Son yıllarda, sosyal medyada “Türkiye bir … kaybetti!” muhtevalı gönderileri çok sık görmeye başladık. Noktalı yerlere doktor, mühendis, yazılım uzmanı, avukat, mimar gibi nitelikli meslek isimlerinden birini koyabilirsiniz. Bu meslekleri edinmek için okunması gereken okullara girmek ve alınması gereken eğitimleri tamamlamak belli bir zeka-bilgi birikimi gerektiriyor, yani öyle her kolunu sallayanın icra edebildiği işler değil.
Okullara girebilmek için ortaokuldan ve hatta ilkokuldan başlayan uzun bir hazırlık maratonunu geçmek gerekiyor öncelikle. Okulu kazanmak yetmiyor, okurken günün şartlarına göre kendini yetiştirmek de lazım. Malum, teknoloji baş döndüren bir hızla gelişiyor ve daima yeni teknikler, yeni araçlar veya yepyeni kaynaklar ortaya çıkıyor, bunları takip edip kullanabiliyor olmak meslekî anlamda çok önemli. Literatürü tarayabilmek için yabancı dil de şart.
Hazırlık aşamasından başlayıp okul sonuna kadar uzanan masraflı bir süreç: Ders materyali (eskiden sadece kitaplar yeterli olabilirdi ancak günümüzde test kitapları, deneme sınavları, online ortamda takip için çeşitli abonelikler, bu abonelikler/dijital içeriklere erişebilmek için internet bağlantısı olan akıllı cihazlar gibi enva-i çeşit araç de eklendi), dershane-özel kurs-etüt salonuna yazılma… Sınavlara hazırlık kısmı, nereden bakarsanız, bir araba fiyatı kadar masraf çıkarıyor. Nereden baktığınız önemli, TÜİK ile EN-AG aynı şeye baktığı halde buldukları sonuçlar çok farklı olabiliyor.
Kazandıktan sonra da kitap/kaynak almak gerekiyor, bölümüne göre farklı ders araç gereçleri edinmek şart. Ayrıyeten, okullar piyasanın güncel ihtiyaçlarına göre eğitim vermeyebiliyor. Öğrenci piyasada kullanılan teknikler ve araçları öğrenebilmek adına fazladan kurslara yazılabiliyor veya piyasada geçerli olan çeşitli sertifika sınavlarına giriyor. Çoğu para tuzağı zaten bu sertifika sınavlarının da; hazırlanması ayrı masraflı, sınava girmesi ayrı… Yeme-içme, ulaşım, giyim, sosyal münasebetler de önemli bir yekûn teşkil ediyorken, şehir dışında okunuyorsa barınma ve seyahat masrafları da eklenecek haliyle.
Yabancı dil hazırlık bir sene, uzatma olmamışsa en az dört yıl süren lisans eğitimi, okul bittikten sonra iş sınavlarına/sertifika sınavlarına hazırlıkla geçen bir sene olmak üzere altı sene gidiyor. Tıp eğitimi alanlar için, uzmanlık eğitimi ile birlikte bu süre on-on iki yılı bulabiliyor.
İnsan ömrünün en verimli yıllarının kullanıldığı, su gibi para harcanan, meşakkatli ve uzun süren bu sürecin sonunda, tam da artık bilgi birikimi ve yeteneğini faydaya dönüştürme sırası gelmişken, kendine, ailesine, çevresine, vatanına ve milletine yararı dokunabilecek duruma geldiğinde bu gençlerimiz neden ülkeyi terk edip yabancı diyarlara gitmek istiyorlar?
Gençlerimizin geleceğe dair umutları yok. Babadan, dayıdan torpilli değillerse, siyasî bağlantıları olan tanıdıkları yoksa veya bu bağlantıları satın alacak paraları veremiyorlarsa iyi bir iş imkanına kavuşamayacaklarını düşünüyorlar. Kendilerini ne kadar yetiştirirlerse yetiştirsinler, yazılı sınavlardan ne kadar yüksek puan alırlarsa alsınlar, mülakatlardan elleri boş döneceklerini ve “Selam ve dua ile…” notu ile biten bir referans mektubuna sahip kişilerin başarılı sayılacağını biliyorlar. Küçük bir azınlık “Babam sağolsun, işi alır dururum” derken geri kalanına şarkı sözündeki gibi “Kader sağolsun, ben giderim” demek düşüyor.
Akademik alanda kendilerini geliştirsinler ve orada kariyer yapsınlar diyecekseniz hiç demeyin. Geçenlerde bir üniversite, resmi gazeteye verdiği ilanda almayı düşündükleri adayın ismini yanlışlıkla yazdığını hatırlatayım, akademi dünyasının hal-i pürmelalini siz düşünün. “Rektör Baba”ların çiftliği gibi yönetilen üniversiteler, bütün akraba-i taallükatı işe almak için gayet uygun. Siyasî müdahalelerle, en iyi üniversitelerimizden biri olan Boğaziçi’nin içine düşürüldüğü durum ortada.
Ülke ekonomisi kötü durumda ve maalesef iyiye doğru gitmesini sağlayacak herhangi bir adımın atıldığı görülmemekte. Kamu kaynaklarının kötü kullanıldığı ve belli zümrelere sermaye transfer edildiği sır değil. Gerekli olup olmadığına bakmaksızın, rant oluşturmak için projeler düzenleniyor ve ihaleler iktidara yakın kişi ve kurumlara veriliyor. Hayvancılık can çekişiyor, tarım üreticisi “zarar edeceğime, yatarım” diye düşünüyor. Ülkemizde en bol yetişen ürünleri bile dışarıdan ithal eder hale geldik. Dış borçlar dağ gibi yükselmiş, rezervler suyunu çekmiş. Dışarıdan bulunan finansmana dünyanın en yüksek faizi ödeniyor.
Katma değeri yüksek ürün ve teknoloji üretiminde neredeyse yokuz. Lisan-ı hal ile “Niye üretelim ki, el oğlundan alabileceğimiz telefonu ve arabayı… İthal edenler, iki ürün parasını vergi olarak devlete versinler. Dağı taşı betona bulayacak işler yapalım, liman, maden gibi değerli yerleri yabancılara satalım, orman arazilerini imara açalım, zeytinlikleri yok edelim, rantın keyfine bakalım…” deniyor sanki.
Çalışarak kazanılması mümkün olmayan paralarla şatafatlı hayatlar sürenler, debdebe şovlarıyla sosyal ve sosyal olmayan medyanın her alanında at koşturuyorlar. Gözlerine sokulan bu ihtişamı kanunî ve meşru dairede kalarak elde edemeyeceğini bilen gençler, en kısa yoldan bu imkânlara sahip olmak için haram-helâl dinlemeden önlerine çıkan fırsatları değerlendirmek istiyor, borsa, kripto para, kaldıraçlı döviz piyasaları, online bahisler, kara para aklama, satılması yasak olan maddelerin ticareti ve burada sayamayacağımız bir sürü yöntem kullanmakta beis görmüyor.
Genelde suça göre değil, işleyene göre ceza yazan bir sistemde adalet olur mu? Barınamıyoruz diye tweet atan gençler anında polis marifetiyle bulunup tutuklanıyor, öte yandan depremde bas bas bağırıp yardım isteyenler ölüme terk ediliyor. Sesleri çıkmasın diye deprem sırasında twitter bant genişliği bile daraltıldı, kimse tweet atamaz oldu. Sokakta gasplar, cinayetler gırla gidiyor, gündüz ortası mafyalar arası çatışmalar çıkıyor ama ya tutuklanan olmuyor veya tuutklanan iki gün sonra salıveriliyor. Öğrenciler ise okulda gösteri yapsa copla susturuluyor, eleştirel sosyal medya paylaşımları sebebiyle anında soluğu hakim karşısında alıyor.
Kısaca, ifade hürriyeti yok, insanlar kendilerini güvende hissetmiyorlar ve günden güne yiyecek ekmek bulmakta zorlanıyorlar. Bir yolunu bulup yurtdışında yaşamayı tercih ediyorlar.
Peki, gitmek kolay mı ve gidilen yerde her şey mükemmel mi?
Öncelikle haberleşme imkânlarının arttığı günümüzde yurtdışından birileri ile temas kurmak eskiye nazaran daha kolay. İnternet vasıtasıyla başvurular yapmak mümkün. Ancak her ülkenin kendine göre şartları var. Kimi kendi dilini çok iyi bilmeyeni görüşmeye bile çağırmıyor. Yapılacak olan işe göre farklı tecrübe, sınav veya sertifikasyonlar şart koşulabiliyor. Bu sınavlar haliyle kolay değil, sıkı bir çalışma ve iyi bir dil bilgisi gerekiyor. Sonra vize bulmak sıkıntısı var.
Diyelim her türlü bürokratik engeli aşıp gitti bir kardeşimiz, orada yaşamak ne kadar kolay acaba? Kültür şoku, küresel olarak artan yabancı düşmanlığı, din ve inanç farklılığından kaynaklı olarak hijyen ve beslenme gibi gündelik rutinlerde bile zorluk çekme, gidilen ülkede vatandaş olmayanların hukukî olarak yaşaması muhtemel problemler… Sevdiği insanlardan ve memleketinden uzak kalmak da cabası… Yine de, çalıştıkları kadar kazanabilecekleri, yabancı ve kimsesiz de olsalar kanunların ve hukukun kendilerine sahip çıkacağı inancındalar.
Gitmek de kolay değil, kalmak da… Ama kalıp da, kimsenin gitmek istemeyeceği bir ülke olalım diye çalışanların işi en zoru. “En zor”a gönüllü olanlara selam olsun…
Link: Gitmek mi zor, kalmak mı? | Genç Yorum (gencyorumdergisi.com)