Bu Blogda Ara

Arşiv

Siya-Nur

Siya-Nur
Siya-Nur 

 

Ülkemizde maddi felaketler, yetkili şahısların kendileriyle olan etkileşimine göre ikiye ayrılır: İlk kısım, üzerinden mağduriyet devşirilebilen ve oy getiren felaketlerdir, ikinci kısım ise hesap vermesi gereken kişilerin sorumluluğu harici bir aktöre kolayca devredememeleri sebebiyle mümkün mertebe üstü örtülmeye çalışılanlar...

İlk kısım felaketlerde yetkililer, durumu yerine göre fıtrata, kadere ve takdir-i ilahiye havale ederek sorumluluktan kurtulurlar. Yapacak bir şey yoktur, gelmesi mukadder olanın önüne geçilemezdir. Yetki kullanma sorumluluğu bulunanlar, kısa yoldan kahramana dönüşme fırsatını kaçırmazlar genelde. Böyle zamanlarda felaket ne kadar büyük olursa, kahramanlık da o denli şanlı olacaktır. “Asrın depremi”, “yüzyılın seli” gibi dehşet boyutunu büyüten isimler vermek, halkın teslimiyetini artırır. “10 bin atom bombası gücünde bir patlama...” gibi tasvirler de felaketin etkisini içselleştirmeye yarar.

Felakete giden yolda hangi yanlışlıkları yaptığı, neden tedbir alınmadığı sorularını duyan yetkililer, soruyu anında insanların ağzına tıkabilir: “Ortadoğu ve Balkanlar’da son 250 yılda meydana gelen en büyük felaket sırasında bunu mu soruyorsunuz? Yaralarımızı bir saralım önce... Şimdi birlik zamanıdır!”

İliç’te yaşanan maden faciası ikinci nevi felaketlerden. Siyanür faciası ile ilgili bazı haberlere erişim yasağı gelmesi, faaliyet izni veren ve denetlemekle vazifeli resmi görevliler hakkında idari/adli işlem yapılmamış olması, felaketin boyutları ile ilgili kamuoyuna bilgi veren kişilerin anında tutuklanması ve havuz medyasının konuya fazla ilgi göstermemesi, örtme çabasının tezahürleridir. Sokaktaki vatandaş şu soruların cevabını net olarak alamayacaktır:

·         Altın çıkarırken siyanür ve benzeri zehirler kullanmak tabiata nasıl ve ne kadar hasar verir?

·         Bu zararları bertaraf etmek için alınabilecek tedbirler var mıdır?

·         Tedbirlerin düzgün uygulanıp uygulanmadığı denetlenmekte midir?

·         Yeşil alana, tarlalara, havaya ve suya siyanür salınarak çıkarılan altın, bu kadar fedakarlığa değecek kadar kazandırmakta mıdır?

·         Bu madenden kim, ne kazanmaktadır?

Siyanürden daha tehlikeli bir faciamız, dinî, millî ve manevi değerleri siyaset alanında istismar malzemesi olarak kullanmaktır ki kendisine “Siya-Nur” diyebiliriz. Bir eliyle insanlara nuru gösterip siyaset topuzuyla kafalara vurmak suretiyle işler. Alnında bilgilerden bir çelenk, nura doğru can atan nurlu camialar, kafasına topuzu yiyip sersemlediği için doğru muhakeme edememeye başlar. Hele de, desteklediği siyaset tarafından devlet kurumlarında kadrolar tahsis edilip, arsalar ve binalar gibi hediyelerle taltif edildiğinde, kamu hizmetlerinden öncelikli olarak yararlanmaya başladığında Siya-Nur zehiri damarlarında dolaşmaya başlamıştır.

Bir camide cuma vaazı veren hoca, İstanbul’un fethinin öneminden bahsediyor, şehri kurtarmak gereğini dile getiriyor ve teröre yer açmamak gerektiği konusunda uyarıyorsa o camide Siya-Nur vardır. İsim vermeden ve yuvarlak bir şekilde söylenen sözlere tek tek bakıldığında mesele olmadığı sanılabilir, fakat tam da seçim öncesinde, muhaliflerini terörist diye gören ve millete de böyle göstermek için montajlı videoları gösteren siyasilerle aynı zamanlarda ve aynı söylemleri kullanıyorsa, bu Siya-Nur etkisidir.

Yerlerin süpürülmesi, çöplerin toplanması, su ve gaz hizmetlerinin vatandaşa ulaştırılması, park bahçe bakımı ve toplu ulaşım gibi hizmetleri deruhte edecek bir birimde görev alma yarışına girme ile Sisi’nin, Gazze’nin, Kudüs ve Mekke’nin nasıl bir ilgisi olabilir diye düşünüyorsanız henüz Siya-Nur'a maruz kalmamışsınız demektir. Geçen seçimde Sisi mi, Binali mi tercihi yapacağımızı söyleyenler, siyasetlerinin gereği olarak “Kardeşim Sisi” moduna geçtiler. Şimdi tercihlerde hangi şıklar olacak acaba?

Cami içerisinde miting düzenleyen başkanlar, partilerine oy vermenin farz olduğunu söyleyen ilahiyatçılar, kendilerine oy vermenin ahirette kurtuluş beratı olacağını müjdeleyen partililer, seçimlerin bir müslüman sayımı olacağını ima edenler, camiye, kışlaya ve okula siyaset sokanlar, manevi iklim değişikliğine sebep olan Siya-Nur’u salarak “sekülersel ısınma”ya sebep olmaktadır. Ramazan atmosferine girdiğimiz şu günlerde Siya-Nur ayakizi büyük insanları ikaz edelim, salınımlarını azaltalım inşaallah...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/siya-nur_594779

Bakteri ve Siyanür

Bakteri ve Siyanür
Bülent Çelik Karikatürü
 

Danimarka başbakanı, ülkesini infiale sokacak bir paylaşımda bulunmuş. Muhtemelen bunu yaparken “ne yapayım da ülkemi infiale sokayım?” diye düşünmemiştir, infiale girmeye teşne birileri, paylaşımı kendine göre yorumlayıp bunu bazılarının ağzının payını verme fırsatı olarak görmüştür.

Olayın özeti şu: Evinin mutfağında yemek hazırlarken çekilmiş fotoğrafının altına yorumlar yağmış, insanlar farklı tepkiler vermiş ve ufaktan bir kutuplaşma olmuş. Fotoğrafta bir kesme tahtasının üzerinde doğranmış tavuklarla sebzelerin bir arada bulunması tartışmayı doğurmuş. Tavuk kesilen tahta ve bıçak temizlenmeden aynı bıçakla o tahta üzerinde sebze doğranır mı, doğranmaz mı diye.

Efendim, tavuk kesiminde kullanılan bıçak üzerinde çeşitli bakteriler bulunabileceğini, yıkanmamış aynı bıçak sebze kesmekte kullanılırsa bakterilerin sebzelere de bulaşacağını hatırlatanlar olmuş. Adeta, Ahmet Kaya şarkısındaki gibi: “N’eylersin ki çember daralmakta, ‘yasalmonella’sıyla bir bakteri grubu yaklaşmakta... Başın belada!” diye uyarmışlar. Buradan yola çıkarak başbakanı sorumsuzlukla suçlamışlar.

Neyse ki, başbakan hanım sonradan bir açıklama yaparak endişe edecek bir durum olmadığını, kesilen sebzelerin tavukla beraber aynı tencerede piştiğini, kesim sonrası bıçak ve tahtanın yıkandığını söylemiş. İnfialin, sansasyonun ve derdin büyüklüğüne bakar mısınız? Doğranmış sebzelerin salatada kullanıldığı bilgisi teyit edilirse bir istifanın gelmesi işten bile değil. Herhalde hiçbirimiz de şaşırmayız böyle bir habere.

Bıçakla yapılan kesim ne kadar önemliyse, halkı farklı kesimlere bölmek daha önemlidir. Yapılacak işlem basittir; toplumu bölecek bir tartışma başlat(kendiliğinden başlasa daha iyi tabii), kendi taraftarlarını gaza getirecek açıklamalarda bulun, karşındaki herkesi hainlik ve teröristlikle suçla! Muhaliflerine iftira atmaktan çekinme, yalan ne kadar büyük olursa inananı da o kadar fazla olur. Bu metotla yeni taraftarlar edinmek garanti olmasa da, mevcutların sadakati pekiştirilmiş olur.

Danimarka halkı olarak böyle toplum mühendisliklerine alışık olmayabilirler. Danimarkalı siyasetçilere acizane tavsiyem şu olacak: Bakteri üzerinden gelişen bu tartışmaları siyasi alana taşıyıp olayları büyüterek oylarını sağlama alabilirler. “Beka” temelli bir kutuplaşma başlatmak pekâlâ mümkün. Bakterinin insanları ve dolayısıyla ülkeyi yok edeceği riskini düşünüp bu ihtimalden korkanlar grubuna bir isim bulmak gerekirse “Bacteria”(bakteri) ve “terrified”(korkmuş, dehşete düşmüş) kelimelerini birleştirip “bacterrified” diyebiliriz. Bu gruba dahil olmayan herkesi de “bak teröriste!” manasında “bakterörist” diye isimlendirdik mi tamam. Çarpıştır grupları ve seyreyle gümbürtüyü...

Bizde de, varsa, yoksa havadan sudan meseleler... Neymiş efendim, altın madeninde meydana gelen göçük sonrası havaya ve suya siyanür karışmış olabilirmiş. Böyle bir şey olabilir mi? Buna müsaade etmemiz mümkün değil. Kapı gibi ÇED raporu vermişiz oraya. “Madem ÇED raporu var, neden heyelan oldu?” diyorlar. Yahu, “ÇED’din deden, neslin baban” zamanında verilmiş raporun şimdiki heyelanla ne alakası var? Fırat kenarında ölü balıklar gördüğünü söyleyenler oldu. Nehrin ilk sabıkası değil ki bu, Fırat bunu hep yapıyor. Türküsü bile var:

“Şu Fırat’n suyu akar serindir
Ölem ölem derdo ölem, akar serindir
Yarimi götürdü (anam) kanlı zalimdir
Ölem ölem kanlı zalimdir”

Allah, siyanür meselesini Danimarka gibi tartışmaktan bizi korumuş, verilmiş sadakamız varmış...

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bakteri-ve-siyanur_594502

Tech Aday

 

Tech Aday
Tech Aday

Geçenlerde bir arkadaşımız şöyle dedi: “Cumhurbaşkanımız olmasa hanımlarımız bile bize oy vermezdi.”

Bu sözden iki mana çıkar; ilki “Cumhurbaşkanımız olmasa biz oy verilecek insanlar değiliz”, ikincisi ise “Biz ne kadar iyi olursak olalım, Cumhurbaşkanımız olmasa, hanımlarımız bize ihanet edecek.”

İkincisi çok riskli bir cümle. Hanımlar taifesinden aşırı tepki görme ihtimali var. Nemelazım, seçim arifesinde hanımları durduk yere küstürmenin anlamı yok. Hiç söylenmemiş kabul ediniz. Demek ki ilkini kabul edeceğiz. Herhangi bir konuda, Reis-i Cumhurumuz bir fikir beyan etmediyse konuşmak bizim haddimize değil. Zaten biz kimiz ki ondan öne çıkacağız? O sözünü söyledikten sonra, onun sözünün üzerine yeni bir şey söylemenin de anlamı yok. Bunun haricinde, Reisimizle çelişmemek ve ondan rol çalmamak şartıyla istediğimizi söylemekte hürüz.

Hürüz dediysek, kırmızı çizgilerimiz var tabii. Din, dil, vatan, millet, ahlak, namus, beka, bağımsızlık, vatanın bölünmezliği, bayrak, ezan, Kur’an, sünnet... O kadar çok ki, ismimiz gibi ak bir kağıda her biri için bir kırmızı çizgi çizsek, kırmızı kart çıkar ortaya. 

Onu da muhalefete sallayıp oyun dışına atıyoruz. Kırmızı kartı yiyen muhalefet konuşamıyor, konuşsa sesi çıkmıyor.

Reis’in kimseye ihtiyacı yok, çok şükür. Hele ki başkanlık sistemine geçtik, işler çok hızlandı. Buyruklar çıkıp jet hızıyla bize ulaşıyor, biz de harfiyyen uyguluyoruz. Talimat gelmeden hiçbir iş yapmıyoruz. İlçe mitinglerine de Reis’imizi çağırıyoruz, sağ olsun geliyor. İlçe, il, büyükşehir fark etmez, sokaklarda her bir belediye başkanı adayımızın resminin yanında muhakkak onun da resmi durur.

“İyi de, siz ne işe yarıyorsunuz?” dediniz galiba... İnanın, biz de böyle düşündük. Sıkı durun, her yerde tek aday göstermeye karar verdik! Yanlış okumadınız, mahalli idareci seçilecek her noktada tek bir adayımız var. Adına “Tech aday” dediğimiz, gelişmiş dil modeli kullanan bir yapay zekâ bizim adayımız olacak. Evet, hep dediğimiz gibi, bu memlekete bir yapay zekâ lazımsa onu da bir getiririz!

Reisimizin çizdiği çerçeveden çıkmayacak ve gerekli olursa onun sözlerini farklı kelimelerle yeniden üretip halka hitap edecek. Eskiden, partili arkadaşlarımız, genel başkanımızın sözlerini tevil etmek adına gaflar yapabiliyordu. Hafazanallah, kendi fikirlerini araya karıştıran ve muhaliflere malzeme çıkaran bu arkadaşlar yerine artık Tech Aday konuşacak.

Yapay zekâ dedim de, bizimkine “YAP-AK ZEK” desek yeridir. Sloganı da, “Siz konuşun, biz yapak!” olabilir. Malum, muhalefet genelde fikirler ve projeler ortaya atar, biz de yaparız.

Metin üreten bir aday bizim insanımızı kesmez haliyle. İnsansı robot denilen bir mekanizma içerisinde çalışacak. Hareket edecek, halkın karşısına çıkıp selamlayacak, açılış törenlerinde makas tutup kurdele kesecek. Konuşmalarının arasına, montajladığı görüntüleri de katarak anlatımını güçlendirecek. 

Yerli ve pilli Tech Aday’ımız, geniş kapasiteli pili sayesinde hiç yorulmayacak ve çalışmalarına ara vermesine gerek kalmayacak. Durmak yok, AK-Robasiye devam!

“Tech’ke” dediğimiz, merkezi olarak bütün Tech Aday’ların yönetildiği ana bilgisayardan verilerini alacağı için gündem dışına sapma veya yanlış bilgi verme gibi bir derdi olmayacak. 

İlk defa belediyelerde deneyeceğimiz bu sistem başarılı olursa, milletvekili seçimlerinde de kullanırız. Artık vekil değil Tech’il seçiyor olacağız... Ne dersiniz, güzel olmaz mı?

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/tech-aday_594008

Barış Diploma’Sisi

Barış Diploma’Sisi
Bülent Çelik karikatürü

Kıymetli kardeşlerim,

Malumunuz olduğu üzere, “Türkiye k’Asrı” isimli yeni bir dönem başlattık. Bu dönemde sizi şaşırtacak pek çok yeniliğimiz olacak.

Öncelikle, herkesle barışmaya karar verdik. Herkesi ve her kesimi kucaklıyoruz. Bize oy veren de “oy, oy, oy...” deyip bizden yaka silken de bizim nazarımızda eşit vatandaşlardır. İnsanlara hizmet götürürken onları renklerine, tercihlerine göre ayırmadık.

Efendim, bazı yerlerin daha çok hizmet aldığı ve bazı yerlerin ise garip kaldığı söyleniyor, bu doğru mu?

Şöyle bir gerçek var ki, “merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez.” Daha çok hizmet alanlar, doğru tercih yaptılarsa, buna kim ne diyebilir ki? Tercihlerini yanlış yapanların garip kalması, mahzun kalması bizim suçumuz mu? Keşke onlar da hakikati görüp el ele verseler ve daha “eşit” hizmeti alabilselerdi. “Ba’de harab-ül Basra” oldu maalesef... Atalarımız, “zaman her şeyin ilacıdır” demişler. Zamanla doğru tercihler yapacaklarını umut ediyoruz. Yakın zamanda önlerinde açılacak fırsat penceresini değerlendirsinler, hak ettikleri payları alırlar, merak etmeyin.

Barışma derken sadece yurt içindeki bir kucaklamayı kastetmiyoruz tabii ki. Cihanşümul bir sulh sağlama noktasında, geçmişte kavgalı olduğumuz ülkelerle de yeni sayfalar açıyoruz. “Katil Prens” deyip kat-i mükaleme etmek olmaz. O prensle el sıkıştık biliyorsunuz. Darbe finansörleri ayağımıza geldi. Hatasını anlayanı affetmek büyüklüktür. Bir gece ansızın gelebileceğimizi söylediğimiz Yunanistan’a haber verip gündüz vakti gittik, güzelce sohbet ettik. Fena mı oldu? Değerli kardeşimiz Sisi ile de görüştük ve ilk fırsatta Ankara’ya beklediğimizi söyledik...

Daha önce kendisine “Darbeci Sisi” diyordunuz, yakınlaşma nasıl oldu acaba?

Evvela, şunu netleştirelim... Darbeci Sisi demedik. Ne dedik, “darbecisisi” dedik. Darbe bellidir, onu yapan kişi darbecidir. Bu darbe birilerinin kışkırtması ve teşviki ile yapılmışsa darbeci de birilerinin darbecisi olur. Biz, o kışkırtmayı yapanların da arkasındaki yapıları biliyoruz. Bu manada, “darbecisi” kelimesine bir “-si” eki daha ilave ediyoruz. Bizim tavrımız, bu kişilere olmuştur. Kuklaya bakmayıp kuklacıyı ve bu örnekte “kuklacıcı”yı görüyoruz.

Peki, kimdir efendim bu “kuklacı” ve “kuklacıcılar”? Onlara karşı şu anda aldığımız tedbirler ve tavırlar nelerdir?

Onlar kendilerini çok iyi biliyorlar. Şimdi buradan açıkça söylemeye gerek yok. Atacağımız adımlar zamanı gelince görülecektir. Yahu, tam da barışmak, kucaklaşmak ve affetmekten bahsederken, şimdi sırası mı bu tedbirlerin?

Dış politikada duruşumuz net; bulanık suda balık avlanmaz, güneş balçıkla sıvanmaz, gözünü kapayan yalnızca kendine gece yapar. Bulutu bir kenara bırakıp, sisi dağıtıyoruz. Barış diplomasisi inşa ediyoruz. Daha önce, hak edene ağzının payını verirken, “diplomasi yok” diyerek bizi eleştirenler vardı. Şu anda diplomasinin en yüksek seviyesini uyguladığımızı gördükleri halde, yine beğenmeyip laflar edecekler.

Biz yine de doğru bildiğimiz yoldan şaşmayacağız. Hoş geldin, kardeşim Sisi, yaşasın barış diplomasisi!

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/baris-diploma-sisi_593762

Bir Feza NASA’lı

 

Bir Feza NASA'lı
Sefer Selvi Karikatürü


Evvel uzay-zaman içinde, kuantum mekaniği ile Samanyolu Galaksisi içinde, kediler Schrödinger kutularında meraktan ölür iken, hadronlar çarpışır iken... Pireler, birden bire, şimdi size saçma gelebilir ama ileride bir emeklilik fırsatı çıkabilir diye erkenden sigorta başlatmak için saç kesim eğitimi alıp berber olma yolunda ilerler iken, kadeveli fiyatları marketlerde tellallar değil hoparlörler çığırır iken, yapay zekâlar ortalıkta cirit atar iken, el elalemin uzay mekiğinde tıngır mıngır sallanır iken...

Memleketin birinde, vakit seçimlere yaklaşırken, o güne kadar yapılmamış bir işi başararak rakiplerine fark atmak isteyen birilerinin aklına fezaya çıkma fikri gelmiş. Hitaplarında dünyaya sert çıkışları ile bilinen bu birileri, “Aya önce sert iniş yapalım, ağırlığımızı hissettirelim, sonraki yıllarda yumuşak yumuşak ineriz” demiş ama o işlerin öyle kağıt üstünde planlandığı gibi kolay olmadığı hemen anlaşılmış. Bunlar, ileri seviyede teknik ve beceri isteyen projeler olduğu kadar maliyetleri de çıkılmak istenen yer kadar yüksekmiş.

“Ne yapalım, bir kere söylemiş bulunduk, ne yapıp edip o fezaya çıkmalıyız” demiş birisi. “Ay olması şart değil canım... En az 400 km yükseklikte yörüngede bir yer verin, huzur içinde bu iş çözülsün” diye de NASA’ya seslenmiş. Fezaya çıkmanın çarelerini düşünüp dururlarken, Musk’aları ile bilinen bir sihirbaz çıkagelmiş. “Siz bana bir gökkedisi verin, sihirli dokunuşumla onu bir fezaiye çevirir, kendisine roket ve kıyafet uydurur, fezaya bir şekilde onu gönderirim, siz yeter ki paradan haber verin hacı...” demiş. Teklif hoşlarına gitmiş gitmesine de “İyi de, kendi roketimizle, kendi imkânımızla çıkmadığımızda tepki görmez miyiz?” diye tereddütleri yok değilmiş hani. “İlahi, dert ettiğiniz şeye bak” demiş eli Musk’alı adam, “NASA var ya NASA, onun bile roketi yok, sana bana ne oluyor?”

Bayılmışlar milyonlarca akçeyi Musk’alıya. Kocaman bir balkabağını uzay mekiğine dönüştürmüş. Gökkedisi de, kafasında camdan bir fanus olan ışıltılı bir uzay kıyafeti olan astronot olmuş. “Ancaaak...” demiş Musk’alı, “Deney saati 13.00’ı gösterdiği anda sihir biter, adamınız yeryüzüne iner” Havası olmayan uzaya havalı gidiş için değer, vatandaşı sevindirmeye yeter diye düşünüp tamam demişler.  

Ülke olarak başlamışlar davullu zurnalı kutlamalara, halayları çekmişler. Gazeteler “Uzayı fethediyoruz”, “Ay akını başlıyor, ayağını denk al NASA!”, “Ayağına meteor taşı değmesin” manşetleriyle çıkmış. Roket aya kadar gitmese de “Kamer-a Haber” diye bir televizyon kanalı açmışlar. Günün 24 saati boyunca uzay seyahati ile ilgili yayın yapılıyormuş. Roketteki en uzun boylu astronot kim, cam kenarına kim oturdu gibi fevkalade ilmî tafsilat verilip seyircilerin feyiz alması sağlanıyormuş. Dövizle birlikte yükselen borcu arşa dayanan vatandaş da en çok astronotların yükselen burçlarını merak etmekteymiş zaten.  

Kamyon arkası yazıları gibi, roketin arkasına yazılacak yazılar için seyircilerden gelecek en iyi yazıların seçileceği ve kazananın hediye ile ödüllendirileceği yarışmalar da düzenlenmiş.  Birinciliği, “Yaklaşma UFO’lursun, geçme pişman olursun” gibi dosta güven, UFO’lara korku veren bir sloganın sahibine vermişler.

Bu seyahat için harcanan paraya yazık değil mi, bize ne kazandırdı diye soran kişilere hain, terörist, dış mihrakların maşası demiş ve susturmuşlar.

Onlar ermiş muradına, bizler inanalım propagandanın kerametine....

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bir-feza-nasa-li_593534

Şrinkler Köyü

 

Şrinkler Köyü
Şrinkler Köyü

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel yükseklerden uçup, düze inen gönüllerin yaşadığı zaman içinde, kalbur saman içinde, eski zamanların birinde bir ülke varmış.

Varlık-yokluk muhasebesi yapıldığında; bu ülkede yaşayanların yüklüce borçları varmış, ödemek için rezervleri yokmuş. Aslında bir zamanlar rezervleri de varmış ama ne olduysa, aniden buharlaşıvermiş. Pahalı ve lüks araçlar içerisinde binbir koruma eşliğinde seyahat eden amirleri ve onların altın varaklarla süslü odaları olan sarayları varmış ama halkın bir kısmının yiyecek ekmeği yokmuş. Bir kısım safdillere göre bu itibarmış ve itibardan tasarruf edilmezmiş ama ehl-i aklın nazarında bunların itibarla alakası yokmuş. 

Uzun uzun yıllar boyunca uzun uzun ekonomistlerin yönettiği ormanlarının derinliklerinde, küçük üreticilerin yaşadığı bir köy varmış. Kimsenin önünde “mahfi” olarak “eğilmez” iktisatçılar onlara “Şrinkler” diyormuş. Çünkü enflasyonla karşılaştıkları ilk anda, ürettikleri mal ve hizmetlerin boyutunu çaktırmadan küçültür ve aynı fiyata satarlarmış. Buna da “şrinkflasyon” deniyormuş. Böylelikle, ahali eşyanın fiyatının arttığını hissetmezmiş. Hep elli liralık ürün alan millet nasıl hissetsinmiş zaten... 

Biraz uyanır gibi olan vatandaşlar çıkmaz değilmiş tabii. Eskiden bir ekmek 250 gram iken neden şimdi 200 gram oldu diye sorgulamalar başlayınca halkın sağlığını düşündükleri için azalttıklarını söylermiş Şrinkler. KoMEDYA da durur mu, hemen başlarmış çöplere atılan ve israf edilen ekmek haberleri yayınlarmış. Bir iki uzmanı ekranlara çıkarır ve fazla ekmek yemenin insan sağlığına zararlı etkilerini gözler önüne serermiş.

Rüesa takımı da Şrinkler’in bu tavrından memnunmuş çünkü şrinkleme, görünürde enflasyonu arttırmazmış. Buluttan nem, havadan zam kaptıkları anda mantar gibi bir anda çoğalırmış Şrinkler, çünkü mantar evlerde yaşarlarmış. 

Bununla kalsalar iyiymiş, bir de ürünlerin kalitesini düşürüyorlarmış. Meselâ tereyağının içine patates püresi katıyorlar, baklavalara fıstıktan daha fazla bezelye ekliyorlar, limonata yerine limon tadı veren katkı maddeli ve boyalı sıvı veriyorlarmış. Halkın dondurma diye aldığı şeyin ambalajında dondurma yazmıyormuş bile ama küçük harflerle yazdığından kimsenin dikkatini çekmiyormuş. Tüm bunların yanında, miktarı ve kalitesi düşürülmüş ürünlerin fiyatını enflasyonu bahane ederek de yükseltiyorlarmış. 

Ve sonra, korkunç enflasyon büyütücü ENAGargamel varmış, amirlere göre o kötüymüş. “Aaah, Şrinkler, bir gün sizi yakalayacağım, o gün çok pişman olacaksınız” diyormuş.

Tabii, bir de KÖTÜİK varmış. KÖTÜİK allem eder, kullem eder insanların gözlerini boyarmış. Hokus pokus, kırksekiz kırkdokuz diyerek türlü türlü numaralar çekermiş. ENAGargamel ile aynı işi yapıp nasıl farklı sonuçlar bulduğunu soranlar olunca “Bizim hesabımız doğru, ölçülen enflasyonun gerçek değerini biz buluyoruz. Bir de hissedilen enflasyon var, o farklı çıkabilir. Sıcaklık bir şey değil de, nem var nem...” diyormuş. 

Bir gün marketlere yolunuz düşerse etrafı dikkatlice dinleyin, reyonlara dikkatlice bakın. Belki ENAGargamel’in ilan ettiği enflasyon oranlarını fiyat etiketlerinden anlayabilirsiniz. Ve iyi bir tüketici olup, almak istediğiniz ürünlerin ambalajlarını güzelce okursanız, içeriğindeki maddelerin hangileri olduğu ve bu maddelerin oranları, paketlerin gramajları gibi bilgilerden yola çıkarak belki Şrinkleri bile görebilirsiniz...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/srinkler-koyu_593065

Emekli Yıl(d)ı

 

Emekli Yıl(d)ı
İbrahim Özdabak Karikatürü

Türkiye Yüzyılı’nın başladığı ilan edilen 2023 yılının Aralık ayında devlet bütçesi 842.5 milyar TL açık vermiş. Yılın tamamına baktığımızda ise bütçe açığının yekûnu tam bir trilyon 375 milyar TL olmuş. Eski parayla değil bu tutar, lütfen alıcılarınızın ayarlarıyla oynamayınız!

Bir önceki sene olan 2022’de de bütçeyi tutturamamışız. Ama 2023’deki bütçe açığının belirgin özelliği, 2022’dekinin neredeyse 10 katı kadar fazla gerçekleşmiş olması. “Bütçe” bir dil olsa ve biri bu bütçeyi hazırlayanlara “bütçe biliyor musun?” diye sorsa, “anlıyoruz fakat konuşamıyoruz” derler herhalde. “Okuyoruz ama yazmamız yok” da diyebilirler, yazdıkları bütçelerin tutmama oranlarına bakarsak.

Mehmet Hoca ile Hafize Ana Özel “Zamlıca” Lisesi’nde ekonomi dersinin başına geçtikten sonra rasyonel politikalara geçiş yapılmış ve kamuda tasarruf tedbirleri uygulanmasına karar verilmişti. Tedbirlere fazla uyulmadı belli ki. Anlaşılan, “Ye Babam” sınıfı yine bildiğini okudu. Tabii, sayıların şişmesinde mal ve hizmet fiyatlarının yükselmesi, dolayısıyla enflasyon etkisi de var.

Kayıtlı işçi sayısı azalırken ve iş yerleri kapanırken işsizlik oranlarının da düştüğü bir ülkedeyiz. Sanayide kapasite kullanım oranları ve üretimde kullanılan enerji miktarı düşerken ülke ekonomisi büyüme çizgisinden asla taviz vermeyebiliyor, maşallah, sübhanallah... Ölçülen enflasyon ile çarşı pazarda yüzümüze bir tokat gibi çarpan alım gücü düşüklüğü arasındaki ilişkiyi de aynı şekilde düşünebiliriz. Fiyatlar arşa doğru yükselirken enflasyonun düşmesi veya düşük çıkması da normal bu hesaplarla.

Önemli olan isimlendirme zaten. Enflasyon yok ama hayat pahalılığı ile mücadele halindeyiz dediğiniz zaman iş değişiyor. Fiyat artışlarından bahsederken “zam” demek çok itici ve korkutucu. Onun yerine güncelleme, ayarlama veyahut da kalibrasyon tabirlerini kullandığınızda herkes usulca kabullenir. Vatandaşımız kira ödeyemeyecek hale gelebilir, pazara çıkmaya parası yetmeyebilir ve bu durumları  sineye çekip sesini çıkarmayabilir. Ekonomik kriz var dendiğinde ise şalteri atar ve kabullenemez. Merhum Müslüm Gürses bir filminde “Kavga etmeye, adam öldürmeye hazırım ama cinayet işleyemem” gibi bir cümle kuruyordu, aynı mantıkla.  

Vaktiyle, köyün birinde, lakabı “öküz” olan bir adam varmış. Hanımı, bir gün dayanamamış ve bu lakabını ne yapıp edip değiştirmesi gerektiğini söylemiş. Arkadaşlarını toplayan “öküz” bu isteği onlara aktarmış. Onlar da mükellef bir sofra istemişler. Arkadaş çevresini toplayıp şehirde güzel bir lokantaya götürmüş, yedirmiş içirmiş. Yemek faslından memnun kalan arkadaşları lakabını değiştirmeye karar vermişler.

Adam koşarak eve gitmiş ve hanımına müjdeyi vermiş: “Arkadaşlarım artık benim lakabımı değiştirdiler. Bundan sonra bana Tosun diyecekler” demiş. Karısı da “Ah, benim öküz kocam... İki yıl sonra o tosun gene öküz olacak, boşuna sevinme” diye cevap vermiş.

2024 başı itibarıyla SGK ve BAĞ-KUR emeklilerinin maaşlarına yapılan zam, memur emeklilerinkinden yaklaşık 12 puan aşağıda olmuştu. Yükselen tepkiler üzerine emeklilere bir yüzde beş daha zam yapılacağı müjdesi verildi ve 2024 yılının “Emekliler yılı” olacağı duyuruldu.

Gerçek değeri ne kadar yansıttığı herkesin malumu olan enflasyon oranından bile daha düşük seviyede yansıtılacak zamlar emeklilere kaç ay için derman olur, bilemiyoruz. Daha zamlı maaşlar ceplere girmeden fiyatlar aldı başını gidiyor, doları tutmak ise mümkün görünmüyor. Emekli yılı yerine “emekli yıldı” desek daha doğru olur herhalde...

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/emekli-yil-d-i_592783

Ekran Zorbalığı

 

Ekran Zorbalığı
Ekran Zorbalığı

Ortalık şiddet haberinden geçilmiyor. Kiracı-ev sahibi arasında çıkan çatışmalar, boşanma aşamasına gelince karısını öldüren adamlar gazete ve televizyon haberlerinden eksik olmuyor. Trafikte yaşanan yol verme kavgalarını canlı olarak takip edebilirsiniz, herhangi bir bültene değil sokağa bakmanız yeterli. Alacak verecek davası sebebiyle sokaklara taşan çatışmalar bile alelade kabul ediliyor artık.

Bu tarz haberleri duyunca üzülüyor ve genellikle böyle olayların cehalet sebebiyle gerçekleştiğine kanaat getiriyoruz. Geçtiğimiz hafta içinde duyduğumuz iki enteresan haber vardı: Birinde kelime-i tevhid bayrağı taşıyan bir vatandaş yumruk yedi ve yüzü gözü kan içinde kaldı. Diğerinde ise Koç Üniversitesi yurdunda, iddialara göre “alt ırka” mensup olduğu öne sürülen bir öğrenci, oda arkadaşları tarafından işkence gördü ve darp edildi. Tam olarak ne olup bittiğini bilmiyoruz, adli mercilere intikal eden olayların ayrıntılarını muhtemelen mahkeme süreci sonrası öğrenebileceğiz.

İki olayda da aktörler, Türkiye’de en yüksek puanlara sahip üniversitelerde ve bölümlerde okuyorlar. Yani, salt cehalet ile olayı izah etmek çok doğru olmayabilir. Evet, yüksek tahsil kazanmak ve okuyabilmek için belli bir bilgi ve zekâ seviyesi gerekiyor olabilir. Lakin, ırkçılık ve tarafgirlik gibi cahiliye devrinden kalma duygular, kültür ve tahsil seviyesi ne olursa olsun insanları iptidaî ve cahilce davranışlar sergilemeye yöneltebilir. 

Gençler bu hale nasıl geliyor?

Telefon, tablet veya bilgisayar fark etmiyor, maalesef bütün ekranlar şiddet görüntüleriyle dolu. Çocukların oynadığı öyle oyunlar var ki, el bombasından otomatik silaha, tabancadan rokete, kullanmadıkları silah yok. Veli toplantısı için gittiğimiz okulda öğretmenler çocukların birbirlerine karşı düşmanca denebilecek kadar kötü davrandıklarından yakınmıştı. Şiddet içerikli oyunlarda gasp, hırsızlık ve hile gibi ahlak bozacak öge olarak ne ararsanız var. Çevrimiçi oynanan oyunlarda oyuncular avatar ve takma isimler kullandıkları için, yüz yüze iken yapmaya çekinecekleri davranışları rahatça birbirlerine karşı sergileyebiliyorlar. Uzun süreler boyunca bunlara maruz kalan çocukların gerçek hayatta da davranış kalıpları bozuluyor. 

Televizyon derseniz, gündüz programları, Palu ailesi gibi hangi ferdinin hangi ferdine ne kötülük yaptığını anlamak için emniyetin cinayet bürosu gibi çalışma gerektiren çarpık örneklerle dolu. Gelinini kesen kayınpeder, eniştesini vuran kayınço gibi üçüncü sayfa haberleri gırla gidiyor. Diziler derseniz, mafya dizilerinde her bölüm bir kamyon dolusu adam ölüyor. Onları geçtim, mafya temasının işlenmediği yapımlarda sürekli birbirine bağıran tipler var. Aşırı zenginlik ve lüks içinde yaşayan insanlar birbirlerinin kuyusunu kazmakla meşgul. Haberleri açıp bakalım diyenler de siyasetçilerin asık suratları ile karşılaşıyor. Kahvehane köşesinde söylese dayak yiyeceği sözleri siyasi hasımlarına hitaben televizyon ekranlarından söyleyip 85 milyona duyuruyorlar. Siyasetçilerin dili nefret dolu. 12 yaşındaki çocukları bile milletin karşısına çıkarıp birilerine hakaret ettirebiliyorlar. Rahmetli Demirel zamanının o incelikli, muzip, hiciv dolu göndermeleri siyaset sahnesinde yer almıyor artık. Hayır, yapan olsa, mevzuyu anlayacak siyasetçi yok piyasada. 

Kısaca, analog veya dijital bütün ekranları sıkarsanız çamur, çirkef, nefret, saygısızlık, hoşgörüsüzlük ve şiddet damlayacak. Tam da en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanda, ortaokul ve liselerde saygı, nezaket ve görgü kurallarının anlatılacağı “Adab-ı muaşeret” derslerinin müfredata eklendiği haberini aldık. İnşallah bu ders, hakkı verilerek işlenir de, gençlerimiz “ekran zorbalığı”ndan kurtulur...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ekran-zorbaligi_592540

Öne Çıkan Yayın

Gözlükler

  İbrahim Özdabak Karikatürü   “Artık önümüzü göremiyoruz” sözünü ilk duyduğunuzda aklınıza: “Tabii canım, nasıl adım atacağımızı şaşırdık...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: