Bu Blogda Ara

Arşiv

Gitmek mi zor, kalmak mı...



Son yıllarda, sosyal medyada “Türkiye bir … kaybetti!” muhtevalı gönderileri çok sık görmeye başladık. Noktalı yerlere doktor, mühendis, yazılım uzmanı, avukat, mimar gibi nitelikli meslek isimlerinden birini koyabilirsiniz. Bu meslekleri edinmek için okunması gereken okullara girmek ve alınması gereken eğitimleri tamamlamak belli bir zeka-bilgi birikimi gerektiriyor, yani öyle her kolunu sallayanın icra edebildiği işler değil.

Okullara girebilmek için ortaokuldan ve hatta ilkokuldan başlayan uzun bir hazırlık maratonunu geçmek gerekiyor öncelikle. Okulu kazanmak yetmiyor, okurken günün şartlarına göre kendini yetiştirmek de lazım. Malum, teknoloji baş döndüren bir hızla gelişiyor ve daima yeni teknikler, yeni araçlar veya yepyeni kaynaklar ortaya çıkıyor, bunları takip edip kullanabiliyor olmak meslekî anlamda çok önemli. Literatürü tarayabilmek için yabancı dil de şart.

Hazırlık aşamasından başlayıp okul sonuna kadar uzanan masraflı bir süreç: Ders materyali (eskiden sadece kitaplar yeterli olabilirdi ancak günümüzde test kitapları, deneme sınavları, online ortamda takip için çeşitli abonelikler, bu abonelikler/dijital içeriklere erişebilmek için internet bağlantısı olan akıllı cihazlar gibi enva-i çeşit araç de eklendi), dershane-özel kurs-etüt salonuna yazılma… Sınavlara hazırlık kısmı, nereden bakarsanız, bir araba fiyatı kadar masraf çıkarıyor. Nereden baktığınız önemli, TÜİK ile EN-AG aynı şeye baktığı halde buldukları sonuçlar çok farklı olabiliyor.

Kazandıktan sonra da kitap/kaynak almak gerekiyor, bölümüne göre farklı ders araç gereçleri edinmek şart. Ayrıyeten, okullar piyasanın güncel ihtiyaçlarına göre eğitim vermeyebiliyor. Öğrenci piyasada kullanılan teknikler ve araçları öğrenebilmek adına fazladan kurslara yazılabiliyor veya piyasada geçerli olan çeşitli sertifika sınavlarına giriyor. Çoğu para tuzağı zaten bu sertifika sınavlarının da; hazırlanması ayrı masraflı, sınava girmesi ayrı… Yeme-içme, ulaşım, giyim, sosyal münasebetler de önemli bir yekûn teşkil ediyorken, şehir dışında okunuyorsa barınma ve seyahat masrafları da eklenecek haliyle.

Yabancı dil hazırlık bir sene, uzatma olmamışsa en az dört yıl süren lisans eğitimi, okul bittikten sonra iş sınavlarına/sertifika sınavlarına hazırlıkla geçen bir sene olmak üzere altı sene  gidiyor. Tıp eğitimi alanlar için, uzmanlık eğitimi ile birlikte bu süre on-on iki yılı bulabiliyor.

İnsan ömrünün en verimli yıllarının kullanıldığı, su gibi para harcanan, meşakkatli ve uzun süren bu sürecin sonunda, tam da artık bilgi birikimi ve yeteneğini faydaya dönüştürme sırası gelmişken, kendine, ailesine, çevresine, vatanına ve milletine yararı dokunabilecek duruma geldiğinde bu gençlerimiz neden ülkeyi terk edip yabancı diyarlara gitmek istiyorlar?

Gençlerimizin geleceğe dair umutları yok. Babadan, dayıdan torpilli değillerse, siyasî bağlantıları olan tanıdıkları yoksa veya bu bağlantıları satın alacak paraları veremiyorlarsa iyi bir iş imkanına kavuşamayacaklarını düşünüyorlar. Kendilerini ne kadar yetiştirirlerse yetiştirsinler, yazılı sınavlardan ne kadar yüksek puan alırlarsa alsınlar, mülakatlardan elleri boş döneceklerini ve “Selam ve dua ile…” notu ile biten bir referans mektubuna sahip kişilerin başarılı sayılacağını biliyorlar. Küçük bir azınlık “Babam sağolsun, işi alır dururum” derken geri kalanına şarkı sözündeki gibi “Kader sağolsun, ben giderim” demek düşüyor.

Akademik alanda kendilerini geliştirsinler ve orada kariyer yapsınlar diyecekseniz hiç demeyin. Geçenlerde bir üniversite, resmi gazeteye verdiği ilanda almayı düşündükleri adayın ismini yanlışlıkla yazdığını hatırlatayım, akademi dünyasının hal-i pürmelalini siz düşünün. “Rektör Baba”ların çiftliği gibi yönetilen üniversiteler, bütün akraba-i taallükatı işe almak için gayet uygun. Siyasî müdahalelerle, en iyi üniversitelerimizden biri olan Boğaziçi’nin içine düşürüldüğü durum ortada.

Ülke ekonomisi kötü durumda ve maalesef iyiye doğru gitmesini sağlayacak herhangi bir adımın atıldığı görülmemekte. Kamu kaynaklarının kötü kullanıldığı ve belli zümrelere sermaye transfer edildiği sır değil. Gerekli olup olmadığına bakmaksızın, rant oluşturmak için projeler düzenleniyor ve ihaleler iktidara yakın kişi ve kurumlara veriliyor. Hayvancılık can çekişiyor, tarım üreticisi “zarar edeceğime, yatarım” diye düşünüyor. Ülkemizde en bol yetişen ürünleri bile dışarıdan ithal eder hale geldik. Dış borçlar dağ gibi yükselmiş, rezervler suyunu çekmiş. Dışarıdan bulunan finansmana dünyanın en yüksek faizi ödeniyor.

Katma değeri yüksek ürün ve teknoloji üretiminde neredeyse yokuz. Lisan-ı hal ile “Niye üretelim ki, el oğlundan alabileceğimiz telefonu ve arabayı… İthal edenler, iki ürün parasını vergi olarak devlete versinler. Dağı taşı betona bulayacak işler yapalım, liman, maden gibi değerli yerleri yabancılara satalım, orman arazilerini imara açalım, zeytinlikleri yok edelim, rantın keyfine bakalım…” deniyor sanki.

Çalışarak kazanılması mümkün olmayan paralarla şatafatlı hayatlar sürenler, debdebe şovlarıyla sosyal ve sosyal olmayan medyanın her alanında at koşturuyorlar. Gözlerine sokulan bu ihtişamı kanunî ve meşru dairede kalarak elde edemeyeceğini bilen gençler, en kısa yoldan bu imkânlara sahip olmak için haram-helâl dinlemeden önlerine çıkan fırsatları değerlendirmek istiyor, borsa, kripto para, kaldıraçlı döviz piyasaları, online bahisler, kara para aklama, satılması yasak olan maddelerin ticareti ve burada sayamayacağımız bir sürü yöntem kullanmakta beis görmüyor.

Genelde suça göre değil, işleyene göre ceza yazan bir sistemde adalet olur mu? Barınamıyoruz diye tweet atan gençler anında polis marifetiyle bulunup tutuklanıyor, öte yandan depremde bas bas bağırıp yardım isteyenler ölüme terk ediliyor. Sesleri çıkmasın diye deprem sırasında twitter bant genişliği bile daraltıldı, kimse tweet atamaz oldu. Sokakta gasplar, cinayetler gırla gidiyor, gündüz ortası mafyalar arası çatışmalar çıkıyor ama ya tutuklanan olmuyor veya tuutklanan iki gün sonra salıveriliyor. Öğrenciler ise okulda gösteri yapsa copla susturuluyor, eleştirel sosyal medya paylaşımları sebebiyle anında soluğu hakim karşısında alıyor.

Kısaca, ifade hürriyeti yok, insanlar kendilerini güvende hissetmiyorlar ve günden güne yiyecek ekmek bulmakta zorlanıyorlar. Bir yolunu bulup yurtdışında yaşamayı tercih ediyorlar.

Peki, gitmek kolay mı ve gidilen yerde her şey mükemmel mi?

Öncelikle haberleşme imkânlarının arttığı günümüzde yurtdışından birileri ile temas kurmak eskiye nazaran daha kolay. İnternet vasıtasıyla başvurular yapmak mümkün. Ancak her ülkenin kendine göre şartları var. Kimi kendi dilini çok iyi bilmeyeni görüşmeye bile çağırmıyor. Yapılacak olan işe göre farklı tecrübe, sınav veya sertifikasyonlar şart koşulabiliyor. Bu sınavlar haliyle kolay değil, sıkı bir çalışma ve iyi bir dil bilgisi gerekiyor. Sonra vize bulmak sıkıntısı var.

Diyelim her türlü bürokratik engeli aşıp gitti bir kardeşimiz, orada yaşamak ne kadar kolay acaba? Kültür şoku, küresel olarak artan yabancı düşmanlığı, din ve inanç farklılığından kaynaklı olarak hijyen ve beslenme gibi gündelik rutinlerde bile zorluk çekme, gidilen ülkede vatandaş olmayanların hukukî olarak yaşaması muhtemel problemler… Sevdiği insanlardan ve memleketinden uzak kalmak da cabası… Yine de, çalıştıkları kadar kazanabilecekleri, yabancı ve kimsesiz de olsalar kanunların ve hukukun kendilerine sahip çıkacağı inancındalar.

Gitmek de kolay değil, kalmak da… Ama kalıp da, kimsenin gitmek istemeyeceği bir ülke olalım diye çalışanların işi en zoru. “En zor”a gönüllü olanlara selam olsun…

Link: Gitmek mi zor, kalmak mı? | Genç Yorum (gencyorumdergisi.com)

Siya-Nur

Siya-Nur
Siya-Nur 

 

Ülkemizde maddi felaketler, yetkili şahısların kendileriyle olan etkileşimine göre ikiye ayrılır: İlk kısım, üzerinden mağduriyet devşirilebilen ve oy getiren felaketlerdir, ikinci kısım ise hesap vermesi gereken kişilerin sorumluluğu harici bir aktöre kolayca devredememeleri sebebiyle mümkün mertebe üstü örtülmeye çalışılanlar...

İlk kısım felaketlerde yetkililer, durumu yerine göre fıtrata, kadere ve takdir-i ilahiye havale ederek sorumluluktan kurtulurlar. Yapacak bir şey yoktur, gelmesi mukadder olanın önüne geçilemezdir. Yetki kullanma sorumluluğu bulunanlar, kısa yoldan kahramana dönüşme fırsatını kaçırmazlar genelde. Böyle zamanlarda felaket ne kadar büyük olursa, kahramanlık da o denli şanlı olacaktır. “Asrın depremi”, “yüzyılın seli” gibi dehşet boyutunu büyüten isimler vermek, halkın teslimiyetini artırır. “10 bin atom bombası gücünde bir patlama...” gibi tasvirler de felaketin etkisini içselleştirmeye yarar.

Felakete giden yolda hangi yanlışlıkları yaptığı, neden tedbir alınmadığı sorularını duyan yetkililer, soruyu anında insanların ağzına tıkabilir: “Ortadoğu ve Balkanlar’da son 250 yılda meydana gelen en büyük felaket sırasında bunu mu soruyorsunuz? Yaralarımızı bir saralım önce... Şimdi birlik zamanıdır!”

İliç’te yaşanan maden faciası ikinci nevi felaketlerden. Siyanür faciası ile ilgili bazı haberlere erişim yasağı gelmesi, faaliyet izni veren ve denetlemekle vazifeli resmi görevliler hakkında idari/adli işlem yapılmamış olması, felaketin boyutları ile ilgili kamuoyuna bilgi veren kişilerin anında tutuklanması ve havuz medyasının konuya fazla ilgi göstermemesi, örtme çabasının tezahürleridir. Sokaktaki vatandaş şu soruların cevabını net olarak alamayacaktır:

·         Altın çıkarırken siyanür ve benzeri zehirler kullanmak tabiata nasıl ve ne kadar hasar verir?

·         Bu zararları bertaraf etmek için alınabilecek tedbirler var mıdır?

·         Tedbirlerin düzgün uygulanıp uygulanmadığı denetlenmekte midir?

·         Yeşil alana, tarlalara, havaya ve suya siyanür salınarak çıkarılan altın, bu kadar fedakarlığa değecek kadar kazandırmakta mıdır?

·         Bu madenden kim, ne kazanmaktadır?

Siyanürden daha tehlikeli bir faciamız, dinî, millî ve manevi değerleri siyaset alanında istismar malzemesi olarak kullanmaktır ki kendisine “Siya-Nur” diyebiliriz. Bir eliyle insanlara nuru gösterip siyaset topuzuyla kafalara vurmak suretiyle işler. Alnında bilgilerden bir çelenk, nura doğru can atan nurlu camialar, kafasına topuzu yiyip sersemlediği için doğru muhakeme edememeye başlar. Hele de, desteklediği siyaset tarafından devlet kurumlarında kadrolar tahsis edilip, arsalar ve binalar gibi hediyelerle taltif edildiğinde, kamu hizmetlerinden öncelikli olarak yararlanmaya başladığında Siya-Nur zehiri damarlarında dolaşmaya başlamıştır.

Bir camide cuma vaazı veren hoca, İstanbul’un fethinin öneminden bahsediyor, şehri kurtarmak gereğini dile getiriyor ve teröre yer açmamak gerektiği konusunda uyarıyorsa o camide Siya-Nur vardır. İsim vermeden ve yuvarlak bir şekilde söylenen sözlere tek tek bakıldığında mesele olmadığı sanılabilir, fakat tam da seçim öncesinde, muhaliflerini terörist diye gören ve millete de böyle göstermek için montajlı videoları gösteren siyasilerle aynı zamanlarda ve aynı söylemleri kullanıyorsa, bu Siya-Nur etkisidir.

Yerlerin süpürülmesi, çöplerin toplanması, su ve gaz hizmetlerinin vatandaşa ulaştırılması, park bahçe bakımı ve toplu ulaşım gibi hizmetleri deruhte edecek bir birimde görev alma yarışına girme ile Sisi’nin, Gazze’nin, Kudüs ve Mekke’nin nasıl bir ilgisi olabilir diye düşünüyorsanız henüz Siya-Nur'a maruz kalmamışsınız demektir. Geçen seçimde Sisi mi, Binali mi tercihi yapacağımızı söyleyenler, siyasetlerinin gereği olarak “Kardeşim Sisi” moduna geçtiler. Şimdi tercihlerde hangi şıklar olacak acaba?

Cami içerisinde miting düzenleyen başkanlar, partilerine oy vermenin farz olduğunu söyleyen ilahiyatçılar, kendilerine oy vermenin ahirette kurtuluş beratı olacağını müjdeleyen partililer, seçimlerin bir müslüman sayımı olacağını ima edenler, camiye, kışlaya ve okula siyaset sokanlar, manevi iklim değişikliğine sebep olan Siya-Nur’u salarak “sekülersel ısınma”ya sebep olmaktadır. Ramazan atmosferine girdiğimiz şu günlerde Siya-Nur ayakizi büyük insanları ikaz edelim, salınımlarını azaltalım inşaallah...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/siya-nur_594779

Bakteri ve Siyanür

Bakteri ve Siyanür
Bülent Çelik Karikatürü
 

Danimarka başbakanı, ülkesini infiale sokacak bir paylaşımda bulunmuş. Muhtemelen bunu yaparken “ne yapayım da ülkemi infiale sokayım?” diye düşünmemiştir, infiale girmeye teşne birileri, paylaşımı kendine göre yorumlayıp bunu bazılarının ağzının payını verme fırsatı olarak görmüştür.

Olayın özeti şu: Evinin mutfağında yemek hazırlarken çekilmiş fotoğrafının altına yorumlar yağmış, insanlar farklı tepkiler vermiş ve ufaktan bir kutuplaşma olmuş. Fotoğrafta bir kesme tahtasının üzerinde doğranmış tavuklarla sebzelerin bir arada bulunması tartışmayı doğurmuş. Tavuk kesilen tahta ve bıçak temizlenmeden aynı bıçakla o tahta üzerinde sebze doğranır mı, doğranmaz mı diye.

Efendim, tavuk kesiminde kullanılan bıçak üzerinde çeşitli bakteriler bulunabileceğini, yıkanmamış aynı bıçak sebze kesmekte kullanılırsa bakterilerin sebzelere de bulaşacağını hatırlatanlar olmuş. Adeta, Ahmet Kaya şarkısındaki gibi: “N’eylersin ki çember daralmakta, ‘yasalmonella’sıyla bir bakteri grubu yaklaşmakta... Başın belada!” diye uyarmışlar. Buradan yola çıkarak başbakanı sorumsuzlukla suçlamışlar.

Neyse ki, başbakan hanım sonradan bir açıklama yaparak endişe edecek bir durum olmadığını, kesilen sebzelerin tavukla beraber aynı tencerede piştiğini, kesim sonrası bıçak ve tahtanın yıkandığını söylemiş. İnfialin, sansasyonun ve derdin büyüklüğüne bakar mısınız? Doğranmış sebzelerin salatada kullanıldığı bilgisi teyit edilirse bir istifanın gelmesi işten bile değil. Herhalde hiçbirimiz de şaşırmayız böyle bir habere.

Bıçakla yapılan kesim ne kadar önemliyse, halkı farklı kesimlere bölmek daha önemlidir. Yapılacak işlem basittir; toplumu bölecek bir tartışma başlat(kendiliğinden başlasa daha iyi tabii), kendi taraftarlarını gaza getirecek açıklamalarda bulun, karşındaki herkesi hainlik ve teröristlikle suçla! Muhaliflerine iftira atmaktan çekinme, yalan ne kadar büyük olursa inananı da o kadar fazla olur. Bu metotla yeni taraftarlar edinmek garanti olmasa da, mevcutların sadakati pekiştirilmiş olur.

Danimarka halkı olarak böyle toplum mühendisliklerine alışık olmayabilirler. Danimarkalı siyasetçilere acizane tavsiyem şu olacak: Bakteri üzerinden gelişen bu tartışmaları siyasi alana taşıyıp olayları büyüterek oylarını sağlama alabilirler. “Beka” temelli bir kutuplaşma başlatmak pekâlâ mümkün. Bakterinin insanları ve dolayısıyla ülkeyi yok edeceği riskini düşünüp bu ihtimalden korkanlar grubuna bir isim bulmak gerekirse “Bacteria”(bakteri) ve “terrified”(korkmuş, dehşete düşmüş) kelimelerini birleştirip “bacterrified” diyebiliriz. Bu gruba dahil olmayan herkesi de “bak teröriste!” manasında “bakterörist” diye isimlendirdik mi tamam. Çarpıştır grupları ve seyreyle gümbürtüyü...

Bizde de, varsa, yoksa havadan sudan meseleler... Neymiş efendim, altın madeninde meydana gelen göçük sonrası havaya ve suya siyanür karışmış olabilirmiş. Böyle bir şey olabilir mi? Buna müsaade etmemiz mümkün değil. Kapı gibi ÇED raporu vermişiz oraya. “Madem ÇED raporu var, neden heyelan oldu?” diyorlar. Yahu, “ÇED’din deden, neslin baban” zamanında verilmiş raporun şimdiki heyelanla ne alakası var? Fırat kenarında ölü balıklar gördüğünü söyleyenler oldu. Nehrin ilk sabıkası değil ki bu, Fırat bunu hep yapıyor. Türküsü bile var:

“Şu Fırat’n suyu akar serindir
Ölem ölem derdo ölem, akar serindir
Yarimi götürdü (anam) kanlı zalimdir
Ölem ölem kanlı zalimdir”

Allah, siyanür meselesini Danimarka gibi tartışmaktan bizi korumuş, verilmiş sadakamız varmış...

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bakteri-ve-siyanur_594502

Tech Aday

 

Tech Aday
Tech Aday

Geçenlerde bir arkadaşımız şöyle dedi: “Cumhurbaşkanımız olmasa hanımlarımız bile bize oy vermezdi.”

Bu sözden iki mana çıkar; ilki “Cumhurbaşkanımız olmasa biz oy verilecek insanlar değiliz”, ikincisi ise “Biz ne kadar iyi olursak olalım, Cumhurbaşkanımız olmasa, hanımlarımız bize ihanet edecek.”

İkincisi çok riskli bir cümle. Hanımlar taifesinden aşırı tepki görme ihtimali var. Nemelazım, seçim arifesinde hanımları durduk yere küstürmenin anlamı yok. Hiç söylenmemiş kabul ediniz. Demek ki ilkini kabul edeceğiz. Herhangi bir konuda, Reis-i Cumhurumuz bir fikir beyan etmediyse konuşmak bizim haddimize değil. Zaten biz kimiz ki ondan öne çıkacağız? O sözünü söyledikten sonra, onun sözünün üzerine yeni bir şey söylemenin de anlamı yok. Bunun haricinde, Reisimizle çelişmemek ve ondan rol çalmamak şartıyla istediğimizi söylemekte hürüz.

Hürüz dediysek, kırmızı çizgilerimiz var tabii. Din, dil, vatan, millet, ahlak, namus, beka, bağımsızlık, vatanın bölünmezliği, bayrak, ezan, Kur’an, sünnet... O kadar çok ki, ismimiz gibi ak bir kağıda her biri için bir kırmızı çizgi çizsek, kırmızı kart çıkar ortaya. 

Onu da muhalefete sallayıp oyun dışına atıyoruz. Kırmızı kartı yiyen muhalefet konuşamıyor, konuşsa sesi çıkmıyor.

Reis’in kimseye ihtiyacı yok, çok şükür. Hele ki başkanlık sistemine geçtik, işler çok hızlandı. Buyruklar çıkıp jet hızıyla bize ulaşıyor, biz de harfiyyen uyguluyoruz. Talimat gelmeden hiçbir iş yapmıyoruz. İlçe mitinglerine de Reis’imizi çağırıyoruz, sağ olsun geliyor. İlçe, il, büyükşehir fark etmez, sokaklarda her bir belediye başkanı adayımızın resminin yanında muhakkak onun da resmi durur.

“İyi de, siz ne işe yarıyorsunuz?” dediniz galiba... İnanın, biz de böyle düşündük. Sıkı durun, her yerde tek aday göstermeye karar verdik! Yanlış okumadınız, mahalli idareci seçilecek her noktada tek bir adayımız var. Adına “Tech aday” dediğimiz, gelişmiş dil modeli kullanan bir yapay zekâ bizim adayımız olacak. Evet, hep dediğimiz gibi, bu memlekete bir yapay zekâ lazımsa onu da bir getiririz!

Reisimizin çizdiği çerçeveden çıkmayacak ve gerekli olursa onun sözlerini farklı kelimelerle yeniden üretip halka hitap edecek. Eskiden, partili arkadaşlarımız, genel başkanımızın sözlerini tevil etmek adına gaflar yapabiliyordu. Hafazanallah, kendi fikirlerini araya karıştıran ve muhaliflere malzeme çıkaran bu arkadaşlar yerine artık Tech Aday konuşacak.

Yapay zekâ dedim de, bizimkine “YAP-AK ZEK” desek yeridir. Sloganı da, “Siz konuşun, biz yapak!” olabilir. Malum, muhalefet genelde fikirler ve projeler ortaya atar, biz de yaparız.

Metin üreten bir aday bizim insanımızı kesmez haliyle. İnsansı robot denilen bir mekanizma içerisinde çalışacak. Hareket edecek, halkın karşısına çıkıp selamlayacak, açılış törenlerinde makas tutup kurdele kesecek. Konuşmalarının arasına, montajladığı görüntüleri de katarak anlatımını güçlendirecek. 

Yerli ve pilli Tech Aday’ımız, geniş kapasiteli pili sayesinde hiç yorulmayacak ve çalışmalarına ara vermesine gerek kalmayacak. Durmak yok, AK-Robasiye devam!

“Tech’ke” dediğimiz, merkezi olarak bütün Tech Aday’ların yönetildiği ana bilgisayardan verilerini alacağı için gündem dışına sapma veya yanlış bilgi verme gibi bir derdi olmayacak. 

İlk defa belediyelerde deneyeceğimiz bu sistem başarılı olursa, milletvekili seçimlerinde de kullanırız. Artık vekil değil Tech’il seçiyor olacağız... Ne dersiniz, güzel olmaz mı?

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/tech-aday_594008

Barış Diploma’Sisi

Barış Diploma’Sisi
Bülent Çelik karikatürü

Kıymetli kardeşlerim,

Malumunuz olduğu üzere, “Türkiye k’Asrı” isimli yeni bir dönem başlattık. Bu dönemde sizi şaşırtacak pek çok yeniliğimiz olacak.

Öncelikle, herkesle barışmaya karar verdik. Herkesi ve her kesimi kucaklıyoruz. Bize oy veren de “oy, oy, oy...” deyip bizden yaka silken de bizim nazarımızda eşit vatandaşlardır. İnsanlara hizmet götürürken onları renklerine, tercihlerine göre ayırmadık.

Efendim, bazı yerlerin daha çok hizmet aldığı ve bazı yerlerin ise garip kaldığı söyleniyor, bu doğru mu?

Şöyle bir gerçek var ki, “merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez.” Daha çok hizmet alanlar, doğru tercih yaptılarsa, buna kim ne diyebilir ki? Tercihlerini yanlış yapanların garip kalması, mahzun kalması bizim suçumuz mu? Keşke onlar da hakikati görüp el ele verseler ve daha “eşit” hizmeti alabilselerdi. “Ba’de harab-ül Basra” oldu maalesef... Atalarımız, “zaman her şeyin ilacıdır” demişler. Zamanla doğru tercihler yapacaklarını umut ediyoruz. Yakın zamanda önlerinde açılacak fırsat penceresini değerlendirsinler, hak ettikleri payları alırlar, merak etmeyin.

Barışma derken sadece yurt içindeki bir kucaklamayı kastetmiyoruz tabii ki. Cihanşümul bir sulh sağlama noktasında, geçmişte kavgalı olduğumuz ülkelerle de yeni sayfalar açıyoruz. “Katil Prens” deyip kat-i mükaleme etmek olmaz. O prensle el sıkıştık biliyorsunuz. Darbe finansörleri ayağımıza geldi. Hatasını anlayanı affetmek büyüklüktür. Bir gece ansızın gelebileceğimizi söylediğimiz Yunanistan’a haber verip gündüz vakti gittik, güzelce sohbet ettik. Fena mı oldu? Değerli kardeşimiz Sisi ile de görüştük ve ilk fırsatta Ankara’ya beklediğimizi söyledik...

Daha önce kendisine “Darbeci Sisi” diyordunuz, yakınlaşma nasıl oldu acaba?

Evvela, şunu netleştirelim... Darbeci Sisi demedik. Ne dedik, “darbecisisi” dedik. Darbe bellidir, onu yapan kişi darbecidir. Bu darbe birilerinin kışkırtması ve teşviki ile yapılmışsa darbeci de birilerinin darbecisi olur. Biz, o kışkırtmayı yapanların da arkasındaki yapıları biliyoruz. Bu manada, “darbecisi” kelimesine bir “-si” eki daha ilave ediyoruz. Bizim tavrımız, bu kişilere olmuştur. Kuklaya bakmayıp kuklacıyı ve bu örnekte “kuklacıcı”yı görüyoruz.

Peki, kimdir efendim bu “kuklacı” ve “kuklacıcılar”? Onlara karşı şu anda aldığımız tedbirler ve tavırlar nelerdir?

Onlar kendilerini çok iyi biliyorlar. Şimdi buradan açıkça söylemeye gerek yok. Atacağımız adımlar zamanı gelince görülecektir. Yahu, tam da barışmak, kucaklaşmak ve affetmekten bahsederken, şimdi sırası mı bu tedbirlerin?

Dış politikada duruşumuz net; bulanık suda balık avlanmaz, güneş balçıkla sıvanmaz, gözünü kapayan yalnızca kendine gece yapar. Bulutu bir kenara bırakıp, sisi dağıtıyoruz. Barış diplomasisi inşa ediyoruz. Daha önce, hak edene ağzının payını verirken, “diplomasi yok” diyerek bizi eleştirenler vardı. Şu anda diplomasinin en yüksek seviyesini uyguladığımızı gördükleri halde, yine beğenmeyip laflar edecekler.

Biz yine de doğru bildiğimiz yoldan şaşmayacağız. Hoş geldin, kardeşim Sisi, yaşasın barış diplomasisi!

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/baris-diploma-sisi_593762

Bir Feza NASA’lı

 

Bir Feza NASA'lı
Sefer Selvi Karikatürü


Evvel uzay-zaman içinde, kuantum mekaniği ile Samanyolu Galaksisi içinde, kediler Schrödinger kutularında meraktan ölür iken, hadronlar çarpışır iken... Pireler, birden bire, şimdi size saçma gelebilir ama ileride bir emeklilik fırsatı çıkabilir diye erkenden sigorta başlatmak için saç kesim eğitimi alıp berber olma yolunda ilerler iken, kadeveli fiyatları marketlerde tellallar değil hoparlörler çığırır iken, yapay zekâlar ortalıkta cirit atar iken, el elalemin uzay mekiğinde tıngır mıngır sallanır iken...

Memleketin birinde, vakit seçimlere yaklaşırken, o güne kadar yapılmamış bir işi başararak rakiplerine fark atmak isteyen birilerinin aklına fezaya çıkma fikri gelmiş. Hitaplarında dünyaya sert çıkışları ile bilinen bu birileri, “Aya önce sert iniş yapalım, ağırlığımızı hissettirelim, sonraki yıllarda yumuşak yumuşak ineriz” demiş ama o işlerin öyle kağıt üstünde planlandığı gibi kolay olmadığı hemen anlaşılmış. Bunlar, ileri seviyede teknik ve beceri isteyen projeler olduğu kadar maliyetleri de çıkılmak istenen yer kadar yüksekmiş.

“Ne yapalım, bir kere söylemiş bulunduk, ne yapıp edip o fezaya çıkmalıyız” demiş birisi. “Ay olması şart değil canım... En az 400 km yükseklikte yörüngede bir yer verin, huzur içinde bu iş çözülsün” diye de NASA’ya seslenmiş. Fezaya çıkmanın çarelerini düşünüp dururlarken, Musk’aları ile bilinen bir sihirbaz çıkagelmiş. “Siz bana bir gökkedisi verin, sihirli dokunuşumla onu bir fezaiye çevirir, kendisine roket ve kıyafet uydurur, fezaya bir şekilde onu gönderirim, siz yeter ki paradan haber verin hacı...” demiş. Teklif hoşlarına gitmiş gitmesine de “İyi de, kendi roketimizle, kendi imkânımızla çıkmadığımızda tepki görmez miyiz?” diye tereddütleri yok değilmiş hani. “İlahi, dert ettiğiniz şeye bak” demiş eli Musk’alı adam, “NASA var ya NASA, onun bile roketi yok, sana bana ne oluyor?”

Bayılmışlar milyonlarca akçeyi Musk’alıya. Kocaman bir balkabağını uzay mekiğine dönüştürmüş. Gökkedisi de, kafasında camdan bir fanus olan ışıltılı bir uzay kıyafeti olan astronot olmuş. “Ancaaak...” demiş Musk’alı, “Deney saati 13.00’ı gösterdiği anda sihir biter, adamınız yeryüzüne iner” Havası olmayan uzaya havalı gidiş için değer, vatandaşı sevindirmeye yeter diye düşünüp tamam demişler.  

Ülke olarak başlamışlar davullu zurnalı kutlamalara, halayları çekmişler. Gazeteler “Uzayı fethediyoruz”, “Ay akını başlıyor, ayağını denk al NASA!”, “Ayağına meteor taşı değmesin” manşetleriyle çıkmış. Roket aya kadar gitmese de “Kamer-a Haber” diye bir televizyon kanalı açmışlar. Günün 24 saati boyunca uzay seyahati ile ilgili yayın yapılıyormuş. Roketteki en uzun boylu astronot kim, cam kenarına kim oturdu gibi fevkalade ilmî tafsilat verilip seyircilerin feyiz alması sağlanıyormuş. Dövizle birlikte yükselen borcu arşa dayanan vatandaş da en çok astronotların yükselen burçlarını merak etmekteymiş zaten.  

Kamyon arkası yazıları gibi, roketin arkasına yazılacak yazılar için seyircilerden gelecek en iyi yazıların seçileceği ve kazananın hediye ile ödüllendirileceği yarışmalar da düzenlenmiş.  Birinciliği, “Yaklaşma UFO’lursun, geçme pişman olursun” gibi dosta güven, UFO’lara korku veren bir sloganın sahibine vermişler.

Bu seyahat için harcanan paraya yazık değil mi, bize ne kazandırdı diye soran kişilere hain, terörist, dış mihrakların maşası demiş ve susturmuşlar.

Onlar ermiş muradına, bizler inanalım propagandanın kerametine....

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bir-feza-nasa-li_593534

Öne Çıkan Yayın

Gözlükler

  İbrahim Özdabak Karikatürü   “Artık önümüzü göremiyoruz” sözünü ilk duyduğunuzda aklınıza: “Tabii canım, nasıl adım atacağımızı şaşırdık...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: