Bu Blogda Ara

Arşiv

Suriyeli Mülteciler


Suriyeli Mülteciler

Tunus’ta başlayan ve bazı Arap ülkelerinde iç savaş, bölünme ya da yönetim değişikliğine sebep olan Arap Baharı süreci, Suriye için başladıktan sonra ülkede meydana gelen karışıklıklar sonucunda halkın önemli bir kısmı ülkeden kaçmak zorunda kaldı. 

Suriye yönetiminin haftalar, bilemedin bir kaç ay seviyesinde bir süre zarfında devrileceğini uman, Şam’da Cuma namazı kılma hayali kuran ve Ortadoğu’da kendisinden habersiz yaprak kımıldamayacağına inanan Türkiye,  artık Suriye’deki olaylarda dahli vardı da vicdan mı yaptı yoksa misafirliklerinin kısa süreceğini mi hesapladı bilinmez, Suriyeli mültecilere sınırlarını neredeyse ardına kadar açtı. Sayıları milyonları bulan Suriyeli Türkiye’ye geldi. Dini, vicdani ve insani vecibelerle karşıladık mültecileri...

AB ülkeleri, mültecileri sınırları altında tutma sözü karşılığında Türkiye’ye para yardımı teklif etti. AB ile ilişkilerimiz iç politika malzemesi olarak kullanılınca zikzaklı yürüdüğü için, söz verdikleri paranın tamamını henüz yollamadılar. Yöneticilerimiz, zaman zaman mültecileri otobüslere bindirip gönderme ihtimalimizi kendilerine hatırlatmadı değil. 

4 milyonu aşkın olduğu sanılan mülteciler için bir entegrasyon planımız göründüğü kadarıyla yok.  Vatandaşlık alabilenlerin sayısı 80 bin civarında. Çalışma izni alabilenlerin sayısı ise 30 binlerde. Yaklaşık bir milyonu kaçak olarak çalışıyor. Yerleştikleri muhitlerde kendilerinden yüksek tutarlarda kiralar alınıyor, çocuklarının düzenli eğitime ne kadar devam edebildiği meçhul. Suriyelilerle ilgili öyle paylaşımlar yapılıyor ki, sanırsın hepsi sırtını devlete dayamış ve sahillerde nargile içerek dolaşıyor. Devletimizin resmi açıklamasında 37 milyar dolar harcadığını ifade etmesi ise yangına körükle gitmek gibi. Bu 37 milyar dolar nasıl harcanmış, hangi ihtiyaç kalemi ne kadar tutmuş bilmiyoruz. Fert başına senelik 2500 dolara tekabül ediyor ki, akla Nasrettin Hoca’nın kedi-ciğer denklemi geliyor. Dış dünyaya kendimizi acındırmak için rakamlar abartılmış olabilir mi acaba?

Muhacir-ensar modeli içinde başlayan mülteci meselesi, konu ile ilgili plan ve program olmayışı,  zaten kırılgan yapıda olan ekonomimizin sarsılmaya başlaması gibi nedenlerle kendi vatandaşımızı da rahatsız etmeye başladı. Bu rahatsızlık etkisinin seçimlerdeki sonuçlara da yansıdığını düşünmüş olmalı ki hükümetimiz bir anda tutum değiştirdi. İçişleri bakanı şunu dedi: "Türkiye bu işi kararlılıkla yürütmezse Avrupa'daki hiçbir hükümet 6 ay dayanamaz. İsterlerse deneyelim. Sadece sabrımızı taşırmamalarını tavsiye ediyoruz. Biz sağanağı görüyoruz, onlara söylüyoruz, kollarınızı sıvayın Türkiye'nin yaptığı mücadeleye destek olun. ‘Mış gibi’ davranmayın” Ardından, kayıtları İstanbul’da olmadığı halde İstanbul’da yaşayan mültecilerin tespit edilip gönderilecekleri bildirildi. Şöyle düşünelim, yaklaşık beş yıldır İstanbul’da yaşayan, iyi-kötü bir iş bulabilmiş, kira kontratı imzalamış ve teminat vermiş bir kimseden bir ay içerisinde kendisini toplayıp şehri terketmesi isteniyor. Üstelik, gideceği yerde neyle karşılaşacağı meçhul. Ne diyelim, Allah, başta mülteciler olmak üzere hepimizin yardımcısı olsun...

“Dam başında saksağan, gel füze bazı bazı…”

S-400 füze sistemi parti parti gelmeye başladı, Fransa füze sistemlerini güney sınırımızda konuşlandıracakmış, ABD ile Patriot sistemiyle ilgili görüşmeler devam ediyor… Lokantada bile her şeyin tadını merak ettiği için ortaya karışık sipariş veren bir millet olarak hepsini denemek istiyoruz zannedersem. Geçtiğimiz haftalarda “dam başında saksağan...” sözü ile başlayan bir cümleyi ne için kurduğunu anlamadığımız  Bahçeli, “..gel füze bazı bazı” diye devam ettirir herhalde...

“Her yerde sen, her şeyde sen, bilmem ki nasıl söylesem...”

Bursa büyükşehir belediye başkanı, belediyeye ait 10’a yakın işletmede yönetim kurulu başkanlıklarına kendisini, başkan vekilliklerine da AKP il yönetimindeki kişileriınıına da  kendisini atamış.  10ermiş bir kimseye bir ay içerisinde kendisini toplayıp şehri n muaf kalabili atamış. “Huzur hakkı” isimli ödeme alıp almadıkları da belli değil. Aylık 50 bin lira huzur hakkı alındığı rivayetleri dolaşıyor ki günahı söyleyenlerin boynuna... Doğruysa, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” ve “Huzur” romanlarını birleştirip bir “Huzur Haklarını Ayarlama Enstitüsü” romanı çıkar gibi buradan. Huzur hakkı konusunda net bir açıklama yapsalar da hepimiz huzura ersek...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/suriyeli-multeciler_499444

Fotoğrafta Yaşa Takılanlar

 
Fotoğrafta Yaşa Takılanlar
Bugünlerde bir cep telefonu uygulaması kullanarak elde edilmiş muhtemel yaşlılık hali fotoğrafını paylaşmak moda oldu. Kimin ne işine yarar demeyin. Şimdilerde yayın hayatına veda etmiş olan Flash TV’de bir zamanlar kayıp insanları bulma programını sunan Yalçın Abi vardı. Yalçın Abi, yıllar önce kaybolmuş kişilerin resimlerini kendine has yöntemlerle (saç ve sakalını beyaza boyamak suretiyle) yaşlandırır ve öyle arardı.

Şimdiki uygulama Yalçın Abi’ninkinden daha gelişmiş tabi. Yapay sinir ağları ve yapay zekâ kullanılıyor. Göründüğü kadarıyla başarılı çıktılar veriyor. Ne kadar çok kişiyi yaşlandırırsa o kadar çok öğreniyor ve daha başarılı sonuçlar elde ediyor. Ücretsiz sunulan bu uygulama insanın aklına “bir ürüne para vermiyorsanız, ürün sizsinizdir” sözünü getiriyor. Gizlilik ve mahremiyet ihtiva eden bilgilerimizin işlenmesi bu manada ödediğimiz bedel oluyor. Özellikle yaşlandırma programı hakkında “işte arka planda sizden aldığı bilgiler”, “bakın bu programın altından neler çıktı” gibi başlıklarla yazılmış farklı sitelerde pek çok yazı var.

Tabiî, bu konu yeni değil, Google, Facebook, Whatsapp ve benzeri uygulamaların çoğu açık bir şekilde kişisel verilerimizi işliyor; cihazımızın kamerasına erişiyor, yaşımız, tahsil durumumuz ve coğrafi konumumuz gibi telefonda depoladığımız bilgiler elinin altında.

Dünyevî istikbalimize ait, sadece görünümümüze dair küçük ve ne kadar tutacağı müphem bir tahmin için hayatımızın mahrem kısımlarından bilgiler paylaşmak suretiyle verdiğimiz taviz düşündürücüdür. Kendisine nispeten dünyevî istikbalin bir katre serap hükmünde kaldığı ahiretteki durumlardan Kur’ân bahsediyor, merakla onu dinlemek lâzım.

Ne diyor Hazret-i Peygamber? “Yaşlılar Cennete girmeyecek” (Yaşlı bir kadın, Peygamberimize (asm) Cennete gidip gitmeyeceğini sorduğunda lâtife kabilinden aldığı cevaptı. Cennete giden herkesin 33 yaşındaki haliyle orada bulunacağı ifade edilmiştir) Cehenneme gideceklerin en son kaygılanacakları meselenin yaş ve görünüm olacağını sanıyorum.

“Şişmanlar cennete gidemez!”

Sosyal medyada çokça paylaşılan bir video vardı. Söylentiye göre, aç gözlülük ve oburluğa düşkün olup şişmanlamış kişileri kast ederek, şişmanların Cennete gidemeyeceğini söyleyen bir rahip, şişman bir kadın tarafından konuşma yaptığı sahneden aşağı atılıyor. Yaşlılık ve Cennetle ilgili hadisi düşününce, aklıma, belki de rahibin Cennete gidecek herkesin belli bir fitlik durumunda olacağını iddia etmiş olabileceği geldi. Ahir zaman fitness’inden başarılı bir şekilde geçemeyenlerin Cennete gidemeyeceğini söylüyor olamaz mıydı? Neyse ki, sonradan ortaya çıktığına göre rahip böyle bir şey söylememiş ve ona saldıran kadın da psikolojik rahatsızlıkları olan biriymiş.


F-35 ve Yaş 35

Yaş konusu açılmışken, bugünlerde yaş olan F-35 hatıra geldi.

Cahit Sıtkı Tarancı’nın meşhur “35 yaş” isimli şiirini uyarlayacak olursak:

F-35’te alınan yolun yarısı gider
Donald Amca ile arefesindeyiz bir ambargonun
Müttefiklik çağımızdaki cevher
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.

Sokaklarıma radar mı yağdı ne
Benim mi Allah’ım bu S-400?
Neden böyle düşman görünürsünüz
Yıllar yılı dost bildiğim NATO’cular

Gökyüzünü korumanın başka şekli de varmış!
Geç fark ettim S-400 bulunduğunu
Su-57 boğar, ateş saçarmış!
Her yapılan alımın bir dert olduğunu,
İnsan bu kerteye gelince anlarmış.

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/fotografta-yasa-takilanlar_498928

Tepegöz ve aSETAt


Tepegöz ve asetat
SETA’nın geçen hafta ‘Uluslararası Medya Kuruluşlarının Türkiye Uzantıları’ başlığıyla yayınladığı rapor çok konuşuldu.Raporda, daha önce ana akım medya tabir edilen mecralarda çalışıp, bu mecralar el değiştirince uluslar arası medya kuruluşlarının Türkiye şubesinde çalışmaya başlayan ve oralarda çalışmasa da arada katkı yapan gazetecilerle ilgili değerlendirmeler dikkat çekti.
Raporu akademik bir çalışma olmaktan çıkaran, hükümet odaklı ve subjektif değerlendirmeler ihtiva etmesi. Bir durum analizi, sebepleri ve sonuçları yok. Yok falancası hükümetin politikaları ile şöyle alay etti, yok filancası şu muhalif gazetecinin tweetlerini beğendi, feşmekâncası ekonomik problemlerin kaynağı olarak hükümeti görüyor şeklinde gidiyor rapor. Rapora konu olan gazeteciler adeta “Başım belâda” isimli Ahmet Kaya şarkısındaymış gibi hissetmiş olabilirler kendilerini:

“Bugün düşünemeyeceğin kadar başım belâda
Köşe yazılarım didiklenmiş üstelik yorum yağmada
İler tutar yanı yok, iler tutar yanı yok
Fişlenmişim, adım eşkalim verilmekte
Üstelik tweetlerimde, RT ettiklerimde
Kirli sakalıyla bir SETA’cı gezinmekte”

Eskiden sunum yapmak için tepegöz denilen alet kullanılırdı. Tepegöz, alttan verdiği ışıkla asetat kâğıtlarının üzerindeki yazı ve resimleri yansıtırdı. Yabancı medya raporu ile yapılan da sanki en tepe gözün “aSETAt” kâğıdı üzerine gönderdiği ışığın tepe gözün verdiği açıyla yansıtılması. Bu gidişle, malûm medyada “SETA Sayan’la fişleme”, “MGK ANLI ile Çok Sert” ve “Pelikandıç” gibi programlar görmek bizi şaşırtmayacak.

Aslında olay şu: Kahir ekseriyeti tektipleşen medyadan kovulan veya orada çalışamayacağını anlayıp ayrılan gazeteciler kendilerine alternatif kanallar aradı, kimi yabancı kuruluşların Türkiye şubelerinde iş buldu, kimi de kendi blog sayfalarını ve sosyal medya araçlarını faal biçimde kullanıyor. Ana akım denilen farklı isimlere sahip ama tek tip medya kuruluşlarının “tek manşet, tek haber, tek yorum, tek algı” rabiasından bıkan insanlar da bunlara teveccüh ediyor, bu da tepe gözü rahatsız ediyor.

Eski Arzuhalciler Oldu “RThalci”...

Özellikle basın ve ifade hürriyetinin gelişmediği yerlerde sosyal medyaya haddinden fazla itibar edilir. Ülkemizde de sosyal medyanın çok muteber olduğunu söyleyebiliriz. O kadar ki, bazı olaylardaki adlî safahat, sosyal medya gündemine düşmesine göre farklı şekillenebiliyor. Diyelim adamın biri, gözaltı gerektirmeyen bir vak’aya karıştı. “Trend topic” olup her yerde konuşulmaya başlayınca tepkileri azaltmak için hemen adamın gözaltına alındığı, hakkında istenen cezaların toplum vicdanını soğutmak için makul olmayan seviyelere çekildiği görülebilir. Eskiden, mahkeme yakınlarında arzuhalciler bulunur, mahkemeye işi düşen insanların dertlerini dâvâ vekili gibi ifade etmelerini sağlarlardı. Artık bir nevi mahkemeye dönüşmüş olan sosyal medyada “RThalciler” var.
Bunun türküsü yazılsa her halde şöyle olur:

“Tool alayım, tweet gönderen ellere
Tweet RThalim yaz hakime böyle
Hashtagler dizeyim trend topiclere
Tweet, RThalim yaz hâkime böyle
Hashtagim oyy, etkileşim oyy, reytingim oyyy, oyy”

Bilgi ve İletişim Güvenliği: BİG 

SETA raporu ile yabancı medyaya çekilen ihtar sonrası sosyal medyaya da ayrı bir ayar çekilecek mi acaba? Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı imzasıyla “Bilgi ve İletişim Güvenliği Tedbirleri” başlıklı bir genelge yayınlandı. Genelgede özetle, veri depolamak için bulut sistemi kullanılmaması, yabancı menşeli uygulamalar ve sosyal medya araçları yerine yerli ve millî olanlarının kullanılması (sosyal medyanın yerli ve millî alternatifleri mi var diye düşünmeyin, okunuşu “reys buk” olan bir “Racebook” uygulaması neden olmasın?), verilerin aktarımı sırasında şifrelenmesi gerektiği gibi maddeler var.

Bu genelge ile ilgili akla gelen sorular şöyle:

Sadece kamu kuruluşları için mi yayınlandı yoksa özel kurumlar da buna dahil mi?
Genelgede sayılan hususları yerine getirmeye hazır hale gelmek için tanınan süre nedir?
Genelgeye uymayan kişi/kurumları bekleyen müeyyideler neler? Uyumu kim denetleyecek?
Kritik veri, gizli veri gibi ifadelerin tam olarak tanımı ne?
Bilgi ve İletişim Güvenliği ifadesini kısalttığımızda “BİG” oluyor. Şimdiki haliyle taşıdığı muğlaklıklar sebebiyle her yere çekilebilen durumda olan genelge, “BİG brother”ı hatırlatmıyor değil...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/tepegoz-ve-asetat_498372  

G-20’nin ardından...


G20'nin ardından

G-20 zirvesi bu yıl Japonya’nın Osaka şehrinde yapıldı. Bu zirvelerde ne konuşulur, 20 ülkenin hepsini ilgilendiren konular neler bilmiyorum. Her yıl yapılan toplantıya gündem bulmak da ayrı bir çaba istiyor olsa gerek. Hayır, dünyayı kurtaracak meseleler konuşuyorlarsa, dünya 20’den büyük olduğu bilindiğine göre, geri kalan ülkeleri neden dahil etmiyorlar? Ne yani, en büyük yirmi ülke sadece kendilerini ilgilendiren konuları mı konuşuyorlar? Yir mi dünyanın geri kalan ülkeleri? Bana kalırsa, koca koca devletlerin dedikodu yaptıkları bir platform gibi duruyor sanki; hangi ülke başkanı kiminle ayrı toplantı yaptı, fotoğraf çekilirken kim kimin yanında durdu, kim kime pas vermedi falan...

Başka ülkelerin bu toplantılarla ilgili haberleri nasıl bilmiyorum ama bizde çok magazinsel bakıldığı kesin. Zirve ile ilgili yapılan haberlere bakın, anlarsınız. Ülkemizi temsilen giden ekip iki uçakla gitmiş mesela... ABD heyeti ile bizimkilerin yaptığı toplantılarda not tutuldu mu, tutulmadı mı? Bazıları ilk yayınlanan resme bakıp bizim heyette kimsenin kağıt kalem kullanmadığını eleştirmiş. Arkadaşım, belki yazınca konsantre olamıyorlar? Notları düzgün tutan birisinden fotokopi çekecekler, kendilerini o anda toplantıya vermişlerdir, olamaz mı? Neyse, sonra bir resim daha paylaşıldı da bizimkilerin de not tuttuğu görüldü. Resimleri neden ayrı ayrı servis ettiler de tartışma çıkardılar, ilahi bizim heyet...

“Bize dedin Central Casting, inan sen kastın aştın...”

Trump ülkemiz heyetine öyle şeyler söyledi ki, övdü mü yerdi mi belli olmadı. Basınımız “Bakın, şu insanlara bakın. Onlarla anlaşmak çok kolay Hollywood setlerinde bile bu kadar güzel insanı bir arada bulamazsınız” dediğini geçti. Kendi dili ile söylediği şey “They're so easy to deal with. Central Casting.” “Central Casting” sözünün deyim olarak kullanıldığı ve “tam rolüne uygun” manasına geldiğini söyleyenler de var. Zirvenin adı G-20, Trump ağa bizi övir mi, kovir mi, yoksa bizimle eğlenir mi? Yurtdışı görevlerleri dolayısıyla İngilizcesi kuvvetli olan çok kişi vardı o heyette. Kastını aşan casting’i duydukları anda keşke “bize dedin Central Casting, inan sen kastın aştın, biz de cahille sohbeti kesting, dost!” deyip sohbeti kesselerdi...

Hani Ejder, Hani Sumuti?

Japon İmparatorunun Erdoğan ailesini kabul ettiği oda da çok konuşuldu. Oda o kadar sade ve mütevazi ki, yurdumuzda orta halli bir ailenin oturma odası bile ondan daha karmaşık eşyalarla dolu olur. İtibardan tasarruf edilmeyeceği kaidesi nazarıyla baktığımızda ya Japonların parasız olduğunu ya da itibarsız olduklarını anlıyoruz. İnsan bir ejderli sumuti falan bulundurur hiç olmazsa. Hadi sumutisini geçtim, ejder de mi bulamadılar? Uzak doğu ejder memleketi, koy ortaya, şekil olsun, dosta güven, düşmana korku salsın! Belki de, bizim itibar kaidesinde bir yanlışlık vardır, bilemiyorum.

Kadinternet

Japonya gezisinin konuşulan konularından biri de Japonya’da bulunan ve sadece kadınların gittiği üniversiteler oldu. Türkiye’de olur mu, olmaz mı, en iyisini uzmanları bilir, onlar tartışsın. Biz internetin sadece kadınlar için olanı nasıl olabilir, ona bakalım. 

Öncelikle modem seviyesinde cihazlar ayrılabilir. Erkeklerinki zaten adem-adam kelimelerini hatırlatan bir kelime, modem. Kadınların modemine "modın" diyebiliriz. Modın’lar, bir oturumda aldığı ip numarasını bir daha almayacak şekilde yapılandırılmalıdır; neme lazım, ortamlarda aynı ip numarasını alan başka bir modın görüp çıldırmasın. Sonra, erkek modeminde "ağa bağlanma" diye bir şey var. Kadınlar için "kadinternet"e bağlanmak ifadesi daha münasip olur sanki. 
 
"Web" kelimesinin kökünün arapça baba anlamına gelen "eb"den geldiğini söylemeye gerek yok herhalde. Burada eşitlik sağlanması adına "webeveyn" kelimesini öneriyorum. "Webeveyn sitesi" fena durmadı valla... Site demişken, oturulan evlerde bile siteler demode oldu, rezidanslar var artık! Eminim ki imkanı olan kadınlar da web siteleri yerine web rezidansı olan "webidans"ları tercih edecektir. Formlarını korumak isteyen hanımlar muhtemelen mail adreslerinde "et"li uzantılar istemeyecektir. Onun yerine "veget" veya "diyet" kullanılabilir, isim[diyet]gmail.com gibi. Fazla kilobaytlardan kurtulmak bu sayede mümkün olabilir.

Pelikanların Boğaz Harbi


Pelikanların Boğaz Harbi

23 Haziran’da tekrarlanan büyükşehir belediye başkanlığı seçimiyle İstanbullu’lar son beş yıl içerisinde sekizinci defa sandık başına gitmiş oldular.

İktidar partisi, kampanyası sırasında, seçilirse neler yapacağından bahsetmek ve İstanbul’un problemlerini tartışmak yerine rakibinin ne kadar kötü olduğunu anlatmaya ve ona neden oy verilmemesi gerektiğini izah etmeye çalıştı. Ne yapsınlar, İstanbul’un problemlerini tartışmak, o problemlerin varlığını kabul etmek anlamına gelecekti. O zaman da millet iktidarın 25 yıldır bu problemleri neden çözemediği sorusunu soracaktı. 

Beka problemi, ihanet ve terörle bağdaştırma tutmayınca gençlere 10 GB internet gibi vaatlerde bulundular ama işsizlikle boğuşan, atama bekleyen gençler, ay sonu ATM bekleyen torpillileri görüyordu. Gençlere internet vaadi, Güldür Güldür isimli televizyon programında parasıyla hava atan, görgüsüz bir tiplemenin sıklıkla tekrar ettiği “sana telefon alacam” cümlesi gibi geldi.

Sonuçta, milletin iktidar argümanlarını sahici bulmadığı görüldü ve tarihi bir fark oluştu.

Çiçek Ekrem

Mart’ın sonu bahar dediler. Bahar denince de akla çiçek gelir. Binaligiller de seçim boyunca “gönül işi”, “sevdamız” falan deyince Çiçek Abbas filmini hatırladım. Filmde minibüs şoförü olan Şakir, kendisine rakip olan Abbas’la başlarda alay eder ve onu görmezden gelir. Kahvede girdiği söz atışmasında Şakir’i mağlup edip kamuoyunun desteğini arkasına alan Çiçek Abbas dişli br rakip olduğunu ispat eder. Lakin, şartlar eşit değildir; Şakir’in kendine ait minibüsü ve yılların getirdiği bilinirliği vardır. Çiçek Abbas ise tefecilerden aldığı borçla minibüs sahibi olmuştur ve uzunca bir süre yüklü senetler ödeyecektir. Muavini de yoktur. Şakir, muavini ile Çiçek Abbas’ın girdikleri çığırtkanlık yaparak yolcu toplama yarışını bir süre seyreder fakat dayanamayıp muavinini iter ve Çiçek’le “Aksareeeay, Aksareeeay” yarışına girer. Eski nişanlısı Nazlı’nın Çiçek Abbas’la evlenmek üzere olduğunu duyunca küplere binen Şakir, minibüsünün motorunu sökmek suretiyle Çiçek Abbas’ın işlerini bozar ve nişanın iptal edilmesini sağlar. Çiçek Abbas’ın uğradığı haksızlığa tahammül edemeyen Şakir’in kardeşi, Şakir ile Nazlı’nın nikahları kıyılacağı sırada Çiçek Abbas’ın Nazlı’yı kaçırmasına yardım eder. 

Kısacası, fiziki ve teknik olarak her imkana sahip olan şımarık Şakir, “sevdamsın” dediği kişiyi, imkanları kısıtlı fakat sıkı çalışan ve çevresinin takdirini kazanan Çiçek Abbas’a kaptırmıştır. İstanbul için yarışan sayın Ş”AK”ir, AKSARAY’a giden yolda Çiçek Ekrem diye dişli bir rakibin oldu, ona göre...

Millet Usta

Çiçek Abbas’tan bahsedip, rahmetli Münir Özkul’un meşhur sahnesini canlandırmamak olmaz. Millet Usta’nın Muktedir Bey’e hitabı:

“Bak beyim, sana iki çift lafım var (ilk çifti 31 Mart’ta söyledim de sen anlamadın, ikinci çifti de şimdi söylüyorum) Koskoca adamsın, gazetelerin, televizyonların, trollerin var, binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana seçimleri iptal etmek, tatilde sıcakta milleti tekrar sandık başına toplamak? Ama nasıl yakışmasın, sen değil misin kendi seçmenini şehir dışından getirip de, kaybedince onları otogarda bırakan, bir kıytırık otobüs biletini bile onlara çok gören! Hıh, sen, bütün devlet imkanlarının sahibi Muktedir Bey! Sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm, ben Millet Usta! Benim iradem yanında sen bir hiçsin, anlıyor musun? Şunu iyi bil, ne sandığıma ne de irademe hiçbir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, algı çalışmalarınla ve toplum mühendisliklerinle mağlup edemeyeceksin bizi!”

BEKA (Belediye ile Kaim olanlar) Savaşı

Efendim, rivayete göre, boğaz kenarında bir yalının çatısında yuva yapmış olan pelikan kuşları varmış. Bu kuşlar, belediye ekiplerinin kendilerine attığı balıklarla besleniyorlarmış. O yüzden, kendilerine “BE”lediye ile “KA”im manasında kısaca BE-KA kuşları deniyormuş. Seçimlerdeki en büyük korkuları da, belediye yönetiminin el değiştirmesiyle, boğaz kenarındaki yalıda boğazlarından geçecek balıkların kesilmesiymiş. BE-KA kuşları için seçimler tam bir beka meselesiymiş anlayacağınız.  BE-KA pelikanlarının beka savaşını tarif için şunu diyebiliriz:

“Neydi bu pelikanların boğaz harbi, var mıydı ki dünyada eşi?
En sefil medya ordularının yüklendi dördü beşi
Yalıdan yol bularak geçmek için saraya
Kaç gazeteyle saldırdılar rakipleri olan adaya?
Saçıyordu akreditasyona sığınmış o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller
Nick name altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her tweet’in yaktığı: Yüzlerce adam
Trolmüş, yalısında uzanıp keyif çatıyor
Bir balık uğruna ya rab, ne Hilal’ler batıyor”

Öne Çıkan Yayın

Gözlükler

  İbrahim Özdabak Karikatürü   “Artık önümüzü göremiyoruz” sözünü ilk duyduğunuzda aklınıza: “Tabii canım, nasıl adım atacağımızı şaşırdık...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: