Bu Blogda Ara

Arşiv

İthalya Cumhuriyeti

 

İthalya Cumhuriyeti
İthalya Cumhuriyeti

Bundan çok çok zaman önce, buradan uzak mı uzak bir ülke varmış.

İyi-kötü, kendi ihtiyaçlarını üretebiliyor ve kimseye muhtaç olmadan durumları idare edebiliyorlarmış. Komşularıyla araları çok iyi değilse de, hiçbiriyle kavgalı değillermiş. Kimsenin tavuğuna kışt demiyor, kendi hallerinde yaşayıp gidiyorlarmış.

Bu bir peri masalı olsaydı, ülkenin güllük gülistanlık olduğunu söyleyebilirdik ama her ülke gibi inişleri çıkışları olurmuş ve zaman zaman çeşitli krizler yaşarlamış. Her halükârda, aksayan yönleri işaret eden birileri olur, bir şekilde işleri toparlayacak topluluklar çıkarmış.

Günün birinde, ülkede işlerin çok da yolunda olmamasını fırsat bilerek, toz pembe hayaller satan birileri yönetime talip olmuş. Ülkedeki her kesime selam yollayarak, özgürlük, adalet ve kalkınma vaatleri vererek yönetime gelmişler.

İlk elden, “Devlet işletmecilik yapar mı hiç?” diyerek kurumları satmaya başlamışlar. Elhak, hakkıyla işletilmeyen bu kurumlarda verimsizlik ve hantallık diz boyuymuş. Satışlara tepki gelince kurumların zararlarını gösteriyorlarmış. Düzeltme ve iyileştirme imkanı olup olmadığı ile hiç ilgilenmemişler. Zamanla ahali de benimsemeye başlamış satışları. Yok pahasına satılan işletmeleri madenler, limanlar, arsalar takip etmiş. 10 milyona fabrikayı arsası ile satın alan adam, kısa bir süre sonra fabrikanın sadece arsasını bile 80 milyona bir başkasına satabilmiş.

Ülkenin yüzölçümünden bahsetmek isterdik ama yüzölçümü alan anlamına geldiği için, alan oldukça satmışlar ve ülke küçülmüş. Çamaşır makinesinde yıkanıp da küçülmüş gibi değil tabi, topraklar yerinde duruyormuş ama artık pek çok yerin ve işletmenin sahibi yabancılarmış.

Yerel halktan tarımla uğraşanlar, yurt dışından getirilen tohumları kullanmaya zorlanmışlar. Bu tohumlardan elde edilen ürünler daha büyük duruyormuş ve renkleri daha canlı görünüyormuş. Gel gelelim, bu tohumlarla üretilen mahsüllerin tatları kötüymüş, milleti hasta da ediyormuş. İkinci sene aynısından üreteyim diyenler hayal kırıklığına uğramışlar çünkü bunlar tek kullanımlıkmış. Her sene dışarıdan aynı tohumları ithal etmek gerekiyormuş. Pişman olup ne olursa olsun eski tohumlara dönmek isteyenleri başka bir sürpriz beklliyormuş; toprağı bozduğu için eskisini ekseler de çıkmıyormuş. Ya beş sene hiç ekim yapmadan bekleyecek veya yeni ithal tohumlara devam edeceklermiş.

Tohum ile bitse iyi, gübre, hormon, saman... Zamanla akla gelebilecek her şey ithal edilmeye başlanmış. Böyle olunca maliyetler katlanmış, pahalı ürünleri kimseye satamaz olmuşlar. Yönetenler de “Amaaan, dert ettiğiniz şeye bakın, üretmekle uğraşıp neden kendinizi yoruyorsunuz, ithal etmek çok daha ucuz ve zahmetsiz. Dışarıdan alıp içeride satın” diyorlarmış. İthali mümkün olan her şeyi ithal etme politikasını tek cümle ile özetlemişler: Neye ihtyiacınız varsa “ithalledebiliriz”! Ülkedeki deyimler bile değişime ayak uydurmuş: “işleri ithaline yoluna koymak”, “ithali vakti yerinde olmak”, “endişeye ithal yok” gibi...

İthalat ile uğraşanlara “müteahhil” deniyormuş. Müteahhil olmak öyle her babayiğidin harcı değilmiş. İşinin ehli olmaya gerek yokmuş, birilerinin ehli olmak yetiyormuş müteahhil olmaya. Haliyle, bir müteahhil çetesi oluşmuş, aralarına yabancı kimse almıyorlarmış.

Bütün işletmeleri sattıkları için, kendi ülkelerindeki işletmelerde çalışıyor olsalar bile o işletmeden satın alınan mal ve hizmetler ithalat mahiyetinde kabul ediliyormuş. Hatta bu işletmelerde çalışanlar bile yurt dışından ithal edilen, kaçak çalıştırılan ucuz işçilermiş. Mesela otelde konaklamak isteyen vatandaşlar, yurtdışından gelen turistlerden daha fazla para ödemek zorundaymış. Otel faturalarına “vatandaşlık farkı” diye bir kalem ekleniyormuş.

Döviz kuru düşük iken tehlikenin farkına varmayan vatandaşlar, sular çekilip kurlar yükselmeye başlayınca ithalatın acımasız yüzü ile karşılaşmış. Kendi ülkesinde çalışamıyor, üretemiyor ve artık pahalılıktan dolayı satın da alamıyormuş.

Tam da bu sırada yönetici Baş Yüce, yeni bir anayasa müjdesi vermiş. Anayasanın ilk maddesinde ülkenin adının İthalya Cumhuriyeti olarak değiştiği yazıyormuş...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ithalya-cumhuriyeti_596597

Vaka-yı AKiye

Vaka-yı AKiye
Sefer Selvi Karikatürü

 

Maldivler’e tatile gidenler, Monaco’da yediği ıstakozla fotoğraf çektirip verdiği “ıstAKPoz”u sosyal medya platformlarında paylaşanlar, yarım milyonluk kol saati ile “biz bu milletin ta kendisiyiz” diye mesaj atanlar, günübirlik ülke gezmesine çıkanlar... Ne kadar ilerledik, farkında mısınız? Hamdolsun, bunların herbiri artık birer vaka-yı adiye oldu. Her ay bir buçuk milyon maaş verilerek uçuşlara geçen kurum genel müdürlerimiz var, daha ne olsun...

Tamam, bu imkanlar şimdilik sokaktaki vatandaşa yansımadı. Kimi vatandaşlar bir ay boyunca çalışıp kazandıkları para ile anca önceki ayın kredi kartı borcunu ödeyip parasız kalıyor. Kimi kredi kartının sadece asgari ödeme kısmını ödemeye takat bulabiliyor. İşsiz, ekmeksiz insanlar TÜİK hesaplamalarına pek girmediği için tam olarak onların sayısını bilmiyoruz. Ama olsun, inanıyoruz ki verginin tabana yayılması gibi itibar da tabana peyderpey yayılacak ve halka yansıyacak bir gün. Bu yüzyılda olması şart değil, acele etmeyelim.

Pek kıymetli bakan “itibarpenahları”, milletvekili “gösterişmeapları” ve yağlı-ballı makam-mevki jestleriyle ödüllendirilen yandaş “maaş-jesteleri” gibi hazretlerin bütün bir millet adına öncülük edip, böylesi nimetlerin şükrünü eda etme fırsatını yakalamaları sebebiyle bunlara “vaka-yı AKiye” diyebiliriz.

Denge ve denetim mekanizmalarından yoksun, sınırsız denebilecek yetki sahibi ve herhangi bir olumsuzluk durumunda her daim sorumluluğu kendisine yükleyebileceği günah keçileri bulma avantajına sahip yöneticilerin, seçerek kendisini taltif ettiği memurları da ondan aşağı kalmaz tabii... Binlerce metrekarelik yönetici makam katları en pahalı ve renkli mobilyalarla tefriş edilir. Makam odalarının içerisinde lüks ve şatafatı ön planda olan özel banyolar konulur. Bir belediye başkanı veya resmi bir kurumun genel müdürü, yönetim kurulu üyesi veya daire başkanı gibi makamlarda bulunanlar, makamlarında neden banyo bulundurmak ihtiyacı hissederler, demeyin. Her an bir üst amir ziyarete gelebilir, vatandaşlar dileklerini ulaştırmak için makam kapısına dayanabilir. Onların karşısına pir ü pak çıkmasın mı yöneticilerimiz? “Küçük bir duşakabin işlerini görmüyor mu? Gösterişli banyolarını kim görebiliyor ki onunla hava bassınlar?” derseniz, bunu ben de merak ediyorum!

Yerel ve sıradan halk, vaka-yi AKiye örneklerini gördükçe huysuzlandı. Sosyal medya, ıstakoz, Maldivler tatili, Rolex saat ve lüks belediye banyolarına verilen tepkilerle doldu taştı. Tepkilerin büyümesiyle ikinci bir “vak’a-yı vakvakiye” yaşamak istemeyen bazı partililer de tavırlarını ortaya koydu. Ellerindeki imkanları kaybetmek istemeyen “Devrin Muhafızları”, partili ve partiye yakın kişilerin nasıl olup da zenginleştiğini sorgulamak yerine yaşadıkları bu debdebeli hayatı insanların gözüne neden sokarcasına paylaştıklarına kızdılar. Gözüne sokulan insanlar bu paylaşımları nasıl görmüşler acaba? Telefon ve bilgisayarı olmayan görebilir mi? Fakir denebilir mi bu halka bilemiyorum, çıkarsınlar bakalım telefonlarını...

Aslında bakarsanız, restoran, otel ve ev fiyatlarında dünya standartlarını yakaladık. İnanın, dolar ve euro bazında burada yediğimiz yemek ile yurtışındaki fiyatlar neredeyse aynı gibi. Hatta bizden daha ucuz ülkeler bile var. Ne kadar gururlansak az... Problem yaşayanlar, yurtdışındakiler kadar kazanamayan insanlar. Her şeyi de devletten beklemeyin kardeşim, daha çok çalışıp kazancınızı artırmaya bakın...

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/vaka-yi-akiye_596339

 

M'Ako Ağa

 

M'Ako Ağa
M'Ako Ağa

M’Ako Ağa, sıra sıra selvilerin dizildiği bölgenin hemen aşağısında, yeşil yeşil çamların arasında kalan sinemada gösterilen çeşitli filmlerde rol almış bir karakterdir.

Bir şekilde, çevresinin güvenini kazanan ve sempati toplayan M’Ako Ağa, aldatarak iş görür. Türlü türlü desiselerle insanların parasını, emeğini sömürür. Foyası meydana çıktığında da ne yapıp ederek aradan sıyrılmayı ve suçu başkasına atmayı başarır. Gençliğini, parasını ve bütün birikimlerini kendisine kaptıran bazı kurbanlar da son bir umutla onları geri alabilmek için yine M’Ako Ağa’ya güvenmekten başka çıkar yol göremez. 

Filmin birinde, köylü vatandaşları Avrupa’da vizesiz seyahat hayaliyle kandırıp bir kamyona doldurur. Saf vatandaşlar, kapalı kamyon kasasında nereye gittiğini bilmeden günlerce seyahat ederler. Ara ara, bazı ülkelerin sınırına yaklaştıklarını söyleyip sessiz durmaları için yolcuları ikaz eder. Sınır geçişleri çok kritiktir ve hata yapma lüksleri yoktur. Geçilen sınır kapısına göre farklı tedbirler almak gerekmektedir. Maşallah, M’Ako, geçilen bütün ülkelerin dillerini akıcı bir şekilde konuşmaktadır ve kendi anadilinden başka dil bilmeyen umut yolcuları, her ne hikmetse bütün konuşmaları anlayabilmektedir. Yerine göre, bazı sınır kapılarında kendinden emin konuşup tek bir teftişe bile uğramadan geçebilmektedirler. Kimi yerlerde sempatik dili ve verdiği rüşvetlerle kapıları açtırır. 

Ne var ki, sınırlar boyu ilerledikçe geçiş zorlaşmaktadır. En zorlu gümrük ise Alman kapısıdır. Orada kıskanç köpekler vardır, laftan anlamazlar ve kamyonun tepesine çıkıp kasanın içerisine girmeye çalışırlar. Köpek seslerinin gittikçe yakınlaştığını duyan yolcular korkudan nefeslerini bile tutmuş ve oldukları yerde mıhlanmışlardır. Kahraman M’Ako, bütün heybetiyle köpeklerin karşısına dikilir ve onları kasadan uzaklaştırır.

Gerçekte ise, Avrupa’ya yaklaşmayan kamyon ortalarda bir yerde dolanmaktadır. Bütün sınır geçişleri ve gümrük muameleleri M’Ako Ağa’nın birer mizansenidir. Yolcuları korkutmak ve heyecan seviyesini diri tutmak isteyen M’Ako, sesini yükselterek farklı kişiler gibi konuşmakta ve yolcuların kendisini duymasını sağlamaktadır. Yolun sonunda Avrupa’ya geldiğini zanneden yolcular Ortadoğu’da kendilerini bulmuşlardır. İndikleri yerde Afgan, Pakistanlı ve Suriyeli pek çok yeni yol arkadaşları olmuştur. Onlar da M’Ako Ağa’ya aldanıp gelmiş başka mağdurlardır. 

En son rol aldığı filmin konusu zorba bir komşu ile yaşadığı maceralardır. M’Ako Ağa, aynı apartmanda yaşadığı insanlara yaşattığı zulümlerle hayatı dar eden “İsmail” isimli mahalle komşusuna uzaktan atıp tutmakta fakat onun komşularına zulmetmesini engelleyecek herhangi bir şey de yapmamaktadır. Engellemek şöyle dursun, İsmail’in ihtiyacı olan malzemeleri gemilere yükleyip gizlice ona göndermektedir. Birileri bunu fark edip ticaretini ortaya çıkarınca inkâr eder ve haberi yayanları terörist olmakla suçlar. 

Ne var ki, mızrak çuvala sığmaz ve mahalle ahalisi bu ticareti sesli bir şekilde konuşmaya başlar. Kâhyalar ticaret olayını tevile çalışmaktadır: “Ürünleri biz İsmail’e değil, mazlum apartman sakinlerine gönderiyoruz. Adresleri aynı olduğu için siz öyle zannediyorsunuz.”

Mağdur apartman sakinleri kendilerine bir şey ulaşmadığını söyler. Üstelik, uçağı olmayan sakinlerin uçak yakıtından önce ekmeğe ihtiyacı vardır. 

M’Ako Ağa’nın bu defa tepkisi “Evet, yaptım. Fakat bir sorun bakalım, niye yaptım... Bu zalim İsmail benden almasa başkasından alacaktı, ben ona fahiş fiyatla ürün satıp parasını azaltıyorum, kaz gibi yoluyorum” şeklinde olur. Kâhyalar da bir yandan, İsmail’in kendi ev halkının da ihtiyaçları olabileceğini, savaşta bile onları aç bırakmanın günah olduğu bilgisini yayar. 

Mahalleli tepkisinden çekinen M’Ako Ağa ticareti yasakladığını ilan eder ama şöyle bir diyalog geçer:

“İsmail Abi!..”

“Hooop! Ne yaptın, M’Ako Abi?”

“Ne yapalım, şimdilik gemi gönderemiyorum, idare et.”

“O gemi bugün olmasa bile bir gün gelecek, biliyorum...”

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/m-ako-aga_596101

“Özeleştirme” İdaresi Başkanlığı

“Özeleştirme” İdaresi Başkanlığı
Yiğit Özgür Karikatürü

 

İktidar partisine oy verdiğini bildiğimiz hayali bir dostla seçim öncesi yapılmış bir muhavere:

Ülkenin gidişatından memnun musun?

“Hayır değilim. Ekonomi çok kötü öncelikle. Eğitimden sağlığa, adaletten güvenliğe kadar pek çok yerde problemler var. Devlet kademesinde israf çok fazla.”

Devlet kötü mü yönetiliyor?

“Değil ama boşluklardan yararlanan fırsatçılar ve menfaat çeteleri var. Reis’in çevresine yuvalanmışlar ve onu yanlış yönlendiriyorlar...”

Senin benim gibi sıradan vatandaşların görebildiğini Reis göremiyor ve senin onun basiretine güvenin tam, öyle mi?

“...!?”

Neyse, belediyelerde durum nasıl?

“Yolsuzluk, rant kavgası, adam kayırma ve rüşvet gırla gidiyor... İlçe belediye başkanlarının bazılarının milyonlarca metrekare arsası, binlerce evi olduğu ortaya çıkmış, çevre esnafını haraca bağlayan başkanlar varmış diyorlar”

Koca partide neden kimse müdahale edip düzeltmiyor?

“Fark edildikleri zaman müsamaha yok, bir sonraki dönem aday gösterilmiyorlar, hatta anında istifa edenler de oluyor.”

İyi de, ticaret ve ceza kanunlarına göre suç teşkil eden fiillerin karşılığı istifa değil, adli işlemlerdir. Mahkemeye sevk edileni hiç duymadık nedense...

“İşte ben de genel manada kızgın ve küskünüm onlara ve artık tavrımı belli edeceğim.”

Bu seçimde muhalefete oy vereceksin o zaman?

“Hayır, halkçılara oy vermeye elim hiç gitmez.”

İttifak içerisindeki diğer partilerden birine oy vereceksin bu durumda?

“Onlara da güvenmiyorum. Ben yine partime oy vereceğim. Ama içim acıya acıya... Sandığa sürünerek gideceğim ve ağır ağır atacağım o zarfı.”

Senin kızdığını ve tavır yaptığını nasıl bilecekler o halde?

“Benim bildiğimi herkes de biliyor. Özeleştiri yapacak ve kendilerini düzeltecekler inşallah...”

***

Sonuçlarıyla ezber bozan bir seçimi geride bıraktık. Kimselerin tahmin etmediği, gönlünden temenni olarak geçirse bile dillendirmediği sonuçlar çıktı. Hayır, seçimden önce söyleyen olsa da kimse dinlemezdi zaten.

Bir taraf biz kazandık diye seviniyor, diğeri de hayır siz kazanmadınız bize oy vermeyenler sebebiyle üste çıktınız, diyor. Aynı şeyleri söylerken bile ihtilafa düşmek yine bizim memlekete nasip oldu.

Rahmetli 9. Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in dediği gibi “Galibiyetin sahibi çoktur, mağlubiyetin sahibi yoktur. Yenilgi yetimdir.”

Bu sebepten, özeleştiri memleketemizde pek yapılmaz, hayali dostumuzun özeleştiri beklediği adamlar muhtemelen şöyle diyecek: “Biz üzerimize düşen her şeyi yaptık. 52 noktada mitingler düzenledik, milletvekillerinin görüşme fırsatı bulamadığı bakanları vatandaşın ayğına gönderdik, bütün televizyon ve radyo yayınlarında göründük, şehirlerin her yerine dev posterlerimizi astık. Bazı tarikat ve cemaatler bize açık desteklerini kamuoyuna sundu. Millet sandığa gitmedi, yoksa rakibimiz oyunu artırmış değil.”

Özeleştirme İdaresi Başkanlığının rehberinde özeleştiri için şöyle deniyor:

·         Özeleştiri, kendi eksik/hatasını bulmak ve onunla yüzleşmek için yapılır, suçu birilerine yıkmak için değil.

·         Vatandaşa ve sandığa küsülmez, hakaret edilmez. Seçimine saygı duyulur.

·         Rakipler küçümsenmez, iyi yaptıkları şeylerin hakkı teslim edilir.

·         Hatalardan ders almak ve süreçleri iyileştirmek adına yeni şeyler öğrenmek iştiyakıyla özeleştiri yapılır. Hangi kaynaktan gelirse gelsin, bilgi kıymetlidir ve değerlendirilir.

İktidar partisine özeleştiri için yardımcı soru tavsiyelerimiz:

·         Harama helale, dikkat eden, kanuna nizama riayet eden, işinin ehli, halkın teveccüh ettiği adaylar mı gösterdik, yoksa saraydan merkezi olarak paraşütle indiriğimiz adayları mı dayattık?

·         Kampanyalarımızı televizyonundan radyosuna, makam araçlarından kamu personeline kadar bütün devlet imkanlarını zorlayrak yapınca kamu hakkına girmiş olduk mu?

·         Spordan sanata, kışladan okula, pazardan camiye kadar her yere siyaseti ve kendimizi sokmak iyi bir fikir miydi?

·         Oy gelmezse hizmet de yok gibi tehditler etmese miydik acaba?

·         Seçimi bir ölüm kalım savaşına çevirmek doğru muydu, kutuplaştırma ve nefret politikaları ters mi tepti?

·         Seçmen neden bize küstü ve sandıktan uzaklaştı?

·         Söylediklerimizi yapıyor ve yaptıklarımızı söylüyor muyuz?

Çok fazla soru daha eklenebilir, bunlar başlangıç sorularıydı...

 Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ozelestirme-idaresi-baskanligi_595629

Oy Alanlar ve O Yalanlarla Oyalananlar

 

Oy alanlar ve o yalanlarla oyalananlar
İbrahim Özdabak Karikatürü

Mahalli idareler için bir seçim günü daha geldi çattı. Her seçimde olduğu gibi bu seçimde de iki taraf var: Oy alanlar ve oy verenler.

Önemli bir hatırlatma ve kamu spotu: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayıp meydanlarda ve ekranlarda kendisini aday ve taraf gibi tanıtarak sizden oy almaya çalışan Sisi, Netanyahu, İngiltere Kralı, Rahmetli Başkan Kennedy, Taçsız Kral Pele, Backenbauer, Kaleci Mayer, Nadya Komanaçi ve Biricik Bardo gibi kişilere itibar etmeyiniz! Bu kişiler seçimlerimizde aday değildir. 

Oy almak isteyenler, kendilerini ve projelerini anlatmak için propaganda yaparlar. Makul bir seçim yarışında olması gereken budur. Gel gelelim, ülkemizde işler biraz farklı yürür. Propaganda metinlerini daha çok rakiplere hakaret ve onları karalama cümleleri oluşturur. Yalanın bini bir paradır. Sözle de sınırlı kalmayıp, grafiklerle ve montajlarla süslenen videolar, miting meydanlarında ve hatta siyasete alet edilen camilerin avlularında halka gösterilip rakipler yuhalatılabilir. 

İçinde bulunulan gün merğub meta ne ise onlar kullanılır tabii; bazen muhalefet teröristlikle suçlanır, bazen vatan hainliğiyle. Olmadı, bütün tuşlara aynı anda basıp ahlaksız, din düşmanı, dış güçlerin işbirlikçisi, vatan haini ve alçak teröristler denebilir. Hangisi tutarsa artık... Taraftarları da demez ki “Madem bunlar böyle ahlaksız, suçlu ve tehlikeliler, neden serbestçe dolaşabiliyorlar? Suçluları tutuklamayıp, üstüne, onlara serbestçe siyaset yaptırmakla sen de suç ortağı olmuyor musun?” 

Oy alan, o yalanlar büyüdükçe taraftarlarının sadakatinin pekiştiğini görür. Rakipleri de suçlamaları düşürmek için oyalanır durur, sesini duyuracak mecra bulamayacağı için çabaları sonuç vermez.

Teknik olarak seçim sonunda sevinecek olanlar seçilenler ve onlara isteyerek oy vermiş olanlar olacaktır ama Gazze, Kudüs ve Mekke düşmesin, oradaki çocuklar sevinsin diye oy isteyenler çıkabilir. Gazze’deki çocuklar, Doğu Türkistan’daki mazlumlar ve dünyanın başka bölgelerindeki gadre uğrayan insanları sevindirmenin yolu onlara zulmedenleri durduracak/zora sokacak işler yapmaktır ki bu da muhtarlık, belediye başkanlığı veya il genel meclisi üyeliklerine seçilenlerin doğrudan yapabileceği bir şey değildir. 

Merkezi hükümeti idare edenler, diplomatik, siyasi ve ekonomik kanalları çalıştırarak zulümleri önleyemiyor veya azaltamıyorsa mahalli idareler bu konuda neler yapabilecek acaba? Esenyurt’ta çöplerin düzgün toplandığını görüp alkışlayacak Gazzeli çocuk var mı? Ya da Bağcılar kanalizasyon sisteminin düzgün çalışması, Uygur Türklerine nasıl bir moral-motivasyon kazandırabilir? Myanmar’daki Müslümanların da Beylikdüzü imar planlarını gündeme almaları pek muhtemel gözükmüyor.

İsrail mezalimini iç politika malzemesi yapıp tel’in edenler, Tel Aviv’e giden dikenli telin ülkemizden yollanmasına neden ses çıkarmıyor acaba? Dikenli tel ile kalsak bari; İsrail’e ihraç ettiğimiz ürünler arasında barut, patlayıcı maddeler, ateş alıcı maddeler, mühimmat, silah ve parçaları var. 

Vaktiyle, Güneydoğu’da bir köyün bütün besi hayvanları bir gecede çalınır. Köylüler soluğu Ağa’nın yanında alır ve çalınan hayvanlarının bulunması konusunda yardım isterler. Ağa köylüleri kırmaz ve geniş çaplı(!) bir operasyon düzenleyerek hırsızların peşine düşer. Aramaların sonunda hayvanların ancak yarısını bulabilmiştir ve köylülere geri verilmesini sağlar. Buna da şükür diyen köylüler hayvanların bir kısmını ağaya hediye ederler. Sonradan ortaya çıkar ki hırsızlarla iş birliği yapan ağa, onlardan da bir komisyon almıştır. Meşhur bir sözde dendiği gibi: “Kurtla oturup kuzuyu yer, kuzuyla oturup ağlar!”

Kısaca, oy alanların o yalanları ile oyalanmayalım...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/oy-alanlar-ve-o-yalanlarla-oyalananlar_595346


Öne Çıkan Yayın

Gözlükler

  İbrahim Özdabak Karikatürü   “Artık önümüzü göremiyoruz” sözünü ilk duyduğunuzda aklınıza: “Tabii canım, nasıl adım atacağımızı şaşırdık...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: