Bu Blogda Ara

Arşiv

AKlaattin’in Sinirli Ampülündeki Çin

 


Çin’in Uygur Türklerine uyguladığı zulümlere dünyanın pek çok yerinden tepkiler yağıyor. Aralarında Türkiye ve müslüman ülkelerin olmadığı, büyüklü küçüklü birçok devlet Çin’i protesto ediyor ve dünyaca ünlü markalardan bazıları Çin’le olan ticari ilişkilerini sınırlandırıyor, bazısı da Çin gibi büyük bir pazardaki müşterileri kaybetme pahasına da olsa baskıcı Çin politikalarını kınıyor.

Amazon, Nike, Adidas, New Balance ve H&M gibi markalar, pamuk tarlaları ve fabrikalarında zorla işçi çalıştırılan Uygur bölgesi pamuklarını ürünlerinde kullanmayacaklarını bildirdi.

Batılı ülke ve firmaların ideolojik farklılık veya ticari rekabet saikiyle hareket ettiklerini iddia edebilir, samiyetlerini sorgulayabilirsiniz. “Zaten ‘pamuk ipliği’ gibi zayıf bir bağ var arada, onu da koparsalar ne olur ki?” diyebilirsiniz. 2 milyara yakın nüfusu ile ciddi bir tüketim potansiyelini kullanamamak, ucuz hammadde veya işçilikten mahrum kalmak gibi bir maliyeti var bu tavırların. Çinli’lerin eli de armut toplamıyor ne de olsa, onlar da karşı boykotla cevap veriyorlar.

Zulme uğrayanların dindaşı ve soydaşı Türkiye ise ne yaptı? Çin Dışışleri Bakanı’nın Türkiye’yi ziyareti sonrasında Çin resmi gazetesine göre “Sincan ile ilgili sorunların özünün terörizm ve ayrılıkçılıkla mücadele olduğunu vurguladı...” Üstüne, ziyaretin hemen ertesinde Ziraat Bankası’nın Çin’den kredi aldığı haberi geldi. “Bugün para alan yarın da emir alır” gibi bir söz vardı ama kim söylemişti acaba... Adeta Çin tarafı Türkiye’ye şöyle bir şarkı söylüyor:

“Kapat gözlerini, halkın bilmesin

Hazır senin için, dolar yeşil yeşil

Sözlerin ülkeme zarar vermesin

Hazır senin için, dolar yeşil yeşil...”

Tabii, bizimkiler de durur mu, şöyle cevap verirler muhtemelen:

“Gülünce gözlerinin içi gülüyor
Krediyi senden başkasından alamıyorum
Bilmem Uygur Türkleri neler söylüyor
Cesaretim yok ki, soramıyorum”

H&M’in (eyç-en-em diye okunur) yaptığını yapamayanlar, ‘Ey Çin’im...’ diyerek oradan medet umuyorlar. AKlaattin’in sinirli ampülü içinden Çin çıktı, iyi mi? Bu Çin artık üç direk hakkı mı verir, üç kazık fırsatı mı sunar bilemem. Havalimanları, gümrükler, gemi liman işletmeleri gibi stratejik noktalarda ortaklıklar ve işletim hakkı isteyebilir. Elimizi verip, kolumuzu kaptırmayalım sonra.

O sinirli ampül ki, sağa sola “eyyyy...” diye çıkışmasıyla meşhurdur, yakında “Eyyyyç en em! Sen kimsin ya!?” derse hiç şaşırmayacağız. Neden derseniz, Çin Büyükelçiliği önünde eylem yapmak isteyen bir grup Uygur Türkü, Ankara Valiliği’nden destek beklemişler. Destek nasıl gelmiş biliyor musunuz? Kaldıkları binanın önüne gelen polisler sokağı kapatarak dışarı çıkmalarını engellemiş. Gerekçe olarak güvenlik gösterilmiş ama yerseniz...

Yine, Çinli bakan Türkiye’de iken, onu protesto etmek isteyen ve insanları eylemine destek vermeye davet eden Doğu Türkistan Milli Meclis Başkanı Seyit Tümtürk enteresan bir şekilde durduruldu. Nasıl durdurulduğunu attığı tweetle şöyle ifade etti: “Hiçbir temaslı kişi ile irtibatım olmamasına rağmen, Çin Dışişleri Bakanı’nı Ankara’da protesto davetim sonrası, dün akşam itibariyle Hes kodum riskli olarak belirtildi. Şu an gayet sağlıklıyım. Fakat evde gözetim altındayım. Acaba Çin D.işl. bakanı Wang Yi giderse kodum düzelir mi?”

Doğrusunu isterseniz, korona öncesi dönemde HES denince aklımıza barajlar ve ırmağımızın akışını kesen setler gelirdi. Şimdi de insan akımının önüne set olarak HES kodlarını kullanıyorlar, inşaat kafası etkisi olmalı. Kimini kolluk gücü ile, kimini de kod’luk gücü ile durduracaklar artık demek ki... 
 

Şiir Hastaneleri

 

Evinde, televizyon karşısında oturmuş bir çocuk düşünün: Karşısında, haberlere çıkan çocuklar ellerinde virüsler, birbirleriyle şakalaşıyorlar, virüslerini bulaştırıyorlar, virüslerine mutasyon geçirtiyorlar, İngiltere, Güney Afrika, Brezilya ve Danimarka gibi varyantlarını çıkarıyorlar, aşılarını birbirlerine ikram ediyorlar...

O çocuk aklından geçiriyor: “bizim de yerli ve milli bir varyantımız olsa” diyor, “aşı bizde niye yok?!” diyor! “Gelecek, geldi...” derken kaybolan aşılardan bahsedenleri duyuyor ve hemen şarkıya başlıyor:

“Şimdi bana, kaybolan aşıları verseler

Şimdi bana, kanımda antikor vaat etseler
Şimdi bana, ‘ikinci dozu ister misin?’ deseler,
Tek bir doz bile istemeye hakkım yok...”

Çocuğun aklına takılan sorular geçen hafta itibarıyla cevabını buldu gibi. İl ve ilçe kongrelerinde lebaleb dolma sınırlarını zorlayan AKP, genel kongresini de aynı şekilde yaptı. “Kar virüsü öldürür, bir şey olmaz” dediler. Virüsün adı korona, kalabalıklar kâr ona. İki kışı devirdi, ne yapabildi kar ona? Her ilden otobüsler dolusu insan gelmiş, maske-mesafe dinlemeden otobüslerde halay çekilmiş, gelenler salona sığmamış, dışarılara taşmış. Bir de üstüne yatay çekim yapılıp kalabalık artırılmış mı? Bu da mı gol değil? Yeni bir varyant çıkarmak için daha ne yapılsın? Buradan yeni bir virüs varyantı çıkarsa, adını Askıda Korona Partisi (AKP) koyalım derim. Emeği geçenlere saygı duymak lazım, değil mi? Kampanya olarak duyurusunu da yaparız, böylece virüse ihtiyacı olan herkes gönül rahatlığıyla askıdan alabilir.

“Aşı bizde niye yok” sorusuna her gün farklı bir makamdan farklı bir cevap veriledursun, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, bir gün gecikme ile kutladığı dünya şiir günü vesilesiyle  "Her türlü virüse karşı şiir bünyeyi güçlendirir, unutmayalım" diye bir mesaj yayınladı. Demek ki neymiş, virüs kapıp hastalanan kişilere şiir, vefat edenlere de aşir okuduk mu tamamdır!

Peki, her şiir her bünyeye iyi gelir mi? Biliyorsunuz, okuyanı hapse attıran şiirler de var, Allah muhafaza! Kişinin durumuna ve hastalığına göre, hangi şiirin hangi tonda okunması gerektiğini belirlemek bir uzmanlık işidir. Bu sebeple, ülkenin dört bir yanında behemahal Şiir Hastaneleri kurmak icap etmektedir. Şiir Hastaneleri, en az 5000 divanlı olmalıdır. Zamanın ruhuna ve Cumhur İttifakı anlayışına uygun olarak Kemalettin Kamu-İsmet Özel işbirliği ile inşa edilmelidir. İnşaatlarına bir servet-i fünun harcanabilir, neticede vezinden tasarruf edilmemelidir. Devlet tarafından mısra garantisi verilmeli ve ayrılıklar da sevdaya dahil edilmelidir.

Akla gelen her "tedayi" yöntemi kullanılmalıdır: ekmek bulamayana pastoral şiir, aşı isteyene iğneli sözlerle damardan bir hiciv verilmelidir. Bazı hastalıklarla mücadele ancak hariçten gazel okumak suretiyle yapılabilir. Baktın hastalık pik yapıyor, hemen epik şiir tedavisine geçilmeli, ikinci dalga geldiğinde de ikinci yeni akımı başlatılmalıdır. Şiirlerde gece ölçüsü kullanılabilir. İlle de aruz vezni kullanılacaksa “mesafelûn, mesafelûn, mefilyasyon, maskelûn” kalıbı tercih edilmelidir.

Hastanede çalışan hanım görevlilere hemşiire, erkeklere de hemşiir denilecektir. Çalışanlar, meta’four olarak “tek şiir, tek kıta, tek kafiye, tek vezin” rabiasını okuyarak işlerine başlayacak ve tedavi süresince  seslerinin “betone” olmasına özen göstereceklerdir. Tema’ografi bölümü teşhis ve intak için kullanılacaktır. Diyelim, inşaat-atak geçiren bir hastada “kâr ona” virüsü teşhis edildi, hemen kendisine “rantların ölümü” şiiri okunmalıdır.

Okunan her duygulu şiirde gözler muhakkak dolar, o yüzden şiir hastanelerinde de fiyatlandırma dolar üzerinden yapılacaktır. Ha, unutmadan; ihale sadece “beş İhaleciler” ve “yedi yedi doymadı meşaleciler” gruplarına verilecektir, başka kimse heveslenmesin...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/siir-hastaneleri_539612

Tekerleme şekerleme...

İ. Bülent Çelik'in Gazete Pencere'de yayınlanan karükatürü


Komşu komşu!

Hu hu!

 

Damat geldi mi?

Bilmem, geldiği söylentileri dolaşıyor ortada ama daha bir iz yok. Gittiğini de çok sonra duymuştuk zaten, geldiğini ne zaman görürüz, Allah bilir!

 

Ne getirdi?

Vallahi, zamanında durmadan mavi boncuk dağıtırdı. Müjdeler verdi, çokomeller vaat etti. Bir sürü paketler dizdi.

 

Kime kime?

 

Sana bana değil. Sıcak para için yabancılara. Şöyle iyiyiz, böyle uçuyoruz dedi, rakamları ayarlamaya çalıştı. Baktı ki, ne yapsa olmuyor, “dünya” dedi, “dolar boşalır bir handır” dedi. “Dolara bakmayın” dedi. Rekabetçi kur’uyoruz oyunu dedi. Ama olan rezervlere oldu, onlar da düştü kura-kara deliğe, kayboldu.

Kara delik nerede?

Ekonomide... Telekom, Petkim, liman işletmeleri, demir çelik fabrikaları, şeker fabrikaları, madenler... Adı ve türü hatıra gelmeyen daha bir sürü işletme, bina, ne varsa satıldı. Yabancı yatırımcıların dikkatineydi, Over-kur makinesi ayaklarına gelmişti. Rezervler beş dakikada teslim edildi. Parasını kurtaran kaçtı. Sonuç? 500 milyar dolara dayanan dış borç, ihtiyat akçesine kadar harcanmış hazine ve bomboş döviz rezervi... Kara delik ekonomide ama biz uzay hedefine kitlendik. Önce yerli araba dediler, sonra uzay dediler, şimdi de uçan taksileri 10 sene içinde görürüz diyorlar. Uçan taksiyi ne zaman görebiliriz bilmem ama o taksilerin masrafı da semaya bakar, çünkü uçan taksi çok benzin yakar. Uçmayan şey kaldı mı, faizler fırladı, fiyatlar astronomik, işsizlik zirvede. Tencere kaynamıyor, esnaf koltuk yakıyor. Ekmek bulamadığı hususunu abarttığı düşünülenlere şimdilik pasta değilse bile, çay tavsiye ediliyor. Dostlarının da yavaş yavaş tepkisini çekiyor ve gün geçtikç eski dostları ile arasına kara kedi giriyor.

Kara kedi nerede?

Ağaca çıktı.

Ağaç nerede?

Balta kesti. Eskiden hep dutluk olan yerler imara açıldı. Gidişli gelişli yollar yapıldı. Maden arayan şirketlere verildi. Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmamasıyla meşhur Cengiz Han’dan ilham alan şirketler, baltalarını çıkarıp yeşil üstünde yaş bırakmadılar.

Balta nerede?

Balta her zaman elde, kafasını kaldıranın kellesi uçmakta. Bakmayın, adalet reformu ve insan hakları eylem planı açıklandığına. İnsan hakları dile gelse “..eyletmen beni, söyletmen beni...”, “eylem planı eğlen eğlen, AİHM’e gidelim...” ve “..bu AYM bana, ölümden beter, geçti AB kervanı, eylem’e beni, eylem’e beni...” gibi türküler söyleyecek. Elinde baltası ve takmaya hazır kelepçesi olanların türküsü de şöyle: “akşam oldu yanıyor da modemin ışıkları, adamı tutuklatıyor da twitter’da konuşukları / Oy kelepçe kelepçe de nerde idin dün gece? Alır seni takarım da eylem’cesin eylem’ce”.  Adeta, “gel, ne olursan gel” diyen Mevlana’ya nispet yapar gibi “ger, ne olursa olsun ger” felsefesiyle ortamı geriyorlar, Gergerlioğlu’nu attığı tweet sebebiyle Meclis’ten atıyorlar, açtıkları insanlı-haklı eylem paketinin dumanı tütmeye devam ederken. Lisan-ı hal ile terennüm edilen şey “eyyy lem planı, sen kimsin ya?” oluyor. Dış ülkelerle anlaşmak falan da yok, gerekiyorsa çekiyorlar baltaları ama bir bakmışsın baltalar birden kaybolmuş, suya düşmüş. Akdeniz’de sondaj, gemiler falan, esip gürledikten sonra sessizce limana çekildi.

Su nerede?

İnek içti.

İnek nerede?

İneğe bakmak meşakkatli bir iş. Hastalığı ayrı dert, samanı ayrı dert. Kokusu da fena. Paramız var çok şükür, dışarıdan almak daha kolay. Var olan inekler de burada durmadı, dağa kaçtı.

Dağ nerede?

Hazıra dağ mı dayanır? Sen bir şey üretme, her şeyi dışarıdan ithal et, döviz kurları fırlayınca da otur ağla, ciğerini dağla. Maalesef, dağ yanıyor, bitip kül olmasına az kaldı, Allah sonumuzu hayreylesin...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/tekerleme-sekerleme_539173

Belirsizlikler Ülkesi

 

Belirsizlikler Ülkesi
Yiğit Özgür Karikatürü

Gün geçmiyor ki, herhangi bir konuda yeni bir eylem planı, yeni bir paket, hiç olmadı, bir reform açıklaması olmasın.

Büyük resim görücü ve göstericileri için rönesans dönemi bile başlayabilir. Biri hafriyat kamyonunu alır, Leonardo da vinci... Pardon, “Rönesans” deyince Hilal Kaplangelo ve Rafatihello Tezcanio gibi büyük resim sanatçıları yerine inşaat işlerine gitti aklım nedense. Avrupa’da reform hareketleri Rönesans’tan sonra oldu, ama olsun, biz Hans ve George’un yaptığını aynen yapmak zorunda değiliz. Yakın zamanda coğrafi keşifler hareketi başlarsa şaşırmayacağız. Sanayi devriminin de eli kulağındadır muhtemelen... Bir çırpıda orta çağı atlıyoruz, ne güzel...

Bu kadar dönüşüm ve değişim neden kaynaklanıyor derseniz, Atomilliyetçi Hareket ile Atomize Adalet ve Kuantum Partikülleri koalisyonu işbaşında da ondan... Önceki yazılarımızı takip edenler hatırlayacaklardır, kuantumun temelini oluşturan Reisenberg’in belirsizlik ilkesinden bahsetmiştik. Bu ilkeyi anayasa gibi kabul eden ülkeye de “Reisenberg’in belirsizlik ülkesi” demiştik. Belirsizlik ülkesinde hiçbir şey kararında kalmaz. Hareketleriyle, adeta Sicim Teorisi’ndeki titreşen parçacıkları hatırlatan rahmetli Azer Bülbül de bir şarkısında bu hakikate “Güvenme hiçbir şeyine, bir sel gelip alabilir, bana bir şey olmaz deme, her an her şey olabilir” sözleriyle işaret etmiştir.

Bazı Belirsizlikler

Belirsizlikler ülkesinde, dış politikada düşman ülkelerin konumu bilinirken politikalardaki dönüş hızı bilinemez. Başı dönmeden dönüş rotasını takip edenler de nihai düşman listesini bilemez. Bir gün “kardeşim” denen kişinin ertesi günü “zalim” sıfatıyla çağrıldığını duyunca şok geçirebilir. Yıllarca “darbeci” denerek uzak durulan ülkelerle temaslar kurulabilir, müttefik denilen ülkeler ekonomik boykot uygulayabilir ve “haçlı ittifakı, Naziler” denilen ülkelerin içinde bulunduğu birliğe dahil olmak istenebilir. İçeride hainlikle suçlanmak istenen kişilere haçlı zihniyetindeki ülkelerin para yardımı yaptığı iddia edilirken, insan hakları eylemsizlik momenti çalışmalarının o ülkeler tarafından fonlandığı çıkabilir. Çin’in Uygur Türklerine uyguladığı zulümler dile getirilirken, Çin ziyareti sonrasında o konu bir daha hiç açılmaz. Rüzgâr nereden eserse oraya yönelinir, akıntıya teslim olunur.

İçeride ise Bahçoli’nin dışarlama ilkesi, ülkede kendi gibi düşünmeyen herkese uygulanır. İstenmeyen kişiler, terörist ilân edilebilir. Neye göre terörist ilân edildiklerini sorarsanız, günün popüler terör örgütü listesine bakılır, en çok ses getirecek örgüt seçilir. Vaktiyle, protesto hakkını kullanmak isterken yakalanıp mahkemeye çıkarılan bir genç, beş on tane terör örgütü isminin geçtiği bir örgüt kokteylinin listelendiği iddianameyi görünce muzipçe sormadan edememiş: “İstediğimiz örgütü seçebiliyor muyuz, yoksa siz mi karar vereceksiniz?”

Allah Kerim

Muhalif olduğu için türlü suçlamalara maruz bırakılan ve seçime girmemesi için ne gerekiyorsa yapıldığı halde seçime girip barajı aşan bir partiye, ihtiyaç duyulduğu zamanda “yerli ve millisin, evine dön” çağrıları yapılır. Ama bakılır ki o partinin  böyle bir niyeti yok, o zaman da terör örgütüne yardımla suçlanır, hakaretler edilir. Aşı için takvim verirken bugün, yarın denir, bir de bakmışsınız ki sene dönmüş. 50 milyon-100 milyon gibi doz rakamları verilir ve “bu ay, bilemedin gelecek ay kesin” gibi laflarla vatandaşa bilgi sunulur, ama aradan bir hafta geçince sonbahara işaret edilir. Artık Allah Kerîm’dir...

İşsizlik rakamları düşmüştür, ama nerede ve nasıl düştüğü belirsizdir. Millî gelir ve istihdamın düştüğü yerde işsizlik oranının da düşmesi “hiçbir iş olmasa bile mutlaka birşeyler olmuştur, iş bulmaktan vazgeçmiştir” prensibiyle açıklanmaktadır. 

Merkez Bankası rezervlerindeki paranın konumu bilinirken harcama hızı, harcanma hızı bilinirken nereye harcandığı belirlenemez. Bir gün, (Şener Şen’in canlandırdığı Maho Ağa sesiyle okuyun) “evet, o parayı harcadık, ama hele bir sorun, kime harcadık, lo nomıssızlar!” denirken, hemen bir hafta sonra paranın bankada olduğu söylenir. Bakanların istifa edip etmediği belirsizdir. Ederlerse istifalarının kabul edilip edilmeyeceği de belirsizdir. 

Damadın hızı bilinirken konumu bilinemezdir, zaten damat kadar kafalara taş düşsündür. Ortadan kaybolduğu günlerde hiç kendisinden bahsedilmemişken, onun poltikalarına zıt kararlar alınır ve değişim müjdesi verilir. Üç ay sonra kendisinden sitayişle bahsedilmesi, toplumsal hafızanın 3 ay ömrü olduğunu göstermektedir. At izi, it izi karışması sonucu iz belirsizliği ortaya çıkmıştır, tabiî ki Allah sonumuzu hayreylesindir...

“He” demeli normalleşme

 


Bazı şeylerin normalleştiği, bazı eski normların da şeyleştiği bir hafta geçirdik.

Malum salgın sebebiyle getirilmiş olan ve günlük hayatımızı etkileyen kısıtlamalardan bir kısmı kaldırıldı, bazıları da esnetildi. Şehirlere risk puanı verildi, derecesine göre bir harita üzerinde farklı renklerle gösterildi. Vatandaş olarak kafamız karıştı tabi; hangi okul, hangi bölgede açıldı, kim saat kaçta dükkanı açıp kaçta kapatacak, sokağa ne zaman çıkılabilip, ne zaman eve dönülebilecek... Kademeli normalleşme denilen yeni düzenlemenin ilk açıklandığı günlerde ilkokullarda yüz yüze eğitim başlamışken 20 yaş altı vatandaşların toplu taşıma kullanması hala yasaktı. Neyse ki, bir kaç gün sonra o yasak kaldırıldı.

İllere göre risk dağılımını gösteren renkli Türkiye haritası seçim zamanlarını hatırlattı, renkli seçim esprileri yapıldı. Geçersiz testler bir daha sayılacak mı, AA virüs akışını keser mi, hangi seviyede keser, mühürsüz-faz sayısı eksik aşılar geçerli mi, hiçbir aşı olmasa bile mutlaka bir aşı olacak mı? Hangi aşılar barajı geçecek, aşı ittifakı mümkün mü? Faz sayısı düşük aşıları teşvik için “faz sebeptir, enfeksiyon sonuçtur, fazları düşürmeye çalışmalıyız” denecek mi? Restoran ve kafelerde %50-1 doluluk nasıl sağlanacak? Lokantalarda 45 dakika dolduran müşteriler için uzatmalara gidilecek mi?

Neyin nasıl uygulanacağı tam olarak anlamayan insan ne yapmalı? Kafasını yormadan kademeli normalleşmeye “he” demeli, hatta “yav, he he!” demeli... Nasıl olsa yöneticilerimiz ve kolluk kuvvetlerimiz konuya hakimdir, en doğrusunu onlar bilir ve uygular. Alın size örnekler:

Lebaleb dolu kongrelerde, ne dediği anlaşılamayan vatandaşlar maske çıkarmaya davet edilirken, Hatay il gençlik kolları halaylı kutlamalar yaparken yayılmayan virüsün sıradan vatandaşları günlük işlerini yaparken etkilediği ortaya çıktı. Metrodan çıktıktan sonra açık alanda maskesini azıcık indirip hava aldıktan sonra maskeyi düzelten bir hanım, polisin ısrarlı takibi sonucu son anda yakalandı ve kimseye virüs bulaştırmadan etkisiz hale getirildi!

Bir başka görüntüde, hanımıyla birlikte motorsikletle dolaşan bir kişi vardı. Muhtemelen kendileri de o görev alanına aynı şekilde motorla veya ekip otosuyla gelmiş olan polisler motorsikleti durdurdu ve motordakilere mesafe uyarısı yaptı. Motorsikleti kullanan adam “eşimdir” dese de, polis arkadaşlardan biri “en çok eşler birbirine virüs bulaştırıyor” şeklinde muazzam bir tespit yaparak ilerideki otobüs durağında eşini indirmesini istedi. Etrafı açık motorda eşinden virüs kapmaktan son anda kurtulan kadıncağız, muhtemelen 30-40 kişinin oturduğu kapalı otobüs ortamında güvenle seyahat imkanına kavuştu.

Dağ taş dolup taşarken korona virüsüyle, dağ başındaki köyde koyun sürüsüyle dolaşan bir teyzeyi de hastalık kapmaktan son anda jandarma ekibi kurtardı.

Zonguldak’ın Ereğli ilçesinde denetim yapan kaymakam, bir eczanede çay içerken maskelerini indirmiş çalışanlar hakkında maske takmadıkları ve sosyal mesafeye uymadıkları için tutanak tutulmasını istedi. Üç çalışanın bulunduğu eczaneye, kaymakam ve ekibinin (dört kişi, kameramanı da sayarsak beş kişi) yanyana girdikleri görüldü. Mesafe ihlali pahasına vazifesini yapan kaymakam beyi ne kadar tebrik etsek azdır.

Vali, kaymakam, polis, jandarma ve bekçi... İnsan, haklarında kötü düşünebilir mi? Hem de, İnsan Hakları Eylem Planı’nın açıklandığı zamanlarda. Sloganı “özgür birey, güçlü toplum, daha demokratik bir Türkiye” olan, 11 temel ilke ve 50 amaç barındıran bu planı beğenmeyenler olmuş. Neymiş, bunların hiçbiri yeni bir husus değilmiş; ceza hukukunda, anayasada, imza attığımız ve hükümlerine uymayı kabul ettiğimiz uluslararası sözleşmelerde zaten varmış! Afedersiniz ama uzaydan mı gelecekti eylem planı? Vatandaş isterse, yakında çıkacağımız uzay macerası ile onu da yaparız evelallah... Ne demişler, reformu an aya sayı hazırla...

İktidarımız, sadece işi düşünce veya oyları düşünce, düşünce suçlarını gündeme getirenlerden hiç olmamıştır, olmuyordur, olmayacaktır. Serbest piyasa şartları işliyor, insan haklarına talep arttığı için bulmakta zorlanıyoruz, bu kadar basit. Kıymeti yükselmiş, piyasada az bulunan şeyleri PTT vasıtasıyla temin etmeye başlamışken, demokrasi, adalet, insan hakları, şeffaflık, liyakat ve reform paketlerini PTT Kargo evimize kadar getirse diyorum, harikulade bir hizmet olmaz mı?

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/he-demeli-normallesme_538267

Yeeeni Türkiye…


 

Eski Türkiye ne kadar kötüydü… Çalış, çabala, notlarını yüksek tut… Sınavlara hazırlan, iyi okullara gir. Girdiğin okulu iyi derecelerle bitir, iş sınavlarına hazırlan… Yazık, ömrü çalışmakla geçiyordu insanların.

Yeni Türkiye’de bunları yapmaya gerek yok artık. Yani, isteyen yine hobi olarak yapsın da, pek bir sonuç elde edemeyebilir. Sınıfta kalmak nasılsa yok, temel eğitimi istediğin gibi bitirebilirsin. Sonra Almanya başbakanı Merkel’e “üfff” dedirten 207 üniversitemiz var. Üniversiteye girmek isteyen illa ki onlardan birine girer. Yahu, girmese de çok dert değil. Yeeeni Türkiye’de, mülakatta tek bir soruyu doğru cevaplayan, en iyi işleri ve makamları kapar: “kimin yeeenisin?”

Diploma istenirse, sahte diploma kolayca sağlanabiliyor zannedersem. Milli Eğitim Bakanlığı’nda bile sahte diplomayla öğretmenlik yapanlar varmış. CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun Milli Eğitim Bakanlığı’na yönelttiği, sahte diplomalı kaç öğretmen ve personel çalıştırıldığı sorusuna MEB Strateji Geliştirme Başkanlığı tarafından, sayı meselesine hiç girilmeden şöyle cevap verilmiş:

“Bakanlığımız personellerinin, diploma veya geçici mezuniyet belgeleriyle ilgili yürütülen inceleme soruşturma çalışmaları sonucunda sahte olduğu tespit edilen diploma veya geçici mezuniyet belgesine dayalı olarak yapılan atama işlemleri iptal edilmiş olup ilgili personellere yönelik adli makamlara suç duyurusunda bulunulmuştur. Başvuru yapan öğretmen adaylarının, başvuru esnasında mezuniyet ve diploma bilgileri YÖKSİS’ten gelen mezuniyet ve diploma bilgileri ile karşılaştırılarak bilgilerin doğruluğu sağlanmaktadır.”

Aslında sahtelik işlerine girmeye çok gerek kalmadı çünkü üniversitenin kazandırdıkları artınca üniversite kazanmak kolaylaştı. Bir kere, hazırlığıydı, sene uzatmasıydı derken dört yıllık bir okul 5-6 yılda anca bitiyor. Bu gençler bu süre boyunca işsiz sayılmıyorlar. İşsizlik oranımız muazzam bir şekilde düşüyor. Okumakla geçirdiği süre boyunca memleket meselelerine de fazla kafa yormayacak bu gençler. Okusun, eğlensin ve gençliğinin tadını çıkarsın. Okul bittikten sonra, "yeeeni" olduğu kerlifelli bir dayısı-amcası yoksa istediği gibi iş bulamayacağını anlayan gencimiz, iş aramaktan da vazgeçmek suretiyle bir kez daha işsizlik oranlarını düşürecektir. Daha ne olsun…

Üniversite dediğin, geniş bir kampüs ister. Arsalar bulunacak, imarlar düzenlenecek, binalar dikilecek. Müteahhit arkadaşlara mükemmel bir kazanç kapısı… Şehir dışından gelecek öğrenciler ev tutacak/yurtta kalacak, yiyecek-içecek, kıyafet alacak, kırtasiye malzemeleri sarfiyatı olacak, kitap alacak, fotokopi çekecek. Genelde kampüsler şehir dışında olur, toplu taşıma kullanacak. Kaç esnaf ihya olur, siz hesaplayın.

Akraba-i TaallüyaKatip Çelebi Üniversitesi

Eğitimci kadrosu ve idari kadro ile bir üniversite istihdam kapısıdır aynı zamanda. İşine gelen adamı rektör yap, kim ne karışır. İşine gelen adam, işe gelme şartlarını mı karşılamıyor, bir kararnameyle şartları değiştir, öyle işe al. Sonra bir başka kararnameyle yine eski haline getirirsin nasıl olsa. Rektörler akrabalarını doldursun kadrolara, ortalık şenlensin. En son, Kâtip Çelebi Üniversitesi ile ilgili bir haber çıktı: rektör, rektör yardımcısı, dekan ve öğretim görevlileri arasındaki 27 kişi akrabaymış ve bunlardan 16’sının şube müdürlüğü kadrosuna ataması sınavsız yapılmış. Rektör bey, adeta “Kâtip benim, ben rektörüm, el ne karışır? Yakınlarıma akademik cübbe ne güzel yaraşır” ve “kadrolar açayım, eli kalem tutan akrabalara, kâtip arzuhalim yaz ilana böyle...” türküleri eşliğinde doldurmuş kadroları. Akrabalara özel, sadece onları tarif eden ve başka birilerinin karşılamasının imkânsız olduğu şartları listeleyip, o şartlara uyan kişileri almıştır muhakkak... Akraba içinde liyakatin gözetilmediğini söyleyemeyiz. Akraba-i taallükat, liyakat ve Kâtip kelimelerini birleştirerek “Akraba-i TaallüyaKatip Çelebi Üniversitesi” diye ismini değiştirsek yeridir.

Üniversitenin kazandırdıkları bitti mi? Bitmedi; Oksijen gazetesinin haberine göre yüksek lisans ve doktora öğrencileri için para karşılığı tez yazma sektörünün büyüklüğü 200 milyon lirayı aşmış. Yılda yaklaşık 30 bin tezin üçte birini para karşılığı yazılan tezler oluşturuyormuş. Tez yazdırmanın maliyeti 4 bin ila 15 bin lira arasında değişiyormuş. Tee Zeki Müren’den bir şarkı gelsin konuyla ilgili: “Tez geçse de, her çalışmada bin hatıra vardır, tez işinde iyi para vardır…”

Tezleri yazanlar da akademisyen tabi. Şimdi diyeceksiniz ki “Bu hareketler akademinin ruhuna zıtlar, âdem-i akademi olan zatlar, oluşturursa böyle tezatlar, adem-i akademi olur, eğitim sistemi hepten patlar…” Ben de derim ki, “mesele, yükseltmekse AK âdemi, gerekirse yıkılsın akademi…”

Link: 

Sözün Bittiği Yerler...

 


Siyaset alanında ve habercilikte sıkça kullanılan bazı deyimler ve atasözleri vardır, en çok kullanılanlardan biri “sözün bittiği yer”dir.

Gün geçmiyor ki, bu sözü söyletecek bir olayla karşılaşmış olmayalım. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yakın zamanlarda yaptığı konuşma metninin aynısını dört yıl önce dönemin başbakanı Binali Yıldırım’ın kullandığı ortaya çıkınca, iktidar cenahında söylenecek söz kalmadığı için kelimenin tam anlamıyla sözün bittiği yere varıldığı şakaları yapıldı.

İstanbul Havalimanı işletmecileri, verdikleri kira sözünü tutamayacaklarını anlayıp erteleme isteyince Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı “DHMİ Genel Müdürlüğü tarafından işletilen havalimanlarında; havayolu, yer hizmet kuruluşları ve ticarî hacim işleten kiracılar için pandemi nedeniyle 2020 yılı içerisinde düzenlenen ve vadesi 31.01.2021 tarihine ötelenen kira bedeli faturalarına ait tutarlar iptal edilecek ve 2021-2022 dönemine ait kira bedelleri 2 yıl boyunca yüzde 50 indirimli uygulanacak” şeklinde açıklama yaptı.

İptal edilen miktar, bir milyar 45 milyon euro’ya tekabül ediyor, Mars’a yumuşak iniş yapan Perseverance projesinin bütçesinin 2.7 milyar dolar olduğunu hatırlatalım. Yumuşak iniş deyince aklıma geldi, Türkiye Kömür İşletmeleri’nin kozmetik ürünleri ürettiğini biliyor muydunuz? Ben yeni duydum. Yaklaşık 7 milyon lira harcarayarak imal ettikleri, tüy dökücü, cilt kırışıklığı önleyici krem ile şampuan gibi 11 farklı kalemdeki kozmetik ürünlerinin satışını yapamadıkları için kamu kurumlarına hediye ettiklerini açıkladılar. Kurumlar ihtiyaçlarına göre hediye aldılarsa en çok “gözaltı” kremini Emniyet Genel Müdürlüğü almıştır diye düşünüyorum.

Devletin alımını iptal ettiği kiralara, yapımına 750 milyon dolar harcandığı söylenen dinozorlu park maliyetini eklersek neredeyse Mars projesinin parası çıkıyor. Eee, arayan gökyüzünde Merih bulur, (Mars’ın bir diğer adı Merih’tir) biz de Boğaziçi’nde Melih Bulu ile iktifa edelim. “Esnafla birlikte Boğaziçi’yi yükselteceğiz” demişti, ama esnaf şu sıralar kan ağlıyor. Lokantalar, kafeler ve pek çok işyeri kısıtlamalar sebebiyle zor anlar yaşarken kiralarını iptal eden olmuyor maalesef.

Bütün esnaf kan ağlamıyor tabiî ki; devletin, müteahhitlerine kullanım garantisi verdiği projelerin garanti ödemelerine pandemi işlemiyor meselâ. 2020 yılının neredeyse üçte birinde sokağa çıkma yasağı uygulandı, ama o günler için de garanti işlemeye devam etti. Şahane, değil mi?

Lebaleb kongreler

Sözün bittiği bir başka yerse AKP kongreleri. Pandemi yasakları sebebiyle kapalı olan veya kısıtlı bir şekilde hizmet verebilen işletmeler varken, düğün, nişan ve cenaze gibi organizasyonlarda kişi sınırlaması uygulanıyorken, maçlar seyircisiz oynanıyorken, toplantı ve yürüyüşlere izin verilmiyorken maşallah bu kongrelerde iğne atsan yere düşmüyor. 7/24 maske mesafe uyarısı yapan merciler buraları uyarmak şöyle dursun, kalabalıkla övünüyor. Salonları “lebaleb” doldurdukları için kendilerini tebrik ediyor. Sanırsın pek çok aday kıyasıya bir mücadele veriyor, demokratik bir atmosferde seçim heyecanı yaşanıyor, adayını desteklemek suretiyle heyecana ortak olmak isteyenler salonu dolduruyor! Aday belli, liste belli, kazanacak olanlar belli. Bu belli olanların dışında aday olmak isteyenlerden bazılarının salona alınmadığı ve hatta gözaltına alınanların olduğu haberleri var.

Bu kadar özgüven neyden kaynaklanıyor olabilir ki? Acaba diyorum, o salonları dolduran herkes aşılandı da bizim haberimiz mi yok? Parmakları ile dört işareti yapmaları, dördüncü fazına geldikleri bir aşı kullandıklarını gösteriyor olabilir mi? “Tek enjektör, tek aşı, tek doz, tek biz” formülasyonuyla ifade edebilecekleri bir “fazia” yoksa, o kalabalıklar virüs faciasına sebep olur Allah muhafaza...

“Kapansın lokantalar, restoranlar, kafeler 

Lebaleb dolsun kongreler

Yaparsa kongreyi Ak Parti yapar

Virüsü sade vatandaş kapar

Benden duymuş olmayın

Bu hamle esnaftan ters teper”

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/sozun-bittigi-yerler_537399

Hahahaber-Telif

 

HAHAHABER

 


Erdil Yaşaroğlu'nun telif davalarının avukatlığını yapan KomikBüro'dan Erdoğan'a teklif: "Dört yıl öncesinden çalınan konuşma metniniz için telif davası açabiliriz..."

 

 

NOT: Bu sayfada yer alan haberler hayal ürünüdür, uydurmadır. Gerçek haberlere benzeyebilir, gülüp geçiniz, kafayı takmayınız. . .

Öne Çıkan Yayın

Gözlükler

  İbrahim Özdabak Karikatürü   “Artık önümüzü göremiyoruz” sözünü ilk duyduğunuzda aklınıza: “Tabii canım, nasıl adım atacağımızı şaşırdık...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: