Bu Blogda Ara

Arşiv

Hahahaber 24 Ekim 2018

Hahahaber 24 Ekim 2018





Sıcak Gelişmeler

*  Hazine’nin %7.5 faiz oranı ile borçlanmasının ekonomik krizle ilgisi olmadığı ve yabancı yatırımcıların psikolojisinin bozuk olduğu öğrenildi.

* Dış Güçler Birliği Türkiye istasyon şefi Paul Hegse, halihazırda Fenerbahçe ile ilgili bir projeleri bulunmadığını açıkladı.

* Artan konkordato, iflas ve yasal el koymalarda ihtiyaç duyulan personeli yetiştirmek üzere Marmara Üniversitesi bünyesinde Kayyum Meslek Yüksekokulu açıldı.




NOT: Bu sayfada yer alan haberler hayal ürünüdür, uydurmadır. Gerçek haberlere benzeyebilir, gülüp geçiniz, kafayı takmayınız. . .

Eyyyt!


Emeklilikte yaşa takılanlar

Son zamanlarda haberlerde çıkan, sosyal medyada adlarından söz ettirmeye çalışan EYT diye bir grup var. “EY” kısmını “el yapımı” şeklinde okuyup sakın ola terörle bağdaştırmaya çalışmayın. Ben her seferinde öyle başlayıp sonunu getiremiyorum. Efendim, EYT kısaca emeklilikte yaşa takılanlar demektir. 

Bu ifadeyi duyunca “insanlar emeklilik konusunda yaşa neden ve nasıl takılır?” sorusu akla gelir. Emekli olmak için uygun yaşta olmadığını düşünüp yaş konusunu takıntı haline getiren insanlar zannedilmesin. EYT, 1999 ve öncesinde sigortalı iş hayatına başlayıp, yeterli prim ve sigortalılık gününü doldurduğu halde emeklilik şartlarına sonradan kanuni düzenlemelerle eklenen yaş şartını doldurmadıkları için emekliye ayrılamayan insanları ifade eder. İşe başladıklarında 5000 prim günü ve 20/25 sene sigortalılık süresini doldurunca emekli olacakları söylenmiş. Kanun koyucular, zamanla bir de kademeli yaş şartı ekledikleri için zavallı çalışanlar yaş şartına gelip takılıyorlar. İsteyen yine emekli olabilir ama yaş şartını doldurmadan emekli maaşını alamaz.

Şuna benziyor; bir halı saha maçı düşünün, kaç kişilik takımların oluşturulacağı, oyuncu adaylarının kimler olduğu, maçın süresi gibi konular belli iken takımlar seçilmiş ve oyuna başlanmış. Maç sürerken takımlardan birinin kaptanı “siz böyle güçlü oldunuz, biz sizi yenemiyoruz” diyerek karşı takımdan adam eksiltiyor veya kurallarda kendi lehinde değişiklikler yapıyor. “Oyuncu değiştirme hakkın var ama yeni oyuncuyu oyuna sokamazsın, yorulan-sakatlanan oyuncun varsa kenarda istediği kadar dinlensin, yeni oyuncuyu ancak 60. dakikadan sonra oyuna  alabilirsiniz” diyor mesela... Ortalama maç süresi de 70 dakika civarı. 

SEÇENEKLER

Şimdi, EYT kapsamındaki bir kişinin neler yapabileceğine bakalım. Emekliye ayrılıpı mevcut işinden çıkabilir. Yaşını dolduruncaya kadar maaş almadan bekler. Bir ağacın tepesindeki filin aşağı inmek için bir yaprağa tutunup sonbaharın gelmesini beklemesi gibi bir şey. Çoluk çocuk ne yer, faturaları-kirayı kim öder gibi dertlerin ağırlığı adamı aşağı hızla düşürür, hafazanallah... 

İkinci ihtimal, emekliye ayrılan kişi maaş için bekleme süresini bir işte çalışarak geçirebilir. Tabi, 35 yaşından büyüklere şans vermeyen iş ilanları arasında kendine uygun bir şey bulabilirse. En az vasıf gerektiren bir işi asgari ücretle yapmak, o durumdaki herkesin yapabileceği bir şey değil. 

Bir diğer durumda mevcutta çalıştığı işi bırakmadan yaşını bekleyebilir. Bakalım işvereni de aynı şekilde mi düşünecek midir? Değişen teknoloji ve iş yapış tarzlarına uyum sağlayabilecek ve daha ucuza çalışabilecek gençler patronların aklını çelebilir. İşini aynı şekilde devam ettirebilse bile yeni yapıda gün geçtikçe emekli maaşı düşme eğilimindedir. 

6 milyon kadar insanın EYT kapsamında olduğu tahmin ediliyor. Her çeşit mecrayı kullanarak haklarını arıyorlar ama henüz olumlu bir gelişme yok maalesef. Seçim bitti, bugün yarın derken, geçen hafta içerisinde Cumhurbaşkanı konu ile ilgili EYT ehlini üzecek açıklamalar yaptı. Konuyu erken emeklilik olarak değerlendiren Erdoğan neredeyse bir “eyyyt” hitabıyla: “Erken emeklilikten yararlanacakların tamamı göz önüne alındığında bu rakam toplamda 750 milyar lirayı buluyor. Ekonomik kurtuluş savaşı verdiğimiz böyle bir dönemde, böyle bir yükü milletimizin sırtına bindirmeye hakkımız var mı, diye milletime soruyorum” dedi. 

500 milyon dolar, sen milyor paraya uçak alındığı (eski sahipleri satıldığını söylemiş), bir günlük saray masrafının 1.8 milyon TL olduğu zamanlarda kime karşı ve nasıl bir ekonomik kurtuluş savaşı veriyoruz bilmiyorum. Gerçi uçağın hediye edildiği söylenmişti ama, kıytırık bir madalya bile alacak olsa dünyayı ayağa kaldıracak alayiş ve nümayişlerle törenler yapıp canlı yayınla yedi cihana duyuracak olan insanlar, 500 milyon dolar değerindeki bir hediye için neden herhangi bir tören yapmadılar ve ancak muhalefet partilerinin millletvekilleri konuyu gündeme taşıyınca hediye edildiğini söylemekle yetindiler anlamış değiliz. 

Bana sorarsanız en güzeli, emekliliğe, yaşa ya da herhangi bir sınava takılmadan yaşamak. İmkanı olan Kütahya Belediyesi Özel Kalem’ine açıktan ve sınavsız girsin. İşe gitmeye bile gerek kalmadan maaşınızı yollayabiliyorlarmış. İşte emeklilik diye buna derim. İsteyen evde oturup internet üzerinden kedi de satabilir, canı sıkılmasın diye. Bu emekliliği isteyenler bir adet milletvekili baba ile başvurabilirler, öyle diyor gazeteler...




Hahahaber 18 Ekim

Hahahaber 18 Ekim 2018

Not: Bu sayfada yer alan haberler hayal ürünüdür, uydurmadır. Şeklen gerçek haberlere benzeyebilir, gülüp geçiniz. Tamam, komik bulmayanlar gülmesin ama ciddiye de almasın...

Enflasyonla Mücadele

Enflasyonla topyekun mücadele

Ekim ayı başında açıklanan enflasyon oranları panik havası oluşturdu. Ölçülen enflasyon, nihayet vatandaşın hissettiği değerlere doğru yaklaşmıştı. Vatandaşı en çok ilgilendiren TÜFE, yıllık %25’lere dayanmıştı. Tabii ki, kötü giden herşeyde olduğu gibi enflasyonun da arkasında muhakkak bir mihrak olmalıydı. İç-dış neredeyse bütün mihrakları düşündüğüm halde enflasyonu tetikleyen mihrakları bulamıyordum. TÜFE kelimesi üzerine yoğunlaştım ve “TÜFE, TÜFE, TÜ..” diye üst üste söylerken farkettim ki, “FETÜ” oluyor! Acilen, devletin bir tedbir alması gerekiyordu.

Hemen, enflasyonla topyekûn bir mücadele başlatıldı. Öncelikle TÜİK’te enflasyon hesaplama işlerinden sorumlu kişi görevden alındı. Biraz, Yiğit Özgür’ün meteoroloji müdürlüğünü arayan adam karikatüründeki gibi oldu bu ama olsun... Meşhur karikatürdeki diyaloglar şöyle:

- Alo? meteoroloji mi?
+ Evet buyrun.
-Allah sizin belânızı versin!!
+N’oluyo ya?
-Ne lan bu sıcaklar ha!?
+Ne alakası var kardeşim, ölçüyoruz biz.
- Kaç derece şimdi?
+ 38.
- Hah! Allah belânızı versin!

“YÜKSEK YÜKSEK FİYATLARLA KRİZ ÇIKARMASINLAR!”

Akabinde, Bakan Albayrak, bazı büyük firmalardan %10 indirim yapma sözü aldıklarını duyurdu. Özellikle enflasyon sepetinde yer alan ürünlerde fiyat artışı yapılmaması hedefleniyor ki bir dahaki ölçümlerde düşük çıksın. Bu %10 indirim meselesini düşünürken, akla 400 liralık ürünleri %25 indirimle 450 liraya satan esnaf kurnazlığı geliyor ama bakalım nasıl olacak...

Belediye başkanları kameralar eşliğinde çarşı-pazar dolaşmaya ve ürünlerin gramajları ile fiyatlarını denetlemeye başladı. Zabıtalarımız kimseye göz açtırmıyor maşallah. Çalışmaları destekleyen vatandaş da adeta şu türküyü söylüyor:

 “Yüksek yüksek fiyatlarla kriz çıkarmasınlar
Aşrı aşrı enflasyona koz vermesinler
Kayınbabasının bir tanesini hor görmesinler
Uçan da fiyatlara malum olsun, enflasyonu özlemedim”

Vaktiyle bir Milli Eğitim Bakanı’nın sarf ettiği bir sözden etkilenip “o kurlar olmasa ekonomiyi ne güzel idare ederdim” diyenler için enflasyonla mücadele bu kadar kolaymış demek. Yapısal reformlara falan hiç gerek yok, fiyatları baskı altında tuttun mu yeter. Tabii, israfı seven milleti de hizaya getirmek gerekebilir. “Vatandaşlar da ihtiyaçları haricinde bir şey almasın” diyen devlet, her ailenin asgari ihtiyaç çizelgesini çıkarıp sadece o listedeki ürünleri almasını isteyebilir. Daha ileri giderek bütün üretim tesislerini kamulaştırıp dağıtımı kendi de yapabilir. Karneler, kuyruklar derken millet aç dolaşır ama en azından sağlıklı olur. Herkes kilo verir, fena mı? Görüyorsunuz, insanlarda nefs-i emmare olmasa dünya imtihanını ne güzel idare ederdik, değil mi?


KRİZ, SEN EKONOMİNİN NERESİNDESİN?


Enflasyonla böyle kapsamlı mücadele edilince sanki ortada bir ekonomik kriz varmış gibi hissediliyor. Gelin, krizin kendisine eski bir İstanbul şarkısı gibi soralım:

“Duruşun andırır manipülasyonu
Fiyatlar şişiren enflasyonu
Kim yapıyor acep, devalüasyonu
Kriz, sen ekonominin  neresindesin?

Bilmem sözde misin, yoksa özde mi
Kaynağın dışarda mı, yoksa bizde mi
Vatandaş, sen krize inanma e mi!
Kriz, sen ekonominin neresindesin?”

Link:  http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/enflasyonla-mucadele_475601

Sarayın Asgarileri


Sarayın Asgarileri
Sayıştay’ın 2017 yılı Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın harcamalarına dair yaptığı denetim çalışmalarının raporları haberlere konu oldu. Tabi, haberlere konu olan harcamaların büyüklüğü. Efendim, Saray’ın bir yıllık masrafı 658 milyon liradan fazlaymış. Aylık olarak bakılırsa 54 milyon, günlük olarak da 1,8 milyon lira olarak hesaplanabilir. Bu masraf sadece Beştepe’nin, yapımı planlanan veya devam eden saraylar buna dahil değil, örtülü ödenekten de bahsedilmemiş, şu anda bilinmiyor.

1,8 milyon lira, asgari ücret üzerinden maaş alan kaç kişinin gelirleri toplamıdır diye bakılırsa yaklaşık olarak 1150 çıkar. Fesübhanallah, kamuoyu nezdinde bilindiği kadarıyla Saray’daki oda sayısı ile aynı! Yani her bir odasının bir günlük masrafını karşılamak için gerekli olan parayla, bir asgari ücretli çalışan  bir ay idare ediyor. Pek tabii, raporda sadece rakamlar yer alıyor, bunların büyüklüğünü anlatmak için daha çok bilinen birimlere benzetilmesi habercilerin işi.

İktisadî olarak zor şartlar altında olduğumuz bugünlerde, dudak uçuklatan rakamlar ihtiva eden raporunun haber olmasının ve bu rapora bakıp Saray’a eeiştiri okları göndereceklerin mesuliyetinin kendisine yükleneceğini hissetmiş olmalı ki  Sayıştay, bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Açıklamada özetle, raporda Saray’ın kendisine ayrılan bütçeyi aşmadan harcama yaptığının belirtildiği ve kamunun zarara uğratıldığı gibi haberlerin doğruyu yansıtmadığı, en azından kendi raporlarından hareketle bunu söylemenin mümkün olmayacağı ifade edildi.

Açıkçası, “Bütçede olmadan nasıl böyle harcadılar, kamuyu nasıl zarara soktular” diye haber yapanı görmedim. Olsaydı, haberi yapanların mahkemeye verildiği haberi şimdiye kadar çoktan çıkardı herhalde. Herkes rakamların büyüklüğünü kendince tasvir etmeye çalıştı. Bana en çok asgari ücret ile ifade edileni anlamlı geldi; Hababam Sınıfı filmini hatırlarsanız, bir grup “hababam” öğrencisi, okullararası bilgi yarışmasına okulu temsilen katılır. Sorulardan biri bir mil’in kaç metre olduğudur. Gelen kopya sayesinde Damat Ferit, bir milin 1609 metre olduğunu söylerken, Güdük Necmi de bir milin 5280 ayak, bir milkarenin de 2590 km2 olduğunu ekler. Neticede fazla bilgi göz çıkarmamıştır. Tevafuğa bakın ki bizim şimdiki asgari ücret de net olarak 1603 TL’dir.

Dış borçların rekor kırdığı, cari açıkların giderek açıldığı, enflasyon canavarının azgınlaştığı, döviz kurlarının tavan yaptığı günlerde, 658 milyon liranın harcanmasını sorgulamak abes bir şey midir? Küçükken “sıra sıra odalar, birbirini kovalar” diye sorulan bilmeceyi duyduğumuzda aklımıza “bi’ tren” gelirdi. Artık bütçeyi bitiren bir şey geliyor olmalı. Aman ha, aklınıza ilk gelen şey değil. Katar gibi düşünün. Hayır efendim, Katar derken ülke olan değil, korkarım ki o da aklınıza ilk gelen şeye doğru götürür. Cevap; sürücüsüz arabalar! (“Merhabalar, nasıl gidiyor arabalar?” esprisinin de sürücüsüz arabalarla ilgili olduğunu düşünüyorum)

Cemiyet içerisinde bu harcamaları çok normal ve itibar için gerekli görenler var tabii. Ak tolgalı bir beylerbeyi komutasında hareket eden AKıncı grup için Yahya Kemal’den ilhamla şunu diyebiliriz:

“1150 asgari ücretli saray askeri o gün çocuklar gibi şendi
Aylıklarının toplamı dev gibi bir sarayın bir günlük masraflarına denkti”

Diğer bir kısım insan ise “nihai-end” makamında  şöyle bir şarkı terennüm ediyor:

“McKinsey’e etmem şikayet, ağlarım ben halime...”

Ekonomik planlarda sıkı mali politikalar uygulanacağının sinyalleri verilip vatandaşlar her fırsatta tasarrufa davet ediliyor. Bugünlerde herkesi kapsayan, sistemden çıkılamayan, zorunlu bir BES getirileceği ve kıdem tazminatları konusunun kaldırılacağı söyleniyor. (Çalışanların maaşlarından kesilerek zorunlu bir bireysel emeklilik sistemine dahil edilmesi projesi şu anda kademeli olarak işliyor ve gittikçe daha çok çalışan bu kapsama giriyordu, istemeyen çalışanlar iki ay sonrasında BES’ten çıkabiliyordu)

Sayın AK tolgalı, “çocuklar gibi şen” olanları ister as gari, ister kes... Çünkü onlar sarayın “asgarileri”... Şu parasızlık günlerinde tasarruf etmek yerine “tasarruy” (saraylanma) devam ettiği sürece sırayla hepimiz “Sarayın Asgarileri” olacağız gibi...

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/sarayin-asgarileri_475028



“Harcadın Kendini Be Adnan!”


Harcadın kendini be Adnan

Üniversite tahsilimi 9 senede bitirdim. 1997’de girdiğim yüksek tahsil hayatım 2006 yılında bitti. Neden bu kadar uzadığını soran arkadaşlarıma “hocanın biri bana taktı, öğrenciliğimi yaktı” diyordum şakasına...
Halbuki lise yıllarında hayaller başkaydı. Fen lisesi okuduğum için default olarak sayısalcı idim. Bense sayısalcılığı becerebiliyor olmakla birlikte sözel bölümlere daha çok ilgi duyuyordum. Hukuk mesela... Çok havalı bir bölüm gibi duruyordu ve kendime çok yakıştırıyordum. Niyeyse cesaret edemedim ve hayata çabucak atılabileceğim bir bölüme girmeye karar verdim. İki yıllık bir program olmalıydı ve iş fırsatları parlak olmalıydı. Para kazanmaya başladıktan sonra kimseyi dinlemeden istediğim bölümü seçip okuyabilecektim. Nasılsa ekstra çalışma ihtiyacı duymadan istediğim bölüme girebileceğim gibi kaynağı müphem bir özgüvenin tetiklemesiyle Bilgisayar Programcılığı bölümünü kazandım. 

Benimle ilgili beklentileri yüksek olan çevremde şok etkisi oluşturdu önlisans programı. Babama “yav Ahmet Abi, sizin çocuğun kafası çalışıyordu, neden dört yıllık kazanamadı? Fen lisesinde okuyan en gerizekalı çocuklar bile tıp kazandı” diyenler oldu. Yazık, rahmetli babam da “çocuk öyle istedi, ne yapalım, dediğine göre güzel bir bölümmüş” deyip duruyordu. Ben, ne yaptığımı bildiğimi sandığımdan öyle çok etkilenmedim. Ama bir dönem okuyup yarıyıl tatilinde Afyon Kocatepe Üniversitesi Biyoloji bölümü kazanan arkadışımla karşılaşınca biraz kendime kızdım. Söze en iyi iki yıllık programın bile en kötü dört yıllık lisans programından aşağı bir seviyede olduğunu söylemekle başladı. Konuşmalarında bir kaç defa akü kelimesi geçti ve bunun benim bildiğim elektrik yükü depolamaya yarayan akü olmadığını anlayınca merak edip akünün ne demek olduğunu sordum. Meğerse, Afyon Kocatepe Üniversitesi’nin kısaltmasıymış. Yani kısaltma kullanabilme yetkinliğine sadece ODTÜ, İTÜ, KTÜ gibi belli okulların sahip olduğunu düşünen bizler için çok garip geldi doğrusu. 

Şimdi hemen kıyas edebilmeniz için söylüyorum, “AKÜ” kazanan arkadaş merkez kampüste değil Uşak kampüsündeki ikinci öğretim programı olan bölümü kazanmıştı. ÖYS puanı ile 372 puanla yerleşmişti. Taban olarak herkese 300’e yakın bir puan veriliyordu, Ortaöğretim Başarı Puanı ve ilk basamak sınavı olan ÖSS’den gelen belli puanlarla zaten 370 puan toplanıyordu, daha ÖYS sorularından gelen puanlar eklenmeden... 1997 ÖSS’de ben ayıptır söylemesi, sıralamada ilk 1500 kişi arasındaydım. İki yıllık programa bu puanla yerleştim. Ha, ÖYS’de bilerek çok yüksek bölümler yazdım, gelse gidip oralarda okurdum. Birkaç yerin tıp fakültesine yerleşecek bir puan almış fakat oraları tercih etmemiştim. Bizim zamanımızda önce tercihler yapılır, sonra sınava girilirdi. Belki puanımı gördükten sonra tercih yapmış olsam tıp veya eczacılık yazardım, bilemiyorum, zira ÖYS’de cidden kendime göre çok düşük bir puan almıştım.

İngilizce hazırlık senesi ile birlikte benim iki yıllık okul oldu mu sana 3 yıl! Güya iki yıl sonunda çalışmaya başlamayı planlıyordum. Şimdi ise tahsilimi 4 yıllık bir programla tamamlamadan çalışmaya başlamayı düşünmüyordum. "Allah insanı iddiasından vurur" diyen İsmet Özel gibi iddiamdan vurulmaya hazırlanıyordum. Yeri gelmişken, İsmet Özel de bu sözüyle bir iddiada bulunmuyor mu? Ve eğer bulunduğu iddiası gerçekleşmezse iddiasından vurulmuş olacak. Ama iddiası iddiasından vurulmak ise o zaman iddasının gerçekleşmemesi gerekirdi... Neyse, fazla kurcalamayalım.

Madem 3 yıl gitti, "bari lisans programına geçiş yapayım da okuduğuma değsin" diyerek DGS’ye (Dikey Geçiş Sınavı) girdim. Benim şansıma, DGS o sene ilk olarak uygulanmaya başladı. Hacettepe Bilgisayar Mühendisliği bölümüne yerleşince, çevremin takdirini geri kazandım. Tabii işimi şansa bırakmamak için o sene bir de ÖSS’ye girmiş ve Akdeniz Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümünü de kazanmıştım. Almanca hazırlığı olan Makine mühendisliği bölümüne kayıt yaptırıp hiç okumadan, Hacettepe Üniversitesi’ni kazandığım belli olunca ayrıldım. Lise diplomamın arkasında üç üniversitenin damgası oluşmuştu. 

Hacettepe’de okuyamadım, sistemin ilk kez uygulanıyor oluşundan kaynaklanan eksiklikler, mevzuatı kimsenin bilmiyor oluşu ile birleşince beni bunalıma sürükledi. İntibak programı en fazla üç dönemde bitmeliydi ve bitmezse okulla ilişik kesilecekti. İntibak kapsamının ise net bir tanımı yoktu ve her okul kendi meşrebine göre yorumluyordu. Hangi dersten muaf olup hangilerini alacağımızın netleşmesi iki ay sürdü. Bu sürede hiç derse girmedim. Bir dönemde alınabilecek ders saati sayısı sistemsel olarak belli bir sayının üstünde olamıyordu ama biz o dersleri almasak intibak bitmemiş olacaktı ve okuldan atılacaktık. Sonradan ÖSYM başkanlığı da yapmış olan dönemin Bilgisayar Bilimleri Mühendisliği bölüm başkanı Ünal Yarımağan, derslere kayıtlı olmasak bile girip geçmemizi, zamanı gelince bir şekilde sisteme ekleyebileceklerini söyledi ama bu bana hiçbir güvence vermedi. Ben önümü net olarak görmek istiyordum ve bu belirsizlikten rahatsız oldum. Okula bir türlü uyum sağlayamayınca yeniden sınava girip bu sefer Galatasaray Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümüne yerleştim.

Galatasaray’da Fransızca hazırlık okumaya başladım. Bu esnada, benden tam dört yaş küçük olup İstanbul’da bir üniversite kazanmış olan memleketten bir tanıdığımla karşılaştım. Düşünün bu çocuk orta üç’te iken ben üniversite kazanmıştım, beni gördüğü yerde neredeyse saygı duruşuna geçerdi, ki yine aynısını yaparak halimi hatırımı sordu. Öğrenciliğimin devam ettiğini duyduğu anda saygı seviyesinde kritik bir düşüş başladı. Hazırlıkta olduğumu söylediğim anda ise küçümseme ve acıma dolu ifadelerle yüzüme baktı, elini omzuma attı ve “harcadın kendini be Adnan!...” dedi. İşte o anda kendimi cidden harcanmış hissetmedim değil…

AKgoritma


Akgoritma

Algoritma denilen şey, şu anda Türkiye’de açılması yasak olan ancak benim de farklı yollar kullanarak erişebildiğim Wikipedia’da şöyle tanımlanmıştır: “Belli bir problemi çözmek veya belirli bir amaca ulaşmak için tasarlanan yol. Matematikte ve bilgisayar biliminde bir işi yapmak için tanımlanan, bir başlangıç durumundan başladığında, açıkça belirlenmiş bir son durumunda sonlanan, sonlu işlemler kümesidir” Bilgisayar programları geliştirilirken önce adım adım yapılacak işlemleri tanımlayan bir algoritma belirlenir. İşlemlerin sırası çok önemlidir, aksi takdirde arzulanan sonuca ulaşılamayabilir. 

Partilerinin veya reislerinin siyasi menfaatlerini azami seviyede tutmak için AKP’nin yöneticileri, parti üyeleri, bürokratları, memurları, gazetecileri, yazarları, trolleri ve kısaca bütün partinin heyet-i mecmuasının, dünyaya bakışı ve olayları yorumlaması ve onlara tepki vermesini temsil eden algoritmaya “AKgoritma” diyebiliriz. Daha doğrusu, algoritmanın sahipleri herhalde öyle derdi diye tahmin ediyorum. Uzun sürelere yayılmış planlamalardan çok fonksiyonaliteye ve hızlı değişime ayak uydurmaya dayanan Agile (Çevik) Yaklaşım ile geliştirildiği söylenen AKgoritma’nın, rüzgar nereden eserse oraya savrulmasına ve “taktik maktik yok, bam bam bam” şeklinde ilerleyen yapısına bakılırsa daha çok AKile Yaklaşım’a yakın olduğu söylenebilir. 

AKgoritma, göründüğü kadarıyla şöyledir: 

Adım 1: Gündeme gelen konu/olay/kişi hakkında sakın aklına ilk gelen şeyi söyleme.
Adım 2: Reisin bununla ilgili bir açıklaması olup olmadığını kontrol et.
Adım 2.1: Varsa ve tekse al, tek değilse içlerinden en yeni tarihli olanı al, diğerlerini unut.
Adım 2.1.1:  Açıklamayı destekleyici argümanlar bul.
Adım 2.1.2: Muhalefeti hainlik ve teröristlikle suçla, Adım 4’e git.
Adım 2.2: Yoksa, Kübler-Ross modeli olarak bilinen, insanları derinden üzecek haberlerin kabullenim aşamalarından geç:
Adım 2.2.1-İnkar: Konu/olay/kişiyi inkar et, olmadı hiç bahsetme, kimseye bahsettirmemeye çalış. Yapabiliyorsan küçümse ve alay et. İflas eden şirketleri, atanamadığı için kendini öldüren öğretmen adaylarını, bankaların önünde kendini yakmaya çalışan çiftçileri, çocuğuna pantolon alamadığı için bunalıma girip intihar eden adam haberlerini görme mesela... Krizi inkar et, israfı inkar et,  “Fark etmek yasaktır” manasında, üstü çizili bir F harfi bulunan tabelalar as etrafa...
Adım 2.2.2-Öfke: Baktın, inkar ettiğin haberler bir şekilde duyuldu ve konuşuluyor, hemen konuyu büyük resime, olayı dış güçlere, kişiyi terör örgütlerine bağla. Pantolon alamadığı için intihar eden adamın haberini yapan adamı gözaltına al, Rize'de "Kesilen asırlık çınar" haberini yapan gazeteciyi ifadeye çağır.
Adım 2.2.3-Pazarlık: “Harun olmaya gediler, Karun oldular, İsrail’in trenine vagon oldular”, “altı ayda haşadını çıkarırım, Telekom’un hesabını sormazsam namerdim”, “Bizans dahi duruşuyla bugün birçok AKP'liden daha millîdir” gibi sözleri sarf etseler de insanlarla pazarlık yap. Bir de baktın saflarına katılmışlar...
Adım 2.2.4-Depresyon: Çok fena, buraya hiç girme, ne yap sen biliyon mu, hemen Adım 5’e...
Adım 2.2.5-Kabullenme: Bu adım şeklen var da, bir önceki adım şartsız şurtsuz doğrudan Adım 5’e yönlendirdiği için mantıken ve fiilen buraya hiç uğramayacaksın. İstediğin adıma git, burada kalma da...
Adım 3: Reis bir önce söylediğinin tam tersini söyler ya da yaparsa şaşırma. Misal, ekonomik krizin rahiple hiç ilgisi olmadığını söyleyebilir. Bak, bir cümlede iki dönüş: birincisi ekonomik krizin kabulü, ikincisi bunun sebebinin rahip olmadığı. ABD’nin üst akıl olduğu, en büyük terör destekçisi olduğu ilan edilmişken, ekonomi yönetiminin denetimi ve danışmanlığı ABD’lilere teslim edilebilir. Ayaklar altına alınan milliyetçilik baş üstüne, yükselmeyecek denilen dolar beş üstüne çıkabilir. Dur, kafan karışmasın hemen Adım 2.1.1’e git.
Adım 4: Tebaadan olup Adım 1’e uymayan, ya da Adım 2.1’deki en yeni tarihli açıklamayı almayanları linç et.
Adım 5: Reisin en doğrusunu bildiğini idrak et, kendisine minnettar ol.

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/akgoritma_474427

İman-ı Bilasyon

kriz ne arar pazarda



Bugünlerde ülkemizin ekonomik bir kriz içerisinde olduğu söyleniyor. Bu iddiaya en ikna edici cevap, devletin tepesinden geldi: “Bizde kriz mriz yok, bunların hepsi manipülasyon”
Devlet büyüklerinin sözlerine sorgusuzca inanmaya “iman-ı bilaisyan” denir. Söylemesi zor olduğu için zaman içerisinde değişime uğramış ve halk ağzında iman-ı bilasyon şeklini almıştır. Ekonomik iman-ı bilasyonun şartları şunlardır:

1. Enflasyonu kabul etmemek
2. Enflasyonun sebep olduğu fahiş zamları kabul etmemek
3. Döviz kurlarındaki yüksek değerlerin gerçekliğine inanmamak
4. Ödeme dengelerindeki sıkıntıları görmemek
5. İflas eden, batan şirketleri yok saymak
6. Borç olarak alınan paraların bir gün ödenmesi gerektiğini düşünmemek

Yine de Şahlanıyor Aman, Türkiye’nin Ekonomisi...

Ben şahsen krize inanmıyorum. Bir kere, tam 12 Eylül günü Cumhurbaşkanımızın Varlık Fonu başkanlığına Recep Tayyip Erdoğan’ı ataması, ekonomide “yine de şahlanıyor aman” etkisi yaptı, inkâr etmeyin. Sonra, seçimden önce verilen ahtlere bağlı olarak başlaması gereken “Sözüm Süreci” kapsamında kısa zamanda PPK (Para Politikaları Kurulu) faiz silahını bırakacak ve anaparalar artık ağlamayacak. Dolar’ın yükselmesini dert etmeyin, şu sıralar ecnebilerin adına falling stars dedikleri bir akım var, ünlüler düşmüş halleriyle selfi çektirip paylaşıyor. Bizim de en çok yükselen yıldızımız dolar. Kendisini ikna ettik mi, hemen o akıma uyup düşecektir.

Ekonomi yönetimimizin ne kadar başarılı olduğu şundan da anlaşılabilir, krizle resmen dalga geçiyoruz. Hababam Sınıfı filminde Hafize Ana (Adile Naşit) sınıfa yeni gelen öğrenciye yapılan kollektif şaka için öğretmen rolüne bürününce, sınıfa girer girmez sözlü yapacağını söylüyordu. Hemen ardından “kağıtları çıkarın” demişti. Şaşıran yeni öğrenci Ahmet, “sözlü demedi mi, kağıtları neden çıkarıyoruz?” diye sorunca hemen “Sıfırcı Hafize”nin şaşırtmayı çok sevdiği, sağınının solunun belli olmadığı ve sözlü gibi başlayıp yazılı ile devam edebileceği söylenmişti. Ekonomi bakanımız da OVP gibi başlayıp YEP’e dönüşen bir program açıkladı.

Uçakları Karadan Yürütmek

Geçim sıkıntısı çeken bir aile lüks bir araba alabilir mi? Yahu almayı bırakın, kendisine hibe edilse bile vergisiydi, sigortasıydı, muayenesiydi, bakımıydı derken o araba kapının önünde duracak olsa da, sabit bir sürü masrafı olacak. Ben olsam, o arabayı hemen satar borçlarımı öderim. Durumumuz gerçekten kötü olsa 500 milyon dolar istenen bir uçağa talip olur muyduk hiç? Şu anda galiba en son hediye edildiği söylenen uçakla birlikte Cumhurbaşkanlığı’na ait 13 uçak var. Bu kadar uçağı ne yapacaklar demeyin. Cumhurbaşkanlığı forsunda 16 yıldız var. Her bir yıldız bir uçak temsil etse, 16 uçak bulundurmak gerekir. Cumhurbaşkanının kendisi için iki uçağı olsa, Varlık Fonu başkanının da bir uçağı olmasın mı? Sonra başkomutana da en az bir tane gerekir. Yürütmenin başındaki isim de sıfatına layık olarak uçak yürütmek isteyecektir. Yürütmek derken, gerçek anlamıyla karada yürütmekten bahsediyorum. Gemileri karadan yürüten ecdada layık olmak gerekmez mi? Onların zamanında en gelişmiş araç gemi olduğundan gemileri yürüttüler. Zamanımızda ise yaygın olarak kullanılan en gelişmiş araç uçak. Yürütmemizin başı da dosta güven, düşmana korku vererek uçak filosunu karadan yürütüp gönülleri fethedebilir pekala...

KASIMPATI

Şimdi diyeceksiniz ki, elektrik, su ve akaryakıt başta olmak üzere iğneden ipliğe herşeye zam gelmiş, ülkenin en büyük sermaye grupları bankalara yaptıkları ödemelerde zorlanıp yapılandırma istemiş, kimi paralarını yurtdışına çıkarmış, paramız sene başından beri %75 değer kaybetmiş, faiz oranları fırlamış, çok ünlü firmalar bile ardı ardına konkordato ilan ediyor, alacaklarını tahsil edemeyen ve borcunu ödeyemeyen bir çok esnaf kapısına kilit vurmuşken uçan saray almanın, ejderli sumutinin zamanı mıydı? Yaprak dökerken bir yanımız, bir yanımızın bahar bahçe olması normal mi?

Sakın ha, bütün bunlara bakıp bir kriz olduğunu düşünmeyin. İman-ı bilasyon’u hatırlayın. Yaprağını döken de, bahçeye bahar yaşatan da aynı çiçektir, krizantem çiçeğidir. Özür dilerim, kriz mriz yoktu değil mi, çiçeğin yerli ve milli ismini veriyorum: Kasımpatı...
 Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/iman-i-bilasyon_473806

Yer Kekimi Kanunu

Yer kekimi kanunu
Yakın zamanlarda genç bir mucidimizin haberi çıktı. En büyük ajansların da geçtiği habere göre 18 yaşındaki bu genç, kendi imkanlarıyla yerli ve milli bir anakart üretmişti. Kendisi hakkında köşe yazısı yazanlar da vardı. Ağustos ayı içerisinde haber çıkmıştı ve milli bir zafer sayılırdı. Bu zafere isim vermek gerekseydi ben şahsen “Anakartalar Zaferi” derdim.

AR-GE çalışmaları için 436 bin lirası faturalı olmak üzere yaklaşık bir milyon lira harcadığını söylüyordu. Seri üretime geçebilmek için devlet desteği beklediğinin de altını çiziyordu tabi… Sonra ne mi oldu dersiniz? Bahsedilen anakartın Çinli bir firma tarafından üretildiği ve üç yıl önce piyasaya sürüldüğü ortaya çıktı. Hem de, 120 dolar’a satılıyormuş.

Kitle Çekim Kanunu ve Zaafiyet Teorisi

İthal ürünlerden bıktığımız ve beton harici yerli-milli üretime en çok ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde, “yer kekimi” kanununu kullanarak insanları keklemek isteyenler için müthiş fırsatlar var. “Yer kekimi”nin aslında genel formu Kitle Çekim Kanunu’dur. Kitle Çekimi Kanunu, en iyi şekilde Zaafiyet Teorisi ile açıklanır. Kitlelerin zaaflarını ve hassas oldukları hususları tespit edip o zaafları istismar etmek suretiyle kitlelerin çekilebilir olduğunu iddia eden görüşe Zaafiyet Teorisi denir. Kitle çekim veya özelde “yer kekimi” kanunu en zayıf kuvvet olarak bilinse de yaygınlığı çok fazladır ve siyaset, ticaret, akademi ve sanat gibi her alanda kullanılabilir. Yenebilirliği yüksek olan kek her yerde kendini yedirir, kek yemek isteyen de her keki yer.

Geçen yıllarda, tek bir ana sunucu ve disksiz bilgisayarlardan oluşan bilgisayar ağı (DİSKNET) kullanarak bazı belediyelere ve bakanlıklara milyon dolarlar seviyesinde proje gerçekleştiren biri vardı. 80’li yıllardan beri dünyada kullanılmakta olan teknolojiyi “kendi icadım” diye sunarak TÜBİTAK desteği alan bu kişi “yer kekimi” kanununu iyi kullanmıştır diyebiliriz. 10 yıl uğraşıp 10 milyon TL harcadığını söyleyerek yerli ve milli bir arama motoru geliştirdiğini iddia eden ekibi hatırladınız mı? Yıl 10, masraf 10 milyon TL, yer kekimi ivmesi 10 m/sn2 olunca 10 numara kek yaptılar diyecektik ama motorlarının Google altyapısı kullanarak sonuç ürettiği kısa sürede ortaya çıktı.

Döviz ve doların Türk literatüründen çıkarılması gerektiğini söyleyen ve “Bizim dövizle değil işimizle haşır neşir olmamız gerekiyor. Biz inanan ve şükreden bir toplumuz. Ekonomide sıkıntı, durağanlık var ama hiç kimsenin de fazla bir şikayeti yok. Vatandaş, ‘Devletimin yanındayım’ diyor. Biz ‘Bu sene para kazanmasak da olur’ diyoruz. Yüzde 10 zarar etsem ne olacak. Yeter ki ülkeme bir şey olmasın. Bütün esnafımız, bütün üyelerimiz aynı duygu ve düşüncede” diyen vatandaşın da döviz bürosu sahibi olduğu söyleniyor. Yüzde 10 diyerek yer kekimi ivmesine yaklaşmış ama foya meydana çıktığı için puanımız sıfır…

Sadece yerli ve milli kekleyiciler yok canım, Türk Telekom’un %55 hisselerini 20 yıllığına bizim bankalardan temin ettiği borçla alan, 10 yılı aşkın sürede 20 milyar dolardan fazla para kazandığı halde borçlarını ödemeyen yabancılar da var. Ödenmeyen borçlara karşılık hisselere el konuldu ama bankalarımız inşallah bu kıssadan hisselerini de almıştır.

Siyasette “Yer Kekimi”

24 Haziran seçimlerinde enflasyon, işsizlik, döviz kuru ve faizleri indirmek için millete aht veren ama bunu nasıl yapacağından bahsetmeyen, hemen hemen Millet Kıraathaneleri ve kek haricinde somut bir vaadi olmayan bir parti seçimi en yüksek oyu alarak kazandı. Emanet ve borç paralarla ekonomiyi döndürmeye çalışan, ithalata ve lüks tüketime teşvik ederek yerli üretimi bitiren hükümet, gittikçe artan açıklarını kapatmakta zorlanınca meselenin dış güçlerin saldırısı olduğunu söyledi. Vatandaşın yastık altındaki birikimlerini isteyen ve her daim onu tasarrufa çağıranlar bakın neler yiyormuş:
Ejder meyveli smoothie (chia tohumu eşliğinde)
Efuli (liçi meyvesi eşliğinde)
Aloevera (starex meyvesi eşliğinde)
Orman meyveli special
Bahçe naneli limonata
Taze sıkılmış portakal
Taze sıkılmış greyfurt
Taze sıkılmış havuç
Taze sıkılmış elma
Pataşur içerisinde çerkez tavuğu
Zencefilli somonlu suşi
Tartalet içerisinde Antakya usulü humus
Susamlı levrek simidi
Aydın usulü kuzu çöp şiş…

Vatandaş mı, durmak yok, kek yemeye devam…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yer-kekimi-kanunu_472552

Saraya Saraya Bulsam İzini

Saraya saraya bulsam izin
Teröre en iyi cevap olarak üçüncü köprüyü, bizi kıskananlara nispet olsun diye üçüncü havalimanını yapan Türkiye, dış güçlerin saldırısına, mükemmel bir zamanlama ile üçüncü Cumhurbaşkanı sarayıyla karşılık vermeye hazırlanıyor. Üç ile güç arasında nasıl bir ilişki var bilmiyorum ama mevcut hükümet, üçüncüsünü yaptığı/yapacağı her şeye muazzam bir güç atfediyor.

Malazgirt Zaferi’nin 947. yıldönümü münasebetiyle yapılan törenlerde, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından Ahlat’ta 10 dönüm alanda, 1071 metrekare oturma alanına sahip bir saray yapılacağı müjdesi verildi. Hadi bakalım Bizans, şimdi ne Diyojen bu işe? Yaaa, işte böyle alırlar adamın aklını. Tabii, metrekare veya oda sayısında miladi 1071 tarihi yerine Hicri karşılığı olan 463 sayısı da kullanılabilirdi ama tasarruflusu pek makbul karşılanmayan itibar, sayıca daha büyük olan 1071’i gerektiriyor. Sarayı yaptıracakların da devlet teamüllerine uyarak “ben sarayın zevkli, çelik konstrüksiyonlu ve Ahlatlı olanını severim” diyeceklerini tahmin ediyorum. Saray diyoruz ama “otağ” yapılacağını söyleyen de var. Üç-dış güç, otağ-karanlık odak uyumuna bakılırsa o da olumlu.

Her İle Bir Saray!

Dış saldırılara karşı insanımız çok hassas davranıyor. Dolar 7 TL civarına geldiğinde bütün dövizlerini bozarak oyunu bozmaya çalışan hamiyetperver vatandaşlarımız var biliyorsunuz. Oyun büyüdükçe doların daha büyük rakamlara ulaşmasını beklerler. Hatta döviz bozma işlemi de yetmeyebilir. Bu durumda B planına geçip saray yapımına ağırlık verebiliriz. (B planı ismi, dolar kurunu indirmek üzerine sıradışı bir çözümü bulunan Necmettin Batırel’in tekniğinden ilham alınarak geliştirildiği için soyisminin baş harfi kullanılarak oluşturulmuştur) B planı şudur: Ben olsam şak, on ilde saray inşaatı başlatırım. Dış güçler şaşırır, sonra şak diye on ilde daha saray inşaatı için düğmeye basarım. “N’oluyor?” derler, şaaak bir on saray daha, hatta sırayla her ile bir saray derim, çil yavrusu gibi dağılırlar. Zaten milletin olacak diyorlar saraylar için, bence imkan varsa her ilçeye bile yapılabilir. Biz de vatandaşlar olarak şunu deriz: “Saraya saraya bulsam izini / Hafriyat tozuna sürsem yüzümü”

ABD’ye Karşı Kozlarımız

ABD’ye karşı kullanabileceğimiz kozlarımızdan birinin Kanal İstanbul olduğunu söyleyenler var. İhraç mallarımıza ek vergi mi koydular, hemen büyük bir kanal daha yapalım, Sinop’tan Akkuyu’ya… İki şehirde de nükleer santral olacağı için, santrallerde ısınan sular kanalda gidip gelirken soğumuş olur. Yollar gibi, kanal da duble olacak tabi. Kanalın her iki tarafı boydan boya imara açılır, üstüne de onlarca köprü yaptın mı, gelsin inşaatlar… Köprülerin hepsine de on yıllarca geçiş garantisi verildi mi tadından yenmez. Torunlarımız “ne kan almış” diyerek AKP’yi yad ederler artık… Böyle üç tane daha kanal yapsak Anodolu ada dolu bir coğrafya olur. Hatta Artvin’den başlayıp Hakkari’ye kadar sınır boyunca bir kanal yapılır, oradan da batıya Akdeniz’e kadar güney sınırlarımız boyunca uzatılırsa sınırlarımızı da daha emniyetli hale getirmiş oluruz
F-35 vermemekle bizi tehdit ettiler ya, gerekirse kendimizin geliştireceğini söyleyerek cevabı yapıştırdık. Bence çok isabetli ve doğru bir karar. Katma değeri yüksek ve çok para kazandırabilecek bir ihraç ürünümüz olur, fena mı? Antalya oto sanayii bu işe talip olduğunu söylemişti galiba. Şahsen, İzmir Karşıyaka sanayisinden de F-35.5 hamlesi bekliyorum, yakışır… Hatta İzmir’de geliştirilene EFE-35.5 desek daha güzel olur sanki… Peki, bir çok ülkenin katılımıyla, milyarlarca dolar paralar harcanarak ve yıllar süren çalışmalarla geliştirilen uçağı yerli ve milli ürün ve metotlarla acaba nasıl geliştirebiliriz? Kağıttan yapalım desek, ülkede kağıt üretilmiyor hep ithal ediyoruz. Kağıdın en ucuzu saman kağıttı diye hatırlıyorum. Bu kağıt samandan mı yapılıyor bilmiyorum ama diyelim ki onu yapmak için de saman kullanılsın. İyi de, biz saman da ithal ediyoruz? Yerli saman için buğday üretmeye karar verdik diyelim. Tohumu dışardan aldığımız, gübresi ithal olan buğday ne kadar yerli olacak ki samanı milli olsun? Savunma sanayimizi ve teknolojik imalatımızı geliştirmek istiyorsak işe topraktan başlayalım derim, gerisi gelir zaten…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/saraya-saraya-bulsam-izini_471897

Öne Çıkan Yayın

Gözlükler

  İbrahim Özdabak Karikatürü   “Artık önümüzü göremiyoruz” sözünü ilk duyduğunuzda aklınıza: “Tabii canım, nasıl adım atacağımızı şaşırdık...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: