamak istemeyen bazı partililer de tavırlarını ortaya koydu. Ellerindeki imkanları kaybetmek istemeyen “Devrin Muhafızları”, partili ve partiye yakın kişilerin nasıl olup da zenginleştiğini sorgulamak yerine yaşadıkları bu debdebeli hayatı insanların gözüne neden sokarcasına paylaştıklarına kızdılar. Gözüne sokulan insanlar bu paylaşımları nasıl görmüşler acaba? Telefon ve bilgisayarı olmayan görebilir mi? Fakir denebilir mi bu halka bilemiyorum, çıkarsınlar bakalım telefonlarını...

Aslında bakarsanız, restoran, otel ve ev fiyatlarında dünya standartlarını yakaladık. İnanın, dolar ve euro bazında burada yediğimiz yemek ile yurtışındaki fiyatlar neredeyse aynı gibi. Hatta bizden daha ucuz ülkeler bile var. Ne kadar gururlansak az... Problem yaşayanlar, yurtdışındakiler kadar kazanamayan insanlar. Her şeyi de devletten beklemeyin kardeşim, daha çok çalışıp kazancınızı artırmaya bakın...

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/vaka-yi-akiye_596339

 

M'Ako Ağa

 

M'Ako Ağa
M'Ako Ağa

M’Ako Ağa, sıra sıra selvilerin dizildiği bölgenin hemen aşağısında, yeşil yeşil çamların arasında kalan sinemada gösterilen çeşitli filmlerde rol almış bir karakterdir.

Bir şekilde, çevresinin güvenini kazanan ve sempati toplayan M’Ako Ağa, aldatarak iş görür. Türlü türlü desiselerle insanların parasını, emeğini sömürür. Foyası meydana çıktığında da ne yapıp ederek aradan sıyrılmayı ve suçu başkasına atmayı başarır. Gençliğini, parasını ve bütün birikimlerini kendisine kaptıran bazı kurbanlar da son bir umutla onları geri alabilmek için yine M’Ako Ağa’ya güvenmekten başka çıkar yol göremez. 

Filmin birinde, köylü vatandaşları Avrupa’da vizesiz seyahat hayaliyle kandırıp bir kamyona doldurur. Saf vatandaşlar, kapalı kamyon kasasında nereye gittiğini bilmeden günlerce seyahat ederler. Ara ara, bazı ülkelerin sınırına yaklaştıklarını söyleyip sessiz durmaları için yolcuları ikaz eder. Sınır geçişleri çok kritiktir ve hata yapma lüksleri yoktur. Geçilen sınır kapısına göre farklı tedbirler almak gerekmektedir. Maşallah, M’Ako, geçilen bütün ülkelerin dillerini akıcı bir şekilde konuşmaktadır ve kendi anadilinden başka dil bilmeyen umut yolcuları, her ne hikmetse bütün konuşmaları anlayabilmektedir. Yerine göre, bazı sınır kapılarında kendinden emin konuşup tek bir teftişe bile uğramadan geçebilmektedirler. Kimi yerlerde sempatik dili ve verdiği rüşvetlerle kapıları açtırır. 

Ne var ki, sınırlar boyu ilerledikçe geçiş zorlaşmaktadır. En zorlu gümrük ise Alman kapısıdır. Orada kıskanç köpekler vardır, laftan anlamazlar ve kamyonun tepesine çıkıp kasanın içerisine girmeye çalışırlar. Köpek seslerinin gittikçe yakınlaştığını duyan yolcular korkudan nefeslerini bile tutmuş ve oldukları yerde mıhlanmışlardır. Kahraman M’Ako, bütün heybetiyle köpeklerin karşısına dikilir ve onları kasadan uzaklaştırır.

Gerçekte ise, Avrupa’ya yaklaşmayan kamyon ortalarda bir yerde dolanmaktadır. Bütün sınır geçişleri ve gümrük muameleleri M’Ako Ağa’nın birer mizansenidir. Yolcuları korkutmak ve heyecan seviyesini diri tutmak isteyen M’Ako, sesini yükselterek farklı kişiler gibi konuşmakta ve yolcuların kendisini duymasını sağlamaktadır. Yolun sonunda Avrupa’ya geldiğini zanneden yolcular Ortadoğu’da kendilerini bulmuşlardır. İndikleri yerde Afgan, Pakistanlı ve Suriyeli pek çok yeni yol arkadaşları olmuştur. Onlar da M’Ako Ağa’ya aldanıp gelmiş başka mağdurlardır. 

En son rol aldığı filmin konusu zorba bir komşu ile yaşadığı maceralardır. M’Ako Ağa, aynı apartmanda yaşadığı insanlara yaşattığı zulümlerle hayatı dar eden “İsmail” isimli mahalle komşusuna uzaktan atıp tutmakta fakat onun komşularına zulmetmesini engelleyecek herhangi bir şey de yapmamaktadır. Engellemek şöyle dursun, İsmail’in ihtiyacı olan malzemeleri gemilere yükleyip gizlice ona göndermektedir. Birileri bunu fark edip ticaretini ortaya çıkarınca inkâr eder ve haberi yayanları terörist olmakla suçlar. 

Ne var ki, mızrak çuvala sığmaz ve mahalle ahalisi bu ticareti sesli bir şekilde konuşmaya başlar. Kâhyalar ticaret olayını tevile çalışmaktadır: “Ürünleri biz İsmail’e değil, mazlum apartman sakinlerine gönderiyoruz. Adresleri aynı olduğu için siz öyle zannediyorsunuz.”

Mağdur apartman sakinleri kendilerine bir şey ulaşmadığını söyler. Üstelik, uçağı olmayan sakinlerin uçak yakıtından önce ekmeğe ihtiyacı vardır. 

M’Ako Ağa’nın bu defa tepkisi “Evet, yaptım. Fakat bir sorun bakalım, niye yaptım... Bu zalim İsmail benden almasa başkasından alacaktı, ben ona fahiş fiyatla ürün satıp parasını azaltıyorum, kaz gibi yoluyorum” şeklinde olur. Kâhyalar da bir yandan, İsmail’in kendi ev halkının da ihtiyaçları olabileceğini, savaşta bile onları aç bırakmanın günah olduğu bilgisini yayar. 

Mahalleli tepkisinden çekinen M’Ako Ağa ticareti yasakladığını ilan eder ama şöyle bir diyalog geçer:

“İsmail Abi!..”

“Hooop! Ne yaptın, M’Ako Abi?”

“Ne yapalım, şimdilik gemi gönderemiyorum, idare et.”

“O gemi bugün olmasa bile bir gün gelecek, biliyorum...”

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/m-ako-aga_596101

Öne Çıkan Yayın

Gözlükler

  İbrahim Özdabak Karikatürü   “Artık önümüzü göremiyoruz” sözünü ilk duyduğunuzda aklınıza: “Tabii canım, nasıl adım atacağımızı şaşırdık...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: