Bu Blogda Ara

Arşiv

Fay Club (Fay Kulübü)

Fay Club(Fay Kulübü)

 

Fay Club’a hoş geldiniz. Fay Club’ın ilk kuralı, Fay Club’dan hiç söz etmemektir. Farkındayım, size kulübü anlatmakla ilk kuralı ben bozuyorum ama ben anlatmasam, başkaları anlatmasa nasıl büyüyecek bu kulüp? Siz yine de kimseye bu kulüpten bahsetmeyin, aramızda kalsın.

Merak edenler için söyleyeyim: Meşhur yönetmen David Fincher’in Fight Club/Dövüş Kulübü isimli filminden ilham aldık.

Söylediklerimizin tersini yaptığımızı görürseniz şaşırmayın. Baştan söyleyelim, bizim birden fazla kişiliğimiz var. Mukteza-yı hale göre farklı kişiliklerimizi bürünüyorum veya bürünüyoruz mu demeliydim, bilemiyoruz.

Fay Kulübü bir dövüş kulübüdür. Her daim kavga halindeyiz. Dışarıdan bize bakan, kendi kendimize yumruklar salladığımızı görebilir. Önemli olan benim büyük resmi ve o resimdeki düşmanları görmemiz. Önceliğimiz ve en kullanışlı olanlar dış düşmanlar. Tam olarak kim olduklarını ve ne yaptıklarını söylememize gerek yok. Gizemli bir düşman daima ilgi çekicidir. Müphem bıraktığımız her noktayı, sizler zihninizde tamamlarsınız. Sahip oldukları güçleri ve nereden saldıracakları her hikayemizde değişkenlik gösterebilir. Zafer hikayesi anlatacaksak düşmanın heybet katsayısını yükseltiriz ki ne kadar büyük bir düşmanı alt ettiğimiz anlaşılsın. Bazen de kiminle dövüştüğümüz değil, salladığımız yumruklardır sadece önemli olan.

Fayda gördüğümüz sürece, her türlü fayda meydana gelen hareketlenmeleri destekleriz. Din, dil, mezhep gibi her türlü ayrılıklar makbuldür. Toplumsal faylar derinleştikçe, seyircilerimizin kenetlenmesi artıyor. Hiçbir şey bulamazsak, kendi aramızdaki görüş ayrılıklarını birer kavga sebebi ilan ederiz. Ne demişler, insan sevdiğini öldürürmüş. Bizi öldüren de hep sevdiklerimiz oldu. Asıl büyük savaşımız kendi ruhlarımızla. Bizi bizden başka kimse durduramaz, kendi kendimize uyguladığımız fren mekanizmasına “bizofreni” diyoruz.

Hiç uyumuyoruz ve aslında hiçbir zaman da uyanık kalamıyoruz. Uykusuzken gerçekler ve hayaller birbirine karışır. Kafamızın içindeki sesler yankı yapa yapa kendini tekrar eder ve daha güçlü bir şekilde zihnimize kazınır. Kendi sesimizden başka bir şeyi duymaz oluruz.

Bir kişiliğimiz saftır; dava der, yaptığımız her şeyde bir hikmet arar. Olan bitenin büyüsüne kaptırır kendini. Kanmaya teşnedir, bizim onu kandırmamıza gerek yoktur. Bizim bile aklımıza gelmeyen teviller uydurur.

Diğer bir kişiliğimiz adeta bir kimyagerdir. Durmadan yağ toplar, o yağları sabun yapmakta kullanır. İşleri köpürtmek için sabundan iyisi yoktur. Yağcılarımız boldur, hammadde sıkıntısı çekmeyiz. Etrafındaki her şeyi dönüştürmek için yakıp yıkması gerekiyor. Ona göre dövüşmek, dönüşmek için gereklidir. O sabunlar sadece köpükleri için yapılmıyor tabi, patlayıcı yapımında da kullanılabiliyor. Barış mahallesi, Sevgi Sokağı, Huzur apartmanı... “Yaparsa bunlar yapar” dedirten sosyal patlamalar hep bu yağcıların sabunları ile oldu. 

Fay Kulübünde kimsenin adı yoktur. Üyeler, kapıdan girerken kimlikleri ile birlikte isimlerini de teslim ederler. Büyük bir üye ordumuz vardır. Şu sıralar Kıyamet Projesi adını verdikleri bir işle uğraşıyorlar. Bütün kurumlara sızdılar ve ele geçirdiler. Liyakate bakmaksızın adamlarımız her yerde çoğalıyor. “İş ehline verilmeyince kıyameti bekle” manasındaki hadis-i şerife uyduğu için adını Kıyamet Projesi koymuşlar.

Kıyamet demişken, küçük bir kıyamete benzeyen depremlerde, günah keçisi arayışlarında ilk olarak insanların aklına müteahhitler gelir. Müteahhitler hem para kaynağımızdır, hem de konuşursa bizi de yakabilir. Mahalli idareler de, düşman addedilmek için bir süre idare eder. Onların çoğu bizim adamımız. Onlar da merkezi idareye ve mahkemelere topu atabilir. Merkezi idare, deprem gibi hadiselerin kaçınılmaz olduğuna hükmedebilir. Velhasıl, işin kolayı, kestirmeden giderek fay hattını suçlamaktır. Fay Kulübü olmak bunu gerektirir...

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/fay-club-fay-kulubu_579799

 

Restorantiye

 

Restorantiye


Masal masal içinde, mesel masal içinde. Zamanların eskisinde, muhitlerin güzelinde, sayısı çok, görkemli masalar varmış bir retoranın içinde...

Alışveriş yapma, yemek hazırlama, bulaşık yıkama, temizlik yapma ve yemek servis hizmetlerini  yerine getirme gibi görevleri ifa etmek üzere seçilen zümre, işe restoranın duvarlarındaki yağlıboya tabloları ve vazolar gibi sanat eserlerini satmakla başlamış. Restoranın orta yerinde bulunan süs havuzu ve büyük mutfak tezgahı gibi demirbaşlar da satışlardan nasibini almış.

Satış işlemleri için kafilelerin biri giderken öteki geliyor, pazarlık atışmaları ve kahkahalar restoranı çınlatıyormuş. Bu arada, Şefgiller Zümresi’nin elinden yemekler düşmüyormuş. Adamlar durmadan yiyorlar ve etraflarında dolaşan yardakçılarını da bu imkanlardan mahrum etmiyorlarmış. Olan biteni gıpta ile seyreyleyen ahali “adamlar yiyor ama çalışıyor” diyormuş.

Ortaya daha çok masa atabilmek için restoranda buldukları bütün boşlukları değerlendiriyorlarmış. İyice daralan koridorlarda yürümek zorlaşmış. Taşıyıcı kolon olup olmadığına bakmaksızın, gözlerine kestirdikleri kolonları fiilen de kestirip yeni alanlar açmışlar. Restoranda rantiye alanlarını artırmak işin her köşeye adeta bir şantiye kurmuşlar. Restoranın adı oluvermiş Restorantiye...

Şef için, yanarlı dönerli ışıkları olan, kristallerle ve altın varaklarla donatılmış bir köşe yapmışlar. Bu köşe için yapılan masrafı çok bulanlarla dalga geçiyorlar “Bu köşe şefin değil ki, hepimizin” diyorlarmış. Yaz köşesi yetmemiş, benzer ihtişama sahip bir kış köşesi ve ortaya dev bir su şişesi de yaptırmışlar. Kendilerinin köşesi olduğunu zanneden halk, bu köşelere güvenlik tedbiri gerekçesiyle yaklaştırılmasa da uzaktan bakıp bakıp mutlu olurmuş.

En havadar ve manzarası güzel olan köşelerde özel localar yaptırmışlar. Masaların etrafında süslü kemerleri, yukarıdan aşağıya inen ışıl ışıl avizeleri ile göz kamaştıran bu localar için kasadan para çıkmadığını, girişimcilerin bu masrafları üstlendiğini iddia ediyorlarmış. Gelgelelim, o localarda oturma ücreti çok yüksekmiş, bu yüzden genellikle boş kalırmış masaları. Kimse gidip oturmasa bile, loca sahiplerine yüklü miktarlarda kira ödeniyormuş ve yıllarca bu ödeme katlanarak devam edecekmiş.

Şefgiller, ne yapsa tersini söylüyor ve ne söylese tersini yapıyormuş. İnsanlara, denize nazır batı tarafında terasta oturup boyoz yeme vaadi vermişler ama Restorantiye halkını beyaz torosları geri getirmekle tehdit ediyorlarmış. Herkes oturduğu yerde otursun ve haddini bilsinmiş. Yemeği ucuzlatma parolasıyla yola çıkmışlar ama garsonlara yemek fiyatının kat kat fazlasını bahşiş olarak vermeden yemek mümkün olmuyormuş.

Restorantiye’nin bakımı, yangın ve sel gibi afetlerden korunmak için kasada ayrılan parayı koridorlara yolluk döşemek için kullanmışlar. Bu yolluklar yere yapıştırıldığı için, yangın zamanında onları söndürmek için kullanmak imkansızmış. Üstelik bu yolluklarda naylon dokuma kullanıldığından, yangın zamanında kolay tutuşup söndürme faaliyetlerini sekteye uğratma riskleri de varmış.

Günün birinde, elektrik hatlarının yerde, açıktan geçtiği bir bölümde, kabloların birbiriyle teması sonucu kısa devre olmuş ve büyük bir yangın çıkmış. Masalar tutuşmuş, insanlar dumanlar altında kalmış. Yangın söndürmek için eline geçirdiği bardak-sürahiyi kapan, arabasında kullandığı yangın tüpünü kucaklayıp yangına müdahale etmeye çalışanları Şefgiller durdurmuş. Şefin talimatı olmadan kimseyi olay yerine sokmuyorlarmış. Dediklerine göre, yangın söndürme bahanesi ile koşturan insanlar, Restorantiye yönetimini aciz göstermek için bunu yapan hainlermiş.

Başka restoranlardan gelen tüplerin üzerine Restorantiye’nin amblemindeki R harfini basmak için tüpleri hemen devreye sokmamışlar. Acil durumlara müdahale ekibi, ellerinde bulunan yangın tüplerini, söndürmek için kullanmak yerine, yardıma gitmek isteyen gönüllülere fahiş fiyattan satmış ve bu işle övünüyormuş.

Kasada para bittiğinden, yemek yapmak için malzeme alamıyorlarmış. Dış restoranlardan yüklü paralarla sipariş geçip, durmadan borç hesabına yazdırıyorlarmış. Siparişi getiren garsonların giydiği “eSWAP”, yemeklerin başka bir restorandan taşındığının göstergesiymiş. Tatlı tatlı yemenin acı acı faturası ileride çıkacakmış ama o güne Allah Kerim’miş.

İşlerin böyle yürümemesi gerektiğini anlayan insanlar, altın masa etrafında birleşmişler. Kendi aralarındaki husumet ve anlaşmazlıkları bir kenara bırakıp Restorantiye’yi kurtarmak için beraber çalışmışlar. Aynı anda, farklı kurumlardan 14 “mayış” birden alıp ona güvenen zümreye 14 mayış tokadı vurup “Yeter, söz milletindir!” demişler. Onlar ermiş muradına...

Link: 

Altılı Masa ve Atlı Hikâye

 

Altılı Masa ve Atlı Hikaye
İbrahim Özdabak Karikatürü

Aday belirleme çalışmaları sırasında Millet İttifakı içerisinde çıkan bir ihtilafı, kimileri ellerini oğuşturarak sevinçle karşıladı, kimi olduça üzüldü ve kızdı. Kısa bir süre içerisinde süslü ve edebi beylik lafları edildi, “Ben biliyordum böyle olacağını” tavırlarıyla konuşanlar oldu. Küsmeler, afralar-tafralar, müzakereler derken, barışma ve bütünleşme tekrar sağlandı. Ülkedeki bütün kesimlere türlü türlü duygular yaşattı bu olanlar.

Altılı masa da denilen Kıratlı masanın yaşadığı gelişmeler, yaklaşık 2600 yıl önce yaşamış olan Çinli filozof Lao Tzu’ya atfedilen atlı güzel bir hikâyeyi hatırlattı:

Köyün birinde yaşlı ve fakir bir adam yaşarmış. Bu adamın, kralların bile kıskandığı güzellikte bir beyaz atı varmış. Birçok defa kral, bu at için ihtiyara çok yüklü paralar teklif etmesine rağmen adam satmaya yanaşmamış. “Bu at, sadece bir at değil benim dostum. İnsan dostunu satar mı?” dermiş hep.

Derken köyde bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü, ihtiyarın başına toplanmış. “Seni ihtiyar bunak! Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Bu fakirlikte böyle değerli bir şeyi nasıl koruyabilirsin? Krala satsaydın, istediğin kadar paran olurdu ve ömrünün sonuna kadar rahat yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler.

İhtiyar “Bir karara varmak için acele etmeyin” demiş. Sadece ‘At kayıp’ deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”

Köylüler ihtiyar adama kahkahalarla gülmüşler.

Aradan çok geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, kendi başına dağlara gitmiş. Dönerken de, vadideki bir düzine yabani atı peşine takıp getirmiş.

Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değilmiş, şimdi bir sürü atın oldu; adeta başına devlet kuşu kondu” demişler.

“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin ama yargılamayın! Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Hayat bir kitap gibidir. Bir kitabın ilk cümlesinin ilk kelimesini okur okumaz o kitabı nasıl anlayabilir, tamamı hakkında yargıya varıp fikir yürütebilirsiniz?”

Köylüler bu defa ihtiyarla açıktan dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu herif sahiden gerzek!” diye geçirmişler.

Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatağa hapsolmuş.

“Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın”

İhtiyar “Siz yargılama hastalığına tutulmuşsunuz, hep erken karar veriyorsunuz” diye cevap vermiş. “O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin yargınız ve yorumunuz. Ama acaba ne kadar doğru! Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez. Fakat siz her şey yaşanmış gibi sonuç çıkarıyorsunuz!”

Derken birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile ülkeye saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş.

Köylüler ihtiyara gelmişler “Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.”

“Siz erken karar vermekten kurtulamıyorsunuz. Daima yargılıyor ve sonuç çıkarıyorsunuz” demiş, ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimse bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu Allah bilir.”

 Link:

Hasb-i (O)HAL

 

Hasb-i (O)HAL



Hayalî bir hasb-i hâl:

Deprem afeti ile ilgili çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Her şey çok muntazam işledi. Ekipler canla başla çalıştı. Her yere yetiştik. Yardımlar, çadırlar yağmur gibi yağdı. Sadece insanları değil, kedi ve köpekleri bile kurtardık helikopterle, dronla... Başka hükümet kalkamazdı bu işin altından. Biz var ya, nasıl çalıştık...

Açıklananın 4-5 katı kadar kayıp olduğu söyleniyor, en az 250 bin diyenler var. Bu nasıl oldu peki?

-Kurtardıklarımızı neden saymıyorsunuz? Biz olmasak onlar da kurtulamayabilirdi. Bölgenin coğrafyası malum, kış mevsimini ve gecenin karanlığını ekleyin, üstüne, bizi aciz göstermek isteyen hainler oldu! Kış güçler, dış güçler ve iç güçler... İçler-dışlar çarpımı yaparsanız tahribatın büyüklüğünü anlarsınız.

Dış güçler diyorsunuz ama yabancı pek çok ülkeden destek ekipleri ve maddi yardımlar geldi... Hani ölmemizi istiyordu hepsi?

-Bakın bakalım sahalara, çadırların üzerinde kimin logosu var?

Gelen çadırların üzerine kendi logonuzu bastırdığınız iddiası...

-Yardım gönderen herkese teşekkür ettik. Çoğu, kısa bir süre çalışıp hemen gitti.

Ekip ve ekipmanlar bekletilmese çok daha fazla insan kurtarılamaz mıydı?

-Kaderin bir planı vardır. O plan dahilinde ölmüş olanlar Mars’a da gitseydi yine ölecekti. Buna çare yok. Hem siz merak etmeyin, ölenlerin sayısı dediğiniz kadar çok değil

Kurtulanları siz kurtardınız, övgüler size gelsin ama ölenleri kader aldı, öyle mi? Sorumluluktan kaçmak için ilginç bir fikir. Sizin hiç kabahatiniz yok mu?

-Aksaklıklar oldu tabii ama bizimle ilgili olmayan sebeplerden, şanssızlık işte. Helâllik istedik ya, daha ne yapalım...

Ne gibi bir şanssızlık oldu?

-Bir kere şiddeti çok büyüktü. Bakmayın 7.8 diye ölçüldüğüne, asrın felaketi en az 11 şiddetindeydi. 500 atom bombası patlamış gibi enerji çıkmış. Biz yıllardır hazırlanıyorduk depreme, personel sayısı artırıldı, tatbikatlar, eğitimler falan ne gerekiyorsa yapıldı. Ama İstanbul’da bekliyorduk depremi, Kahramanmaraş’a gelerek hazırlıksız yakaladı bizi.

Şunun gibi oldu: “Yazılı sınava çalışmıştık ama hoca sözlü yaptı” İyi de, derse çalışan biri her türlü sınava hazır olmaz mı?

-Şöyle düşünün; yazılıda iyiyiz, destan yazmasını biliriz, bu bizim işimiz. Ama kendimizi anlatmayı beceremiyoruz. O yüzden sözlü sınavda çakıldık.

Bu itirafınıza binaen haklarını helâl eden oldu mu?

-Olmuştur. Doğrudan söyleyen az oldu ama büyük çoğunluk sustu. Biliyorsunuz, sükût ikrardan gelir. Buna “hasb-i helâl” diyebiliriz, yani helâl ettiler diye hesaplayabiliriz. Etmeyen olsa duyardık, değil mi?

Aman efendim, aleyhinize bir kelime konuşabilmek mümkün mü? Şikayet edeceği anlaşılan vatandaşa mikrofonlar kapanıyor, insanların seslerini duyurabildiği siteler yasaklanıyor. Bu arada, insanların ayağında prangalar da görüyoruz, siz mi taktınız?

-Pranga değil o, halhal... Süs için taktık, adı da “O-HAL”hal. Halhal, mide ve ayakların düzgün çalışması için takılır. Milletin malını yemek isteyen ayak takımını O-HALhal ile dizginliyoruz. Kimse milletimizin malını çalamaz!

Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

-Eyyy deprem! Sen büyük bir afetsin, Allah seni başımızdan def etsin! Önce Rabbim, sonra milletim bizi affetsin... 

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/hasb-i-o-hal_578785

Öne Çıkan Yayın

Gözlükler

  İbrahim Özdabak Karikatürü   “Artık önümüzü göremiyoruz” sözünü ilk duyduğunuzda aklınıza: “Tabii canım, nasıl adım atacağımızı şaşırdık...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: