Bu Blogda Ara

Arşiv

“Özeleştirme” İdaresi Başkanlığı

“Özeleştirme” İdaresi Başkanlığı
Yiğit Özgür Karikatürü

 

İktidar partisine oy verdiğini bildiğimiz hayali bir dostla seçim öncesi yapılmış bir muhavere:

Ülkenin gidişatından memnun musun?

“Hayır değilim. Ekonomi çok kötü öncelikle. Eğitimden sağlığa, adaletten güvenliğe kadar pek çok yerde problemler var. Devlet kademesinde israf çok fazla.”

Devlet kötü mü yönetiliyor?

“Değil ama boşluklardan yararlanan fırsatçılar ve menfaat çeteleri var. Reis’in çevresine yuvalanmışlar ve onu yanlış yönlendiriyorlar...”

Senin benim gibi sıradan vatandaşların görebildiğini Reis göremiyor ve senin onun basiretine güvenin tam, öyle mi?

“...!?”

Neyse, belediyelerde durum nasıl?

“Yolsuzluk, rant kavgası, adam kayırma ve rüşvet gırla gidiyor... İlçe belediye başkanlarının bazılarının milyonlarca metrekare arsası, binlerce evi olduğu ortaya çıkmış, çevre esnafını haraca bağlayan başkanlar varmış diyorlar”

Koca partide neden kimse müdahale edip düzeltmiyor?

“Fark edildikleri zaman müsamaha yok, bir sonraki dönem aday gösterilmiyorlar, hatta anında istifa edenler de oluyor.”

İyi de, ticaret ve ceza kanunlarına göre suç teşkil eden fiillerin karşılığı istifa değil, adli işlemlerdir. Mahkemeye sevk edileni hiç duymadık nedense...

“İşte ben de genel manada kızgın ve küskünüm onlara ve artık tavrımı belli edeceğim.”

Bu seçimde muhalefete oy vereceksin o zaman?

“Hayır, halkçılara oy vermeye elim hiç gitmez.”

İttifak içerisindeki diğer partilerden birine oy vereceksin bu durumda?

“Onlara da güvenmiyorum. Ben yine partime oy vereceğim. Ama içim acıya acıya... Sandığa sürünerek gideceğim ve ağır ağır atacağım o zarfı.”

Senin kızdığını ve tavır yaptığını nasıl bilecekler o halde?

“Benim bildiğimi herkes de biliyor. Özeleştiri yapacak ve kendilerini düzeltecekler inşallah...”

***

Sonuçlarıyla ezber bozan bir seçimi geride bıraktık. Kimselerin tahmin etmediği, gönlünden temenni olarak geçirse bile dillendirmediği sonuçlar çıktı. Hayır, seçimden önce söyleyen olsa da kimse dinlemezdi zaten.

Bir taraf biz kazandık diye seviniyor, diğeri de hayır siz kazanmadınız bize oy vermeyenler sebebiyle üste çıktınız, diyor. Aynı şeyleri söylerken bile ihtilafa düşmek yine bizim memlekete nasip oldu.

Rahmetli 9. Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in dediği gibi “Galibiyetin sahibi çoktur, mağlubiyetin sahibi yoktur. Yenilgi yetimdir.”

Bu sebepten, özeleştiri memleketemizde pek yapılmaz, hayali dostumuzun özeleştiri beklediği adamlar muhtemelen şöyle diyecek: “Biz üzerimize düşen her şeyi yaptık. 52 noktada mitingler düzenledik, milletvekillerinin görüşme fırsatı bulamadığı bakanları vatandaşın ayğına gönderdik, bütün televizyon ve radyo yayınlarında göründük, şehirlerin her yerine dev posterlerimizi astık. Bazı tarikat ve cemaatler bize açık desteklerini kamuoyuna sundu. Millet sandığa gitmedi, yoksa rakibimiz oyunu artırmış değil.”

Özeleştirme İdaresi Başkanlığının rehberinde özeleştiri için şöyle deniyor:

·         Özeleştiri, kendi eksik/hatasını bulmak ve onunla yüzleşmek için yapılır, suçu birilerine yıkmak için değil.

·         Vatandaşa ve sandığa küsülmez, hakaret edilmez. Seçimine saygı duyulur.

·         Rakipler küçümsenmez, iyi yaptıkları şeylerin hakkı teslim edilir.

·         Hatalardan ders almak ve süreçleri iyileştirmek adına yeni şeyler öğrenmek iştiyakıyla özeleştiri yapılır. Hangi kaynaktan gelirse gelsin, bilgi kıymetlidir ve değerlendirilir.

İktidar partisine özeleştiri için yardımcı soru tavsiyelerimiz:

·         Harama helale, dikkat eden, kanuna nizama riayet eden, işinin ehli, halkın teveccüh ettiği adaylar mı gösterdik, yoksa saraydan merkezi olarak paraşütle indiriğimiz adayları mı dayattık?

·         Kampanyalarımızı televizyonundan radyosuna, makam araçlarından kamu personeline kadar bütün devlet imkanlarını zorlayrak yapınca kamu hakkına girmiş olduk mu?

·         Spordan sanata, kışladan okula, pazardan camiye kadar her yere siyaseti ve kendimizi sokmak iyi bir fikir miydi?

·         Oy gelmezse hizmet de yok gibi tehditler etmese miydik acaba?

·         Seçimi bir ölüm kalım savaşına çevirmek doğru muydu, kutuplaştırma ve nefret politikaları ters mi tepti?

·         Seçmen neden bize küstü ve sandıktan uzaklaştı?

·         Söylediklerimizi yapıyor ve yaptıklarımızı söylüyor muyuz?

Çok fazla soru daha eklenebilir, bunlar başlangıç sorularıydı...

 Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ozelestirme-idaresi-baskanligi_595629

Oy Alanlar ve O Yalanlarla Oyalananlar

 

Oy alanlar ve o yalanlarla oyalananlar
İbrahim Özdabak Karikatürü

Mahalli idareler için bir seçim günü daha geldi çattı. Her seçimde olduğu gibi bu seçimde de iki taraf var: Oy alanlar ve oy verenler.

Önemli bir hatırlatma ve kamu spotu: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayıp meydanlarda ve ekranlarda kendisini aday ve taraf gibi tanıtarak sizden oy almaya çalışan Sisi, Netanyahu, İngiltere Kralı, Rahmetli Başkan Kennedy, Taçsız Kral Pele, Backenbauer, Kaleci Mayer, Nadya Komanaçi ve Biricik Bardo gibi kişilere itibar etmeyiniz! Bu kişiler seçimlerimizde aday değildir. 

Oy almak isteyenler, kendilerini ve projelerini anlatmak için propaganda yaparlar. Makul bir seçim yarışında olması gereken budur. Gel gelelim, ülkemizde işler biraz farklı yürür. Propaganda metinlerini daha çok rakiplere hakaret ve onları karalama cümleleri oluşturur. Yalanın bini bir paradır. Sözle de sınırlı kalmayıp, grafiklerle ve montajlarla süslenen videolar, miting meydanlarında ve hatta siyasete alet edilen camilerin avlularında halka gösterilip rakipler yuhalatılabilir. 

İçinde bulunulan gün merğub meta ne ise onlar kullanılır tabii; bazen muhalefet teröristlikle suçlanır, bazen vatan hainliğiyle. Olmadı, bütün tuşlara aynı anda basıp ahlaksız, din düşmanı, dış güçlerin işbirlikçisi, vatan haini ve alçak teröristler denebilir. Hangisi tutarsa artık... Taraftarları da demez ki “Madem bunlar böyle ahlaksız, suçlu ve tehlikeliler, neden serbestçe dolaşabiliyorlar? Suçluları tutuklamayıp, üstüne, onlara serbestçe siyaset yaptırmakla sen de suç ortağı olmuyor musun?” 

Oy alan, o yalanlar büyüdükçe taraftarlarının sadakatinin pekiştiğini görür. Rakipleri de suçlamaları düşürmek için oyalanır durur, sesini duyuracak mecra bulamayacağı için çabaları sonuç vermez.

Teknik olarak seçim sonunda sevinecek olanlar seçilenler ve onlara isteyerek oy vermiş olanlar olacaktır ama Gazze, Kudüs ve Mekke düşmesin, oradaki çocuklar sevinsin diye oy isteyenler çıkabilir. Gazze’deki çocuklar, Doğu Türkistan’daki mazlumlar ve dünyanın başka bölgelerindeki gadre uğrayan insanları sevindirmenin yolu onlara zulmedenleri durduracak/zora sokacak işler yapmaktır ki bu da muhtarlık, belediye başkanlığı veya il genel meclisi üyeliklerine seçilenlerin doğrudan yapabileceği bir şey değildir. 

Merkezi hükümeti idare edenler, diplomatik, siyasi ve ekonomik kanalları çalıştırarak zulümleri önleyemiyor veya azaltamıyorsa mahalli idareler bu konuda neler yapabilecek acaba? Esenyurt’ta çöplerin düzgün toplandığını görüp alkışlayacak Gazzeli çocuk var mı? Ya da Bağcılar kanalizasyon sisteminin düzgün çalışması, Uygur Türklerine nasıl bir moral-motivasyon kazandırabilir? Myanmar’daki Müslümanların da Beylikdüzü imar planlarını gündeme almaları pek muhtemel gözükmüyor.

İsrail mezalimini iç politika malzemesi yapıp tel’in edenler, Tel Aviv’e giden dikenli telin ülkemizden yollanmasına neden ses çıkarmıyor acaba? Dikenli tel ile kalsak bari; İsrail’e ihraç ettiğimiz ürünler arasında barut, patlayıcı maddeler, ateş alıcı maddeler, mühimmat, silah ve parçaları var. 

Vaktiyle, Güneydoğu’da bir köyün bütün besi hayvanları bir gecede çalınır. Köylüler soluğu Ağa’nın yanında alır ve çalınan hayvanlarının bulunması konusunda yardım isterler. Ağa köylüleri kırmaz ve geniş çaplı(!) bir operasyon düzenleyerek hırsızların peşine düşer. Aramaların sonunda hayvanların ancak yarısını bulabilmiştir ve köylülere geri verilmesini sağlar. Buna da şükür diyen köylüler hayvanların bir kısmını ağaya hediye ederler. Sonradan ortaya çıkar ki hırsızlarla iş birliği yapan ağa, onlardan da bir komisyon almıştır. Meşhur bir sözde dendiği gibi: “Kurtla oturup kuzuyu yer, kuzuyla oturup ağlar!”

Kısaca, oy alanların o yalanları ile oyalanmayalım...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/oy-alanlar-ve-o-yalanlarla-oyalananlar_595346


Ego-Nomi

 

Ego-Nomi
Ego-nomi

Değerli kardeşlerim,

Malumunuz olduğu üzere, benim alanım Ego-nomi'dir. İd’kokul, Ego’okul ve SüperEgo Anadolu Lisesi derken üniversite tahsilimi de Ego-nometri üzerine yaptım. Ego deyince aklınıza benim ismim gelsin, kafanıza takılan soruları da sormaktan çekinmeyin.

Ah, güzel kardeşlerim, neredeeen nerelere geldik! Hiç unutmuyorum, üniversite okuduğum yıllarda, köydeki amcalar ve dayılar sorardı “Okulu bitirince ne olacaksın?” diye. “Ego-nomist olacağım” derdim de amcalar “Len, gominist olmak için mi okuyon sen!” diye çıkışırlardı. O amcalara o zaman söylediğim gibi, şimdi de siz söylüyorum:

“Yüzümüze hakikatleri haykırın. Haykırın ki, hatamızı görüp kendimizi düzeltelim. Bizde kibir, enaniyet, riyakârlık olmaz. Bizde sadece eser, hizmet, çalışmak, mücadele etmek olur, eksik bırakmışsak tamamlama, hata yapmışsak düzeltme olur. Biz kendimize işte bu kadar güveniyoruz.”

Söyledikten sonra hatalarımı bana haykıracak bir ses var mı kulak kabartıyorum ama dönüp dolaşıp bana tekrar gelen kendi sesimden başka bir şey duymuyorum. Eko diyorlar galiba buna. İşin uzmanları ile konuştum “olduğun yerde sabit kalma, bir ‘Tur at’, ‘Kurum’sal bir duruş çıkar karşısına, o sesi duymazsın” dediler. İşe yaramadı, bu Eko, her fırsatta ne yapıp edip yine karşıma çıkıyor!

Ego-Eko derken aklıma ekonomi geldi. Ekonomide de dünyaya kafa tutacak kendi tezlerim var. Tarih, herkesin aksine kendi bildiğini yapıp başarılı olanları yazar. Ekonomide ve siyasette en önemli husus, ortaya eser koyabilmektir. Eserleri ortaya koyarken farklı bir yol izleyip dünyayı şaşırtıyoruz. Şimdi sıkı durun, bu işi yaparken cebimizden tek kuruş da çıkmıyor! Nasıl, güzel, değil mi?

Öncelikle yol, köprü, tünel, havaalanı, hastane, okul gibi devasa yapılar inşa etmeye karar veriyoruz. Kendisini sevdiğimiz bir arkadaşımıza ihalesini veriyoruz. Sevdiğimiz arkadaşların parası yoksa onlara kredi veriyoruz veya dışarıdan borç bulup kendisine kefil oluyoruz. Bu arkadaş işe başlıyor, bitince tesisi 25 yıllığına işletiyor. Zarar etmesin diye de belli bir miktar işletme garantisini kira gibi ödüyoruz. Kullanan vatandaştan ücretini tahsil ediyor, kullanmayan olursa yine parasını alıyor. Hem de öyle Türk Lirası cinsinden değil, Euro ve dolar olarak alıyor. Canım, doların da enflasyonu falan olabiliyor, o yüzden işletmeci müteşebbis kardeşimize ödenecek tutarlar her yıl yeniden belirleniyor.

İşin can alıcı noktası da şu; ihtilaf durumlarını çözmek üzere Lonrda mahkemleri hakem olarak tayin ediliyor. Şimdi diyeceksiniz ki Türk’ün Türk’e Türkiye’de yapması için verdiği ihalede neden hakem ingilizler? Fiyatlar neden dövizle belirleniyor? Londra mahkemeleri, ne kadar tarafsız iş yaptığımızı bütün dünya anlasın diye, ödemenin dövizle yapılması da ülkeye yabancı para girmesi için.

Cebimizden para çıkmıyor, hepsi vatandaşın sırtında: Kullandığı kadarını bizzat ödüyor, garanti kısmı da kendisinden alınan vergilerle ödeniyor. Maksat, vatandaş da elini taşın altına koysun biraz sorumluluk öğrensin. Vergiyi tabana yaymış oluyoruz böylelikle. Ta Van’da yaşayan, köprüden hiç geçmeyen, belki da hayatı boyunca dünya gözüyle o köprüyü görmeyecek olan kardeşimiz de işi sahipleniyor “Ta bana kadar yayılmış vergiyi ödüyorum, ülkemi kalkındırıyorum” demiş oluyor. Ülkesine, çevresine faydası dokunan vatandaşın egosu kabarıyor.

Ne dersiniz, hak ettiğim Nobel Ego-nomi ödülünü almamın zamanı gelmedi mi?

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ego-nomi_595081

Gitmek mi zor, kalmak mı...



Son yıllarda, sosyal medyada “Türkiye bir … kaybetti!” muhtevalı gönderileri çok sık görmeye başladık. Noktalı yerlere doktor, mühendis, yazılım uzmanı, avukat, mimar gibi nitelikli meslek isimlerinden birini koyabilirsiniz. Bu meslekleri edinmek için okunması gereken okullara girmek ve alınması gereken eğitimleri tamamlamak belli bir zeka-bilgi birikimi gerektiriyor, yani öyle her kolunu sallayanın icra edebildiği işler değil.

Okullara girebilmek için ortaokuldan ve hatta ilkokuldan başlayan uzun bir hazırlık maratonunu geçmek gerekiyor öncelikle. Okulu kazanmak yetmiyor, okurken günün şartlarına göre kendini yetiştirmek de lazım. Malum, teknoloji baş döndüren bir hızla gelişiyor ve daima yeni teknikler, yeni araçlar veya yepyeni kaynaklar ortaya çıkıyor, bunları takip edip kullanabiliyor olmak meslekî anlamda çok önemli. Literatürü tarayabilmek için yabancı dil de şart.

Hazırlık aşamasından başlayıp okul sonuna kadar uzanan masraflı bir süreç: Ders materyali (eskiden sadece kitaplar yeterli olabilirdi ancak günümüzde test kitapları, deneme sınavları, online ortamda takip için çeşitli abonelikler, bu abonelikler/dijital içeriklere erişebilmek için internet bağlantısı olan akıllı cihazlar gibi enva-i çeşit araç de eklendi), dershane-özel kurs-etüt salonuna yazılma… Sınavlara hazırlık kısmı, nereden bakarsanız, bir araba fiyatı kadar masraf çıkarıyor. Nereden baktığınız önemli, TÜİK ile EN-AG aynı şeye baktığı halde buldukları sonuçlar çok farklı olabiliyor.

Kazandıktan sonra da kitap/kaynak almak gerekiyor, bölümüne göre farklı ders araç gereçleri edinmek şart. Ayrıyeten, okullar piyasanın güncel ihtiyaçlarına göre eğitim vermeyebiliyor. Öğrenci piyasada kullanılan teknikler ve araçları öğrenebilmek adına fazladan kurslara yazılabiliyor veya piyasada geçerli olan çeşitli sertifika sınavlarına giriyor. Çoğu para tuzağı zaten bu sertifika sınavlarının da; hazırlanması ayrı masraflı, sınava girmesi ayrı… Yeme-içme, ulaşım, giyim, sosyal münasebetler de önemli bir yekûn teşkil ediyorken, şehir dışında okunuyorsa barınma ve seyahat masrafları da eklenecek haliyle.

Yabancı dil hazırlık bir sene, uzatma olmamışsa en az dört yıl süren lisans eğitimi, okul bittikten sonra iş sınavlarına/sertifika sınavlarına hazırlıkla geçen bir sene olmak üzere altı sene  gidiyor. Tıp eğitimi alanlar için, uzmanlık eğitimi ile birlikte bu süre on-on iki yılı bulabiliyor.

İnsan ömrünün en verimli yıllarının kullanıldığı, su gibi para harcanan, meşakkatli ve uzun süren bu sürecin sonunda, tam da artık bilgi birikimi ve yeteneğini faydaya dönüştürme sırası gelmişken, kendine, ailesine, çevresine, vatanına ve milletine yararı dokunabilecek duruma geldiğinde bu gençlerimiz neden ülkeyi terk edip yabancı diyarlara gitmek istiyorlar?

Gençlerimizin geleceğe dair umutları yok. Babadan, dayıdan torpilli değillerse, siyasî bağlantıları olan tanıdıkları yoksa veya bu bağlantıları satın alacak paraları veremiyorlarsa iyi bir iş imkanına kavuşamayacaklarını düşünüyorlar. Kendilerini ne kadar yetiştirirlerse yetiştirsinler, yazılı sınavlardan ne kadar yüksek puan alırlarsa alsınlar, mülakatlardan elleri boş döneceklerini ve “Selam ve dua ile…” notu ile biten bir referans mektubuna sahip kişilerin başarılı sayılacağını biliyorlar. Küçük bir azınlık “Babam sağolsun, işi alır dururum” derken geri kalanına şarkı sözündeki gibi “Kader sağolsun, ben giderim” demek düşüyor.

Akademik alanda kendilerini geliştirsinler ve orada kariyer yapsınlar diyecekseniz hiç demeyin. Geçenlerde bir üniversite, resmi gazeteye verdiği ilanda almayı düşündükleri adayın ismini yanlışlıkla yazdığını hatırlatayım, akademi dünyasının hal-i pürmelalini siz düşünün. “Rektör Baba”ların çiftliği gibi yönetilen üniversiteler, bütün akraba-i taallükatı işe almak için gayet uygun. Siyasî müdahalelerle, en iyi üniversitelerimizden biri olan Boğaziçi’nin içine düşürüldüğü durum ortada.

Ülke ekonomisi kötü durumda ve maalesef iyiye doğru gitmesini sağlayacak herhangi bir adımın atıldığı görülmemekte. Kamu kaynaklarının kötü kullanıldığı ve belli zümrelere sermaye transfer edildiği sır değil. Gerekli olup olmadığına bakmaksızın, rant oluşturmak için projeler düzenleniyor ve ihaleler iktidara yakın kişi ve kurumlara veriliyor. Hayvancılık can çekişiyor, tarım üreticisi “zarar edeceğime, yatarım” diye düşünüyor. Ülkemizde en bol yetişen ürünleri bile dışarıdan ithal eder hale geldik. Dış borçlar dağ gibi yükselmiş, rezervler suyunu çekmiş. Dışarıdan bulunan finansmana dünyanın en yüksek faizi ödeniyor.

Katma değeri yüksek ürün ve teknoloji üretiminde neredeyse yokuz. Lisan-ı hal ile “Niye üretelim ki, el oğlundan alabileceğimiz telefonu ve arabayı… İthal edenler, iki ürün parasını vergi olarak devlete versinler. Dağı taşı betona bulayacak işler yapalım, liman, maden gibi değerli yerleri yabancılara satalım, orman arazilerini imara açalım, zeytinlikleri yok edelim, rantın keyfine bakalım…” deniyor sanki.

Çalışarak kazanılması mümkün olmayan paralarla şatafatlı hayatlar sürenler, debdebe şovlarıyla sosyal ve sosyal olmayan medyanın her alanında at koşturuyorlar. Gözlerine sokulan bu ihtişamı kanunî ve meşru dairede kalarak elde edemeyeceğini bilen gençler, en kısa yoldan bu imkânlara sahip olmak için haram-helâl dinlemeden önlerine çıkan fırsatları değerlendirmek istiyor, borsa, kripto para, kaldıraçlı döviz piyasaları, online bahisler, kara para aklama, satılması yasak olan maddelerin ticareti ve burada sayamayacağımız bir sürü yöntem kullanmakta beis görmüyor.

Genelde suça göre değil, işleyene göre ceza yazan bir sistemde adalet olur mu? Barınamıyoruz diye tweet atan gençler anında polis marifetiyle bulunup tutuklanıyor, öte yandan depremde bas bas bağırıp yardım isteyenler ölüme terk ediliyor. Sesleri çıkmasın diye deprem sırasında twitter bant genişliği bile daraltıldı, kimse tweet atamaz oldu. Sokakta gasplar, cinayetler gırla gidiyor, gündüz ortası mafyalar arası çatışmalar çıkıyor ama ya tutuklanan olmuyor veya tuutklanan iki gün sonra salıveriliyor. Öğrenciler ise okulda gösteri yapsa copla susturuluyor, eleştirel sosyal medya paylaşımları sebebiyle anında soluğu hakim karşısında alıyor.

Kısaca, ifade hürriyeti yok, insanlar kendilerini güvende hissetmiyorlar ve günden güne yiyecek ekmek bulmakta zorlanıyorlar. Bir yolunu bulup yurtdışında yaşamayı tercih ediyorlar.

Peki, gitmek kolay mı ve gidilen yerde her şey mükemmel mi?

Öncelikle haberleşme imkânlarının arttığı günümüzde yurtdışından birileri ile temas kurmak eskiye nazaran daha kolay. İnternet vasıtasıyla başvurular yapmak mümkün. Ancak her ülkenin kendine göre şartları var. Kimi kendi dilini çok iyi bilmeyeni görüşmeye bile çağırmıyor. Yapılacak olan işe göre farklı tecrübe, sınav veya sertifikasyonlar şart koşulabiliyor. Bu sınavlar haliyle kolay değil, sıkı bir çalışma ve iyi bir dil bilgisi gerekiyor. Sonra vize bulmak sıkıntısı var.

Diyelim her türlü bürokratik engeli aşıp gitti bir kardeşimiz, orada yaşamak ne kadar kolay acaba? Kültür şoku, küresel olarak artan yabancı düşmanlığı, din ve inanç farklılığından kaynaklı olarak hijyen ve beslenme gibi gündelik rutinlerde bile zorluk çekme, gidilen ülkede vatandaş olmayanların hukukî olarak yaşaması muhtemel problemler… Sevdiği insanlardan ve memleketinden uzak kalmak da cabası… Yine de, çalıştıkları kadar kazanabilecekleri, yabancı ve kimsesiz de olsalar kanunların ve hukukun kendilerine sahip çıkacağı inancındalar.

Gitmek de kolay değil, kalmak da… Ama kalıp da, kimsenin gitmek istemeyeceği bir ülke olalım diye çalışanların işi en zoru. “En zor”a gönüllü olanlara selam olsun…

Link: Gitmek mi zor, kalmak mı? | Genç Yorum (gencyorumdergisi.com)

Öne Çıkan Yayın

Gözlükler

  İbrahim Özdabak Karikatürü   “Artık önümüzü göremiyoruz” sözünü ilk duyduğunuzda aklınıza: “Tabii canım, nasıl adım atacağımızı şaşırdık...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: