Bu Blogda Ara
Arşiv
Vaatleri Ayarlama Enstitüsü
Seçim dönemlerinde iktidara talip olanlar, seçmenlerin ilgisini ve oylarını çekmek için birtakım vaatlerde bulunurlar. Bazısı ayakları yere basan, elle tutulur şeyler vaat ederken bazısı da ya hesap kitap yapmadığından ya da kazanamayacağını bildiğinden uçuk kaçık, ipe sapa gelmez şeyler yapmak için söz verirler. Tabi, bu vaatlerle seçmen beklentisi piyasasını yükseltirler ve böylece kazanan taraf olabildiğince yüksek elden başlamak zorunda kalır, maksat kızıştırmak olsun… Çoğu kez de akılda kalıcı, söylemesi kolay ve kısa sloganlar seçilir; mazot bir TL olacak, asgari ücret 2500 TL olacak, emekli maaşlarına bin lira zam, gençlere 500 lira harçlık verilecek, herkesin evi ve arabası olacak gibi…
Seçimden önce bol keseden dağıtılan sözler derli toplu bir biçimde kayıt altına alınmadığından, kazananın insafına kalıyor bunları gerçekleştirmek. Keşke, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı eserinde anlattığı gibi bir “Vaatleri Ayarlama Enstitüsü” olsaydı. Bir parti vaatte mi bulundu, hemen onu gerçekleştirmek için ne kadar süre gerektiği, ne kadar kaynak kullanılacağı, kimin ne zaman bu vaatte bulunduğu gibi tafsilatlı bir kayıt tutulsa fena mı olurdu? Kazananlara da vaat listesini hatırlatıp dönemi geldiğinde gerçekleştirilme oranlarını da takip edebilseydik… Şüpheli seçim paketlerini ihbar ettiğimizde, enstitü hemen olay mahalline bir fünyeli Abdullah gönderip patlatsaydı…
MANİFES”TURA”
Seçim manifestosunu ilk açıklayan iktidar partisi oldu. Hemen akabinde, vergi affından imar barışına, emeklilere ikramiyeden varlık barışına kadar pek çok konuda paketler birbirini kovaladı. Vaatleri Ayarlama Enstitüsü halen kurulmadığı için vatandaş olarak şüpheli gördüğümüz paketleri kime şikayet edeceğimizi bilmiyoruz. Konut sektörü için getirilen ve KDV + tapu harcı indirimi yanında kamu bankalarının para toplama maliyetinin altında oranlarda kredi kullandırılmasını ön gören paket ne kadarlık bir zarar doğuracak ve bu zarar nasıl karşılanacak?
İktidar, kendisine seçimi her türlü kazandıracağını beklediği “yazı”lı manifes”tura”sında vaadettiği daha çok demokrasi, özgürlük ve daha çok adalet gibi husuları şimdiye kadar neden tesis edemediğini açıklamıyor. Vaad ettiğine göre, bu alanlarda bir eksiklik bulunduğu kabul ediliyor yani. İşsizlik, enflasyon, faizler gibi ekonomik değerlerin düşürüleceğine dair “ahdim var” denilerek ahit veriliyor. Bu haliyle Uruguay’da çekildiği öne sürülen bir ses kaydında kendisinin de kandırıldığını ancak kimsenin korkmaması gerektiğini ve kimseyi mağdur etmeden herkesin parası geri vereceğini söyleyen çiftlikçi çocuk manifesTOSUN’a benziyor diyebiliriz.
Acizane, kendileri için Zafer Dilek’e ait Kürdilihicazkar makamındaki “Yaşadım mı, öldüm mü” isimli şarkıyı bir seçim şarkısı olarak uyarladım, artık kullanırlar mı kullanmazlar mı kendilerinin bileceği iş:
“Hiçbir parti ile arkadaş dost olamadım
Beni candan sevecek müttefik bulamadım
Ah ile, aht ile geçti bu ömrüm
Kandım mı, kandırdım mı anlayamadım
Sandıklar doldu taştı da bağlayamadım
Nasıl seçti bu halk beni anlayamadım
Ah ile, aht ile geçti bu ömrüm
Kandım mı, kandırdım mı anlayamadım
Tövbe ettim aldanmaya, söz tutamadım
Dış mihraklar peşimde hep adım adım
Ah ile, aht ile geçti bu ömrüm
Kandım mı, kandırdım mı anlayamadım”
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/vaatleri-ayarlama-enstitusu_461753
Seçim ve Geçim
Normal süresine uyulsa 2019 yılında yapılacak olan Cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimlerinin 24 Haziran 2018 tarihine çekilmesinin muhtemelen pek çok sebebi var. İlik nakli yapılmış cübbelerle işlenen hukuk cinayetleri, keyfi işletilen ve muhalif fikirli insanları sindirmek için kullanılan OHAL rejimi, içeride ve dışarıda günü birlik değişen politikalar ve dost/düşman tanımı, liyakat değil yakınlık ve sadakat gözetilerek doldurulmuş kadrolar, bir türlü dikiş tutturulamayan eğitim sistemi, tıkanma noktasına gelen sağlık sistemi gibi devlet işleyişini olumsuz etkileyen durumlar, bütün vatandaşları ilgilendirdiği halde herkesi aynı anda ve aynı şekilde rahatsız etmiyor olabilir. Kimi “bana dokunmayan OHAL bin yaşasın” diyebilir, parası olan özel okul ve hastaneleri kullanarak kaçabilir, memuriyetle ilgisi olmayanlar liyakat ihlallerini umursamayabilir mesela… Ancak dövizler fırlar, faizler yükselir, işsizlik ve enflasyon oranları patlar ve borsa çakılırsa, işte bunları hissetmeyecek kimse kalmaz.
Seçimi Öne Çeken Ekonomik Durum
2018 itibarıyla 60 milyar dolar civarlarına dayanan cari açık, 500 milyar dolara yaklaşan dış borçlar, düşen kredi notlarımız, kısa zamanda tek haneye inmesi zor görünen enflasyon, türlü oyunlarla maskelenmeye çalışılsa bile tüm zamanların en yüksek değerine ulaşan işsizlik oranı, 20-25 yıl sürelerle kullanım-geçiş garantisi verilmiş, köprü, otoyol, tünel, havalimanı ve hastane gibi altyapı projeleri, değil sadece bugünü, önümüzdeki belki 20 yılı kapsayan dönemde kolayca tamir edilemeyecek ekonomik arızalardır. Hele de satılacak herhangi bir kamu işletmesi de kalmamışsa… Erken seçimi dillendirip karar alınmasını sağlayanlar, ülkenin 2019 Kasım’ına kadar dayanacak gücü olmadığını ifade etmişlerdir. Seçimi kim kazanacak olursa olsun, işi kesinlikle kolay olmayacak ve faturasını millet olarak hepimiz üstleniyor olacağız.
Kısa vadede iktisadi çözümler bulmak için yerin altında bulacağımız ve değeri yüksek bir maden işe yarayabilir. Ya da, uzay madenciliği işine girebiliriz ama onun için de yüksek teknoloji gerekiyor ve oldukça yüksek masrafları var. Değerli madenler barındıran gök cisimlerinin ülkemiz semalarından düşmesini bekleyebiliriz ki, bugüne kadar Sarıçiçek köyü haricinde fazla bir örneğine rastlamadık. “Göklü ve milli” servetin gelip gelmeyeceği ya da ne zaman geleceği belli değil. Bir diğer çıkış yolu da katma değeri yüksek ürün/hizmetler bulup ihraç etmek. Bugün piyasa değeri Türkiye’nin ve pek çok ülkenin toplam milli gelirine eşit ve hatta daha yüksek olan yazılım/mobil uygulama şirketleri dünyada mevcuttur. Bunu başarabilmenin yolu da bilimsel ve teknik kapasitesi yüksek kadrolar yetiştirmek ve bu insanlara gerekli kolaylığı sağlamaktır.
Üniversiteler…
Kalifiye insanlar tarlada karpuz gibi yetişmiyor tabi, en yaygın yöntem kampüs içerisinde üniversitelerde yetiştirmektir. Orta öğrenimden başlayarak kabiliyetlere göre yönlendirmeler yapmak, yüksek öğrenimde liyakat esasına göre oluşturulmuş kadrolarla bağımsız ve özgür bilimsel çalışmalar yürütmek gerekir. Kardeş katli fetvasına benzer şekilde rakiplerinin ayağını kaydıran ve siyasi/ideolojik kaygılarla görevlendirilen rektör/öğretim üyeleriyle olmaz. Popülist yaklaşımlarla, ihtiyaç olup olmadığı araştırılmadan, mezunlarının yaşayabileceği istihdam problemleri hesaplanmadan açılan yeni üniversiteler, ancak siyasilerin işine gelir. İşsiz genç sayısını asgariye indirir, iyi bir istikbal tahayyül eden gençlere umut kapısı olur ve kendine yakın kişileri öğretim kadrosunda istihdam eder, daha ne olsun? Son zamanlarda, öğrenci ve akademisyenlerin görüşü alınmadan, üzerinde yeterli şekilde düşünülmeden büyük çaplı ve köklü üniversiteleri bölmek suretiyle yeni üniversitelerin ihdas edilebilmesini öngören bir kanun taslağı Meclis’e gönderildi. Bu kanun geçerse uluslararası bilinirliği ve marka değeri olan üniversite ve fakülteler zor durumda kalabilir. Korkarım ki, hızlarını alamayıp galata düşerek Galata ve Saray, Boğa ve Ziçi, Hacet ve Tepe, Od ve Tü üniversitesi gibi yeni üniversiteler oluşturabilirler. Ne demişti bir iktidar milletvekili: “yasama bizde, yürütme bizde yargı bizde… kim neyi denetleyecek? Oğlan da bizim, kız da bizim!”
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/secim-ve-gecim_461137
Türkiye Birden Büyüktür
Ülkemizde seçime yaklaştığımızın işareti olan birkaç şey vardır; kaldırımlar sökülüp tekrar yapılır, imar barışı/affı gelir, gecekondu gibi kaçak binalara ruhsatlar dağıtılır, vergi afları, borçların silinmesi/yapılandırılması gibi imkanlarla nakdi mükellefiyetleri hususunda hassas davranmayan vatandaşlar ödüllendirilir. Memleketin muhtelif yerlerinde petrol, doğalgaz ve bor gibi kaynakların bulunduğu şeklindeki haberler artar. Saflık derecesi çok yüksek olan, dünya üzerindeki rezervlerinin büyük kısmının ülkemizde olduğu ve o güne kadar daha önce adını duymadığımız “bilmemnonsiyum” gibi tuhaf isimli element/mineraller keşfedilir. Muş Ovası’nın, ülkemiz toplam tarım ihracatının dört katını ihraç eden ve Konya’nın yüzölçümü kadar alana sahip Hollanda ovalarını geçeceği, Muşlular paralarını nereye koyacaklarını bilemeyecekleri muştusu verilir.
Yerli ve milli etiketli, “dosta güven, düşmana korku veren” silahları üretmeye başladığımızı öğreniriz: Konyalı bilim insanlarımız tarafından geliştirilmiş “Tankonya” isimli ultra über muharebe gücüne sahip, insansız, “işsiz-işsaz-işsassız” tanklar, havada süzülen yerli ve milli denizaltılar, aynı menzile farklı yollardan ulaşmaya çalışan, açıklansa Kılıçdaroğlu’nu ve dahi seçimleri unutturacak güdümlü füzeler, ışık hızında giden mermiler… Aşmış-coşmuş teknolojiye sahip olduğu söylenen bu silahları veya üretildiği tesisleri gören olmaz, sadece trol hesaplar aracılığıyla hızlı dolaşıma sokulan resimlerden ne görebilirsek artık…
RTL: Rakamsız Türk Lirası
Yukarıdaki örneklere ek olarak bu seçim döneminde “Yerli ve milli para kullanarak kur oyununu bozacağız” sözüyle TL kullanmayı yakın zamanda bırakabileceğimizin sinyalleri verildi. TL’den bir şeyler silip yeni isim verdik mi, tamamdır bu iş. Malum, eski paralarımızdan sıfırlar attık. O sıfırları tuvalete mi attık bilmiyorum ama sıfırlar atılmadan önce ile atıldıktan sonraki tuvalet ücretleri kıyaslaması hala siyasilerimizin dilinde. Fakat aynı hamleyi yapıp kendini tekrarlamak anlamsız olur. Bir liradan hangi sıfırı atacağız ki zaten? 3’e veya 4’e bölsek olmaz mı demeyin, sıfırı atılmış paralarda bile eski parayla ne kadar değeri olduğunu anlamak için durup düşünüyoruz, iyice hesaplar birbirine karışır.
Bence, bu sefer daha radikal bir şey yapalım ve biri atalım! Evet, yanlış okumadınız, bir liradan biri atalım diyorum! Adına da “rakamsız türk lirası” deyip RTL kısaltması ile birlikte kullanalım. Sloganımız da “Türkiye birden büyüktür!” olsun. 1 TL’nin biri gidince sıfır kalır. Sıfırın bütün katları yine sıfır olacağı için tek tip bir banknot basılması yeterli olacaktır. Gereksiz kağıt masrafından da kurtulmuş oluruz. Üzerinde değer olmayan boş bir banknot ne ifade eder demeyin. Banknot ne demek, banka notu demek… Herkes kendi RTL kağıdının üstüne, çek yaprağına yazar gibi rakamını yazıp imzalayıp kullansın. Artık bankaların değl, milletin notu geçerli olsun. “Ne paralar gördüm üzerinde değer yok, ne değerler gördüm, hiçbir para ile satın alınamaz” gibi sözlerle de sosyal medyada paylaşımlar yaptırıldı mı tamamdır, herkes artık seve seve yeni parayı kullanacaktır
Tabii ki herkes istediği rakamı yazamayacak merak etmeyin, onu da düşündüm. Öncelikle harkes sahip olduğu serveti altına dönüştürüp Merkez bankasına teslim edecek, hesabındaki altınlar değerinde çekler yazıp alışverişte kullanabilecek. Hem de “bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler” şeklindeki iktisadi yaklaşım ile de uyumlu olur. Rabia işareti yapan görünmez bir el dengeyi sağlayacaktır. 1’den büyük olduğunu anlayan Türkiye de birden büyümüş olacak. Ne dersiniz, denemeye değmez mi?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/turkiye-birden-buyuktur_460482
İntiharp
Zahire bakılırsa aniden gelişen, sebebe bakılırsa Devlet Bahçeli’nin pimini çekerek ortaya attığı bir bomba gibi patlayan, yaygın kanaate göre ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şekillendirdiği ultra erken seçim dönemine girmiş bulunmaktayız. Rabbim, evrensel değerlere bağlı, hukuk çerçevesinde hareket edecek ve ülke selameti için çalışacak kişi ve kurumların seçilmesini nasip etsin. Sadece kendisinin ve yakın çevresinin menfaatini gözeten, bu menfaati temin etmek sürdürebilmek için dini, milli ve manevi bütün değerleri fütursuzca istismar edebilen kişilere de fırsat vermesin inşallah…
SEÇİM HESAPLARI
Fikri ortaya atan ve geliştirip karar veren ikilisi olarak Bahçeli-Erdoğan görüşmesi 30 dakika sürdü. Hal hatır sorma, çay içme gibi teamülleri çıkarırsak geriye fazla da bir süre kalmıyor sanki. Düşünsenize, Bahçeli usulü seçim gerekçelendirme bile ne kadar sürüyor: “2018 yılında seçim yapmalıyız çünkü formülü şöyle; 20 ile 18’i topla, ne etti, 38… Şimdi 20’deki 2’nin yanındaki sıfırın bir anlamı yok, sil sıfırı ne kaldı, 2… 38 ile ikiyi topla, kırk yapar… ” 24 Haziran formülasyonu da şöyle olmuş olabilir: “6. ayın 24’ü… toplarsan 30 olur. Cumhur ittifakı olarak ikimiz de rakiplere her biri beş kardeşten oluşan birer Osmanlı tokadı atarsak 10 eder, topla 30’la, kırk yapar!”
Ekonomimizin içinde bulunduğu durum hiç de iç açıcı değil. Gittikçe makası açılan cari açıklar, en temel ihtiyaçların bile ithal ediliyor olması, kısa aralıklarla tekrar tekrar getirilen aflar ve borç yapılandırma imkanları, ücretli çalışanların mükellef olduğu vergilerdeki artış, KGF desteğiyle ulufe gibi dağıtılan paralarla döndürülmeye çalışılan piyasa, büyük sermaye gruplarının içinde bulunduğu ödeme zorlukları, gittikçe yükselen döviz fiyatları, artan enflasyon ve işsizlik oranları, borçlarını ödeyemediği için intihar eden insanların sayısındaki artış, artık hesaplama yöntemlerinde yapılan türlü çakallıklarla süslü rakamlar içerisinde sunulan büyüme, milli gelir ve enflasyon oranları ile gizlenemez hale gelmiştir. Tulumbada su kalmadığının ikrarı, bu konuda söylenecek her şeyin özetidir aslında. Hiç konusu yokken ve ihtiyaç dillendirilmemişken IMF ile girilecek olan borç ilişkilerinde altına dayalı bir model uygulanması gerektiğinin deklare edilmesi kafaları daha da karıştırmıştır. Dolandırıcılık, yasal ve yasa dışı kumar vakalarındaki artış, define arayanların hızla çoğaldığına dair haberler ve kaynağının türü ve meşruiyeti ne olursa olsun kısa yoldan köşeyi dönme çalışmaları kriz zamanlarında en çok görülen şeylerdendir.
Hukuk, hürriyetler, eğitim, dış politika gibi iflas edilen konulardan hiç bahsetmiyorum bile… Boğazda, motoru bozulduğu için akıntının etkisiyle hareket etmeye başlayan yalıya çarpan gemi gibi “Reisin takası” da gidiyor yali yali… Uzmanlar, çarpma gerçekleşip herşey ayyuka çıktığı anda, çok büyük bir yıkımın yaşanabileceğine işaret ediyor, Allah muhafaza…
İKTİDARIN SEÇİM HAZIRLIĞI
16 Nisan sonrası iktidar partisi oy kaybettiği şehirlerdeki belediye başkanlarını kamuoyuna makul bir gerekçe sunmadan istifaya zorlamış, teşkilatlarında yenilemeler yapmıştır. Parti genel başkanlığı sıfatıyla ve fakat Cumhurbaşkanlığı makamı ağırlığıyla en küçük ilçelerin bile kongrelerine katılınmış ve her bir toplantı mitinge dönüştürülmüştür. Anadolu’nun ücra ve küçük bir ilçesi olsam, kongre için gelen ve koruma ordusu ile hareket eden misafirlere çaktırmadan, o an nüfus sayımı yapılmasını ister ve il olmak için başvururdum. Bilboardlar ve afişlerde kongre ilanları “Kutlu yürüyüşle yola devam” sloganı ile duyurulmuştur. Şahsen bu “yürüyüşlerdeki” kutun nereden geldiğini anlamış değilim. Kutu ve yürüyüşü düşününce aklıma sadece ayakkabı geliyor nedense…
Bunların yanında yatırım teşviği adı altında yakınlarına dağıttıkları paralar, satın almak suretiyle muhalif basının sesinin kısılması, MHP ile ittifak kurulması ve bunun için seçim kanununda gerekli düzenlemelrin yapılması gibi hazırlıklarla uzunca bir süredir iktidar partisinin seçime çalıştığı söylenebilir. 15 yıldan fazladır ülkeyi yöneten bu adamlar her şeyin güllük-gülistanlık olduğunu bağıra bağıra ilan ettiği hengamede “durumlar kötü, seçim yapmalıyız” dese ayağına sıkmış olurdu. Muhalefet söylese ve onlar da buna uyarak “tamam lan, hadi gelin!” dese itibarı sarsılırdı. En iyi formül hem içerde hem dışarda olan birinin bunu dillendirmesi olacaktı. Yani cumhur ittifakındaki biri “itti”, diğeri zaten önceden “fak”ı kurmuştu. İteklenerek faka giren seçim, oldu bitti ile millete duyuruldu.
İNTİHAP, İNTİBAH, İNTİHAR…
İktidara yakın yazarlardan biri, erken seçimin ilan edilmesini değerlendirirken “harp hiledir” dedi. Seçim ve harp arasındaki ilişkiyi düşünürken aklıma seçimin arapçası olan “intihap” kelimesi geldi. 24 haziran erken seçimi, herhangi br intihap mı olacak, halkın intibahına medar olup iktidarın kendine sıkması ve bir nevi “intihar” etmesi anlamına mı gelecek, yoksa dini siyasallaştıran kitlenin addettiği gibi bir “harp” mi olacak bilemiyoruz. Ben şimdiden “intiharp” diyeyim de, hangisi olursa “ben demiştim” diyebilme rahatlığında olayım…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/intiharp_459860
Yerli ve Milli Dolar
Petrolden doğalgaza enerji kaynaklarında dışa bağımlı, fazla üretim yapmayan ve yaptığı üretimlerde kullandığı pek çok şeyi ithal eden bir ülke haline geldik. Dış ticaretimizin büyük bölümü dolara endeksli. Akaryakıt fiyatları dolara bağlı artış gösterdiği zaman, kademeli olarak ülkedeki bütün mal ve hizmetlerin maliyeti artıyor tabi. Artan maliyetler de zam olarak geliyor bize…
DOLAR’IN ATEŞİ NASIL YÜKSELİR?
Elinde yeteri kadar dolar olmayan ve başkalarının dolarlarının insafına kendini bırakan yerlerde öyle bir hal olur ki, delinin biri “Benim adım Trump, her yere roket ataram!” diye tweet atsa dolar coşabilir, öteki facebook üzerinden “Putin derler adıma, kök söktürürüm adama” diye cevap verse zirvelere çıkabilir. Yabancı yatırımcılar parasını çekip çıkarsa yükselir, yerli sermaye dışarı giderse yükselir, herkes dolar almaya koşarsa yükselir. Kısaca arz-talep dengesine göre davranır. Halen arz eden taraf olmadığımız için dengeleyebileceğimiz unsur taleptir. Talep de at gibidir; neyden ne zaman korkacağı, nasıl davranacağı belli değildir.
Kur düşük seyrederken döviz rezervlerini dolduran, rekor değerlere ulaştığında ise piyasaya müdahale bahanesiyle yüksek fiyatlardan satan Merkez Bankası ateşi düşürmeye çalışır. Günde böyle üç defa iş yapsa… fena da para kazanmaz hani! Kazandığı parayı da, Allah bilir, bir türlü düşürmediği faize veriyordur! Peki, resmî olarak doları sabitleyemez miyiz? Meselâ bir dolar=3 TL olacak şekilde sabitlense, Pi sayısı üzerinden “Pi’ dolar kaç para eder?” diyerek espri yapacak adamlar çıkacak. (cevabını ben söyleyeyim 9 TL yapar). Devlet o fiyattan satar da, alabilir mi bilmiyorum. Karaborsada kaç katına çıkar, Allah bilir…
ÇÖZÜM: YMD!
Evet, her konuda olduğu gibi, yerli ve millî bir ürün olarak kendi ABD Dolar’ımızı basabilirsek elimiz çok rahatlardı. İstediğimiz kadar piyasaya sürüp ateşini kontrol altına alabilirdik. “Hiç olmadığımız kadar yakın” hâle geldiğimiz ABD’den rica edersek belki izin verebilir. Vaktiyle, düşmanı olan ülkelerle gizlice ticaret yapıp açıktan para veremediği için dolar basmasına izin verdiği söyleniyor, günahı söyleyenlerin boynuna! Kısaca YMD diyebileceğimiz yerli ve millî dolar’lar için sloganımız da hazır: “YMD yanında yat!” Bu slogan bilinçaltı bir mesaj ihtiva ediyor olup, parayı çarçur etmeden yastık altında tutmaya da teşvik edecektir. Ucuz ucuz alacağımız dolarların parası ülke içerisinde kalır, ekonomimizi şer ve fitne odağı dış mihrakların tasallutundan da korumuş oluruz. Ne dersiniz, denemeye değmez mi?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yerli-ve-milli-dolar_459175
Gençlerin Problemleri
Konya Millî Eğitim Müdürlüğü’nün “Gençlik ve İnanç” konulu çalıştayında, imam hatip öğrencilerinin “deizme kaydığı” sonucuna ulaşıldı.
Ulaştığımız teknoloji itibarıyla henüz bir “imanometre” icad edilmiş değil ve imanların varlığını veya derecesini ölçemiyoruz. Kişilerin kendi beyanı olmazsa kimseye imanı üzerinden bir etiketleme yapmak da doğru değil. Muhtemelen çalışma, öğrencilerin davranış ve tutumlarına, hocalarına sordukları sorulara ilişkin gözlemler üzerine bina edilmiştir. Bina demişken, “dindar” nesil yetiştirmek isteyen anlayış, bolca imam-hatip lisesi, cami ve ilahiyat fakültesi açarak bunu gerçekleştirmek istese de, mesele öncelikle bir iman zaafiyeti meselesidir. Binalar kurarak, isim ve resimleri değiştirerek “oldu da bitti maşallah!” gibi tepeden yaklaşımlarla halledilebilecek türden değildir. Yanlış uygulamalar sonucunda sünneti ve hadisleri reddeden insanlar ortaya çıkar, kimi de modaya uyar ve kendini “mezhepsiz insan” sürümüne günceller.
GENÇLERİN KAFASI NEDEN KARIŞIK?
Misal, “Emsile” okumuş, ama iktidar gücüne sahip olunca “emsal değeri” belirlemeye başlayan, bina ruhsatı dağıtmasıyla beraber azimeti terk edip ruhsatla amel etmeye başlayan, türlü bahaneler ve isimler bularak faiz, rüşvet ve yolsuzluklara bulaşan, yapıp ettiklerini “İslâm’a hizmet” kisvesi altında meşrûlaştırmaya çalışanları görürse kafası bulanır. Aynı şekilde, seksen milyon insanın gözlerinin içine baka baka yalan söyleyen, dün söylediğini bugün inkâr eden yöneticileri görürse şaşırır.
Ahlâkı ve psikolojisi nasıl bozulmasın ki? “Bihter” ölçeği ile 9 şiddetinde ahlâkî depremlere sebep olan, lüks içindeki şatafatlı hayatları anlatan dizileri seyrediyor. Onlara bakmasa, bolca kan, şiddet ve ırkçılık ihtiva eden, hamasi nutuklarla dolu, hukuk dışı/mafyavari yöntemlerle iş görülen, durmadan silâhların patladığı yapımlar ya da bugünün siyasî figürlerinde olması beklenen duruş ve özelliklerin, tarihi anlatmak bahanesi ile tarihî şahsiyetlere giydirildiği ve gerçeklerden kopuk dizilerden kaçamıyor.
Gençlerimiz bugün, ihale kapmak veya iyi bir işe girmek için “dayı” sahibi olmak gerektiğini görüyor. “Dayizm” diyebiliriz buna… “Hareketlerine yeter ki riya kat, liyakat yoksa bile yükselebilirsin” prensibi ile ani yükselenlere şahit oluyor. Emek harcamadan, haram helâl dinlemeden kısa yoldan köşeyi dönenleri görüp özenebiliyor: Küfür etme haricinde özelliği olmayan kifayetsizlerin youtuber olup para, şan şöhret sahibi olduğunu görüyor, 13-15 yaşlarında olup sahnelere/ekranlara çıkan şarkıcılara imreniyor, milleti dolandıran tosuncuklara gıpta ediyor. Tahsilin veya çalışmanın kendisine katacağı bir şey olmadığına inanıyor ve sanal bahis/kumar sitelerinden medet umuyor. Sistemi, müfredatı ve sınavları defalarca değişen eğitimden zaten fazla bir beklentisi yok. Hoca, öğrenci sayısı ve istihdam imkânları gibi hesaplar gözetilmeden her yerde mantar gibi türeyen üniversitelerde kalite yerlerde sürünüyor.
Sayın Cumhurbaşkanı, okulların altına otopark yapma projesinden bahsetti geçenlerde. Ben şahsen çok anlamlı buldum. Altları o kadar oyulan ve boşaltılan okullarda o boşluğu bir şekilde değerlendirmek lâzım tabi…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/genclerin-problemleri_458426
Yine Yeşillendi Zındık Dollar’ı…
KURLAR VADİSİ PUSU
Buğday, saman bile ithal eder duruma geldiğimiz ülkemizde pek çok şeyin fiyatı dövize endeksli olarak belirleniyor. Geçmesek de faturası bize yansıyan köprüler ve havaalanları, gitmesek de parasını ödediğimiz şehir hastaneleri hep döviz üzerinden fiyatlanmış durumda. Bunun farkına varan döviz kurları da entrikadan entrikaya geçişler yapıp gerilimi tırmandırma peşinde. Çünkü burası, kurlar vadisidir! Türk Lirası’nın bu karanlık ve puslu vadide bir yılda kaybettiği değer % 30’ları bulabiliyor. Cari açık milyarlarca dolara varabiliyor. Bu vadide dövizle borçlanmak hem kahramanlıktır, hem de ölümüne yalnızlık…
Pek sayın muhterem yetkililerimiz kur dalgalanmaları karşısında genelde iki şey yapıyorlar: İlki; hiç umursamıyor gibi davranıp kendiliğinden geçmesini beklemek. Bu arada yüksek kurdan şikâyet edenlere “elin kurundan bize ne?” derler, rezervlerimizin dolu olduğundan bahsederler. Döviz alacak kişilerin ellerinin yanacağını da söylemeyi ihmal etmezler. Bu da işe yaramazsa, dövizin bütün dünyada değer kazandığını, bizim paramızın düşmediğini anlatırlar. Kur belli değerleri aşınca da artık ikinci aşamaya geçerler; döviz alan kişileri vatan hainliği ile suçlayıp mevzuyu dış güçlerin ekonomimizi çökertmek için oynadıkları oyunlara bağlarlar. Kazan-kazan politikasına dayalı olarak Batı dünyası sıcak parasını ülkemize getirdiği zaman, kazanın doğurduğuna inanıp da, geçirdiği kazanın sonrasında ölen kazan haberi alınca kızan ve ardında komplo teorileri arayan bir anlayış…
Dolar hareketlenmeye başlayınca vatandaş şu türküyü söylüyor:
“Yine yeşillendi zındık dollar’ı
Zaten hep yeşildi, zındık dollar’ı
Dalgalanıyor yine, serbest kurları
Acep ne olacak, dolar alanın elleri?”
DOLARA KHK VEYA TORBA YASA ÇÖZÜMÜ
Merkez Bankası’nın piyasaya müdahale için döviz sürmesi veya “ekonomi çok iyi” diyen insanların sokaklara salınması gibi yöntemler biraz pahalı değil mi? Harikalar asrındayız, OHAL var, “Yasama bizde, yürütme ve yargı bizde, oğlan bizim kız bizim, kim neyi denetleyecek?” diyen iktidar sahipleri için konu bence bir KHK ile çözülebilecek basitlikte olabilir. KHK ile “bir dolar 0,75 TL olarak alınacaktır” dendiğinde kim itiraz edecek ki? Olmadı, bir torba yasa çıkarırsın, itiraz edenlerin kafasına da serbest pırasalarla vurursun… Bir dahakine düşünülsün derim…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yine-yesillendi-zindik-dollar-i_457780
Hawking görse “Metrobüs icad oldu, metrik bozuldu” derdi…
Metrobüs araçlarının neden genelde siyah renkte olduğunu hiç düşündünüz mü? Tamam, arada sarı renkliler de var (kimse sarımızı test etmeye kalkmasın!) ama hepsinin de camları simsiyah filmlerle kaplı. Çünkü içeride neler olup bittiğini bilmenizi istemiyorlar! Profesyonel bir metrobüs binicisi olarak (evet, parasını vererek binenlerdenim), kendisini sadece gazete haberlerinden veya televizyonlarda bir dönem oynayan reklamından tanıyanlar için metrobüs hakkında “akbil”imsel temellere dayanan müşahedelerimi takdim edeceğim.
METROBÜS, BİR KARA DELİK OLABİLİR!
Metrobüs, içeri girmek için bir solucan deliği bulunması gereken, asfalt-zaman bükülmesi yaşatan, bilinen bütün kütle-hacim ilişkilerinin içinde tersine çalıştığı bir araçtır. E-5 karayolundan gidildiğinde saatler sürecek seyahatleri, içine girebilmeyi başaran yolcular için oldukça kısa sürede aldırıp adeta bir bast-ı zaman yaptırır. Durakları çok kalabalıktır, çevredeki bütün insanları kendine çeker. Metrobüs etki alanı içerisinde alışılagelmiş olan beşeri münasebetlerin işlemediği görülür. Kim kime, kuantuma… Bütün bunlara bakarak bir çeşit kara delik olduğunu söyleyebiliriz.
NEWTON, KUANTUM, ATOM FİZİĞİ KANUNLARI ve METROBÜS
Kitle çekim kanunu: Kendine ayrılmış yolda hızlı ve güvenli bir şekilde seyahat edeceğini düşünen kalabalık insan kitleleri için cazibe merkezidir. Kitleler bu çekimden kaçamaz.
Newton’un hareket kanunları: Her itmeye karşılık ve zıt yönlü bir itme meydana gelmektedir. Bir yolcunun üzerindeki net kuvvet, adamın kütlesi ve dövmeli kolunun çarpımı ile ölçülebilir. Aman diyeyim, herkese bulaşmayın!
Termodinamik Kuralları: Maksimum düzensizlikle sağa sola dağılmış olan yolcular, minimum enerji durumuna geçerler ve kımıldamaya bile artık mecalleri kalmaz. Herkes bulunduğu yerde çakılı kalır, kimse kendiliğinden boşluklara doğru ilerlemez.
İdeal Metrobüs Denklemi: Yolcuları arasındaki çekme ve itme kuvveti ihmal edilebilecek seviyede az olan metrobüslere ideal metrobüs denir. Gerçekte ideal metrobüs yoktur. Düşük insan basıncı ve yüksek oksijen bulunduğu durumlarda metrobüsler ideale yakın davranır. P.V=n.R.T denklemi ile gösterilir. Formülü “vapur-tren kullan, metrobüse bulaşma” şeklinde okuyanlar olduğu gibi “paran varsa ne rahat” diyen fizikçiler de mevcuttur.
Heisenberg’in belirsizlik ilkesi: Boş koltuğun konumu bilinirken insanların ona koşarkenki hızı ya da insanların hızı bilinirken boş koltuğun konumu bilinemez. O yüzden sadece bir tane boş koltuk seçin ve ona ulaşmaya çalışın.
Pauli’nin dışarılama ilkesi: En az beş durak sonra inecek olan insanlar kapı önlerinde yığılıp kalır ve inen yolcuları hızlı bir şekilde dışarı doğru iterek yeni yolcuların gelmesini engeller.
“İzafİETT” Teorisi: Kalabalıktan ve dolu gelen metrobüslere binememekten şikâyet ederek duraklarına boş bir metrobüs gönderilmesini isteyen yolculara “İETT’nin durakları kameralarla gözetlediği ve yoğunluğa göre araçları yönlendirdiği” şeklinde standart bir cevap gönderilir. Yolcular ve sistem tarafından gözlenen yoğunlukların -her nasılsa- aynı olmadığını ve İETT’nin izafi bir yoğunluk kıstası kullandığını anlatan teoridir.
Hacmi ve dıştan görünüşü aynı kaldığı halde, yolculuk boyunca kütlesi sonsuza doğru büyüyebilen metrobüslerin muamması hiçbir ölçü, kanun, teori veya formülle açıklanamamaktadır. Keza içerisinden bir otobüs dolusu yolcu indiği halde, içi bir kişinin bile adım atamayacağı kadar kalabalık olmaya devam eden metrobüslerin gizemi çözülebilmiş değil. Hatta, Kadir abi’nin “atom fiziğine de metrobüse de lanet olsun!” diyerek istifa ettiği söyleniyor. Metrik sistemi altüst eden metrobüsü Stephen Hawking görse, muhtemelen kuantum’a tövbe eder, fizikten elini eteğini çeker ve kendini şiire, sanata verirdi. “Körükoğlu” mahlasıyla şunu derdi herhalde:
“Bizden selam olsun Beylikdüzü’ne!
Çıkıp şu körüğe yaslanmalıdır
Yaslanıp da kitap okunmalıdır
Millet geldi tabur tabur dizildi
Beyaz Masa’ya şikayetler yazıldı
Metrobüs icad oldu metrik bozuldu
İETT artık ses vermelidir!”
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/hawking-gorse-metrobus-icad-oldu-metrik-bozuldu-derdi_457091
Çiftli-K-oyunu
Çiftlik desen çiftlik değil, banka desen banka değil, oyun içinde
koyun, bilgisayar içinde bitcoin yetiştiren ve adına Çiftlikbank denilen
oluşumun bir dolandırıcı şebekesi olduğu kesinleşti. Anladığım
kadarıyla tezgah şöyle kurulmuştu: sisteme para yatırarak üye olanlar,
yatırım yaptıkları zirai üretim araçlarını online oyun sitesi şeklinde
sürekli takip ediyor, elde ettikleri üretimi depolarda saklıyor ve belli
periyotlarda bunun para karşılığını kâr olarak alıyorlardı. Dağıtılan
kâr oranları, hiçbir yatırım aracının sağlayamayacağı büyüklükteydi.
Emeksiz, risksiz ve yüksek getiri insanlara cazip geliyordu. Bu arada
entegre üretim tesisleri ve satış noktaları açılışları yapılıyor, gerçek
üretim yapıldığı intibaı uyandırılıyordu.
KOYUN DEĞİL BİTCOİN ÜRETMİŞLER!
Foyası meydana çıktıktan sonra anlaşıldı ki zirai üretim namına
yaptıkları bir şey yoktu. Fason üreticilere yaptırdıkları malların
üzerine markalarını basıp satmaya çalışıyorlarmış. Kerameti
kendilerinden menkul mavi yumurta dedikleri şeyi 10 liraya sattıklarını
iddia ediyorlardı ki günahları boynuna, yapmışlar mıdır bilemem, kara
para aklama için müthiş bir yöntem! Yeni üyelerden toplanan paralardan
eski üyelere gıdım gıdım dağıtılınca hem güvenleri artar hem de yeni
üyelerin sisteme kazandırılması için gönüllü çalışırlar. Hiç mi üretim
yapmamışlar? Yapmışlar tabii, o da son zamanlarında ortaya çıktı, geniş
bir alanda kurdukları bilgisayar sistemleri ile bitcoin kazım işlemi
yapmışlar. Bitcoin ani ve sert düşüşler yaşamasa belki tezgaharı daha
geç ortaya çıkacaktı.
AHIR SAMAN FİTNESİ
“Dışardan para bul, bütün işleri taşeronlara yaptır, yandaşlarını
paraya boğ, vitrini süslü tut, herkesin görebileceği büyük tesisleri
alayiş ve nümayişlerle aç, dini-milli-manevi bütün değerleri istismar
et, mehterler ve Kur’an okumaları eşliğinde şovlar yap, ‘bizi
kıskanıyorlar’, ‘ülkemizin üzerinde oynanan bazı oyunlar var. Yurtdışı
kaynaklı, Londra merkezli oyunlar’, ‘Kudüs kırmızı çizgimizdir’ gibi
alakasız hamaset nutukları at, tanınmış kişiler yanında boy göstersin,
internet mecralarında paralı troller istihdam et, aleyhte yazan ya da
sistemi sorgulayan olursa linç harekâtıyla sustur, ulusal kanallarda boy
boy reklamlarını yap, gazetelerde haber görünümlü reklamların dolaşsın
ve hiçbir olumsuz habere/yoruma yer verilmesin” şeklinde özetlenebilecek
hareket tarzı size de çok tanıdık geldi mi? Bir yönüyle ahır saman,
diğer yönüyle ahirzaman fitnesi, neuzubillah!
“BANA ÇİFTLİĞİMİN BİR OYUNU MU BU…”
2016 yılında başladıkları faaliyetleri resmi makamlar nezdinde dikkat
çekmeden uzun bir süre serbestçe devam etti. Bir tepeden yokuş aşağı
freni patlamış şekilde inen ve uçuruma doğru gittiği apaçık belli olan
bir arabaya, uçurumun tam kenarına hızla ulaştığı anda müdahale edecek
şekilde çalışan mevzuatımız var maalesef. Yasal merciler, freni
patladığı fark edildiğinde ya da uçuruma doğru yöneldiğinde durduracak
şekilde çalışsa belki de iş bu noktaya gelmeyecekti. Aktifiyle pasifiyle
yaklaşık 500 bin üye sisteme dahil oldu. Elde avuçta ne varsa, bütün
birikimlerini kullanarak, çevresinden borçlanarak ya da bankalardan
kredi çekerek paralarını buraya yatıranlar oldu. Toplamda 511 milyon TL
topladıkları söyleniyor. Bankacılık lisansları olmadığı halde
isimlerinde “Bank” ifadesini kullandılar. Bakanlık soruşturmaları
başladığı zaman bile rahatça yurtdışına para transferi yaptılar, şirket
hisselerini devir ettiler, yönetim kadrolarını değiştirebildiler. Sistem
sunucuları kapandıktan, sorumlular yurdışına kaçtıktan sonra polisiye
tebirler alınmaya başlandı. Üyeler o noktada “bana çiftliğimin bir oyunu
mu bu, aldı paraları verdi zulümü” demeye başladılar.
Ne demiş milli şair: “Tarihi tekerrür diye ta’rif ediyorlar; hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?” Allah, tekerrür hatasına düşmeden seçimler yapmamızı nasip etsin…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ciftli-k-oyunu_456448
Düğünyevileşme
TAKI ve TAKIYYE
Ülkemizde düğüne gidenler genellikle bir takı hediyesi de götürürler. Kimin ne taktığı gayrıresmi olarak bellek kayıtlarına kazınır. Hamdolsun, artık her cep telefonunda bulunan ve amatör bir belgesel çekmeye yarayabilecek kameralar sayesinde takı tespit işlemi daha kolay yapılabilmektedir. Ancak el çabukluğu gibi profesyonel ya da arada bir başka kişinin perdeleme yapması gibi organize çalışmalarla arada kameralardan kaçanlar olabilir. Hayatımızı kolaylaştıracak türlü hizmetleri birbiri ardınca bomba gibi patlatan E-Devlet, bunun için de uygulamalar geliştirse iyi olur. Maliye Bakanlığı “Kime ne taktım” ve “Kim bana ne taktı” servislerini hayata geçirdiğinde kayıt “altına” girer ve vergilendirilebilir hale gelir. Böylece, çeyrek taktığı halde bir tam altın takmış gibi davranıp takıyye yapanların da önü kesilmiş olur.
DÜĞÜNLE DÜNYEVİLEŞME
Öncesinden başlayan hazırlıklarıyla düğün organizasyonu, adeta bin yıl sürmesi planlanan bir dünya hayatı altyapısının oluşturulmasına hizmet eder. Düğünle dünyevileşme işine kısaca “düğünyevileşme” diyebiliriz. A’dan Z’ye bir ev için gerekli bütün eşyalar alınır, nişanda, kınada, düğünde ayrı ayrı kıyafetler giyilir ki, bir daha hiç kullanılmayacaktır bunlar. Kuaförüydü, bakımıydı, dâvetiyesiydi, ikramlarıydı, süslenmiş arabasıydı derken, damadın selam verdiği herkes, kendisinden bir kamyon para alır. Bahşişsiz kapılar açılmaz, bıçaklar kesmez, makaslar açılmaz… Bunların hepsi Milli Gelinlik Kurulu (MGK) tavsiye kararlarıdır ama sıkıysa uygulama, “Kaynatank”ları “çevik bir” hareketle üzerine yürütüp hemen balans ayarı çekmelerini istemezsin!
Mesture ve mütedeyyin gelin hanımlar da, konu düğün olunca bakıyorsun “düğünyevileşme” hareketine uyuyorlar. Örteceği ve düğün boyunca görünmeyecek saçlarına gelin başı yaptırır meselâ. “Onu da isterim, bunu da isterim” diye tuttururlar. Kendi tutturmasa da Bacı Çalışma Grubu (BÇG) üyeleri süreci yakından takip edip gerekli raporlamayı MGK’ya yapar. Bu süreçte eldeki nakitlerini bitiren zavallı damat adayımız POS-modern bir darbe ile kredi kartlarına mahkûm olmaya başlar. Tam da bu noktada düğün sahipleri, davetlilerden gelecek altın beklentisine girerler. Toplanan altınlar da kendilerine takanların düğününde kullanılmak üzere saklanır. Durmadan yer değiştiren ve kimseye hayrı dokunmayan bu altın döngüsünü kırmanın yolu galiba biraz daha ahireti düşünüp düğünler yapmak…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/dugunyevilesme_455818
Cadde Cadde Büyüyen Bir Tepki Vardır...
“ÇEKOSLOVAKYALILAŞTIRILAMAYABİLENLER SOKAĞI”
Geçtiğimiz günlerde, kırmızı halı ile ağırlamaktan vazgeçip kırmızı bültenle aramaya başladığımız PYD başkanı Salih Müslim’in Çekya’da göz altına alındığı bilgisi geldi. Ülke olarak, hemen bize teslim edilmesini istedik. Artık ne oldu, nasıl olduysa, iki gün içerisinde çıkarıldığı ilk mahkemede serbest bırakıldığını duyduk. Şimdi bize bu kazığı atan ülke bir sokak adı değişimini hak etmedi mi? Eski ismi Çekoslovakya olan, Slovakya ile yollarını ayırdıktan sonra Çek Cumhuriyeti’ne dönüşen ve en son da kendilerine Çekya demeye başlayan bir ülkenin zaten varoluşsal bir takım problemleri olduğu ve isimler konusunda kafasının karışık olduğu açıktır. O zaman, dilimize yapışmış meşhur tekerleme gibi “Çekoslovakyalılaştırılamayabilenler” ifadesini Çekya Büyükelçiliği önündeki sokağın ismi olarak değiştirmeyi teklif ediyorum.
ZEYTİN DALI ENFLASYONU
Serbest bırakılan Salih Müslim takip edilecek ve her gittiği ülkeden istenecekmiş. Vermezlerse, Zeytin Dalı ifadesini taşıyan sokak ve cadde isimlerinde enflasyon yaşayabiliriz. Birbirine yakın semtlerde olan elçilik ve konsolosluklar var. Böyle bir durumda hepsinin önü, arkası, sağı, solu “Zeytin Dalı” olabilir. Saklanan da ebe olur! Adres tarif ederken “Zeytin Dalı caddesinden gir, üç sokak ilerde Zeytin Dalı sokağı var, orayı geçtikten sonra sağdaki ikinci Zeytin Dalı sokağına sap” diyebiliriz ve bu en çok da bizim kafamızı karıştırabilir. En iyi çözüm, İstanbul’daki Zeytinburnu ilçesini bir KHK marifetiyle boşaltıp, bütün binalarını komple yıkıp, yabancı ülkelere ait bütün temsilcilik, konsolosluk, elçilik ve büyükelçilik binalarını burada toplamaktır. Tabii ilçenin adı da Zeytin Dalı olarak değiştirilir, böylece tek tek sokak cadde ismi ile uğraşmamış oluruz. Yedi düvelin tekmiline birden tokat gibi cevap olmaz mı?
“Dost arttırıp düşman azaltma” parolasıyla çıkılan yolda müttefik dediğimiz ülkeler gözümüzün içine baka baka düşmanımıza yardım ediyor, “birlikteyiz” dediğimiz ülkeler bölgesel çözüm toplantılarına Mihraç Ural’ları davet edip konuşturuyor, kırmızı bültenle aradığımız kişileri ellerinde olsa bile vermeyenler var, kimisi “Bakanlarınız gelmesin, kapıdan içeri sokmayız” diyor. “Hani dostlarımız?” diye sorduğumuzda “yalnızlığımızın değerli” olduğunu söylüyorlar. Evet, kardeşim, dış politikamızı iç siyasete dönük hesaplarla şekillendirdikçe, yalnızlığımıza değer vuran çok olacak gibi görünüyor…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/cadde-cadde-buyuyen-bir-tepki-vardir_455239
"Soyağacım" Paylaşımlarınız "Soyacağım" Dedirtmesin
Şu ana kadar yaklaşık 15 milyon soy ağacı sorgulaması yapılmış. Bu da nüfusumuzun neredeyse beşte birine tekabül ediyor. Üst soy tabir edilen baba, anne, onların babaları ve anneleri ile yukarı doğru giden kişilerin bilgileri, bir ailedeki bütün kardeşler için aynıdır. Her aileden sadece bir kişi sorgulasa ve sorgusunun sonucunu bütün aile efradı ile paylaşsa bu kadar sorgulama olur muydu? Sistemin yerinde ben olsam, “gül ağacı değilem, her gelene eğilem” deyip alınmak istenen aile bilgisine bakarım, daha önce bu aile soy bilgisi sorgulanmışsa derim ki “bu aile falanca kişi tarafından sorgulanmıştır. Lütfen o kişiye müracaat edin, beni de fazla yormayın, bakın sırada milyon tane adam daha var!” Peki, aralarında dargınlık, husûmet bulunan kardeşler ne yapsın? Onlar da kusura bakmasın, bu vesileyle barışsınlar bir zahmet. Zaten birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde dargınlık olur mu?
SOYADI HİSS-İ KABLELVUKU
Soy ağacı vesilesiyle 1850’li yıllarda yaşayan dedelerimizin hiss-i kablelvuku ile 1934 yılında çıkan soyadı kanununu hissedip almış olduklarını gördük. Bereket versin ki, doğru soyadını tahmin edip almışlar, yoksa işin içinden çıkılamazdı. Sonra, 150 yıl önce dünyaya gelmiş bazı dede ve ninelerimizin kayıtlarda hâlâ sağ olduğunu ibretle gördük. İster misiniz seçimlerde de oy kullanmış olsunlar? İnşallah onlara da GSS prim borcu terettüp etmemiştir, ettiyse bir şekilde tahsil edilmesi için sevgili torunlarına rücu edilir mi acaba? Bir de, eski kayıtlarda herkesin doğum gününün 1 Temmuz olması bir tek beni mi şaşırttı bilmiyorum. Bunlara benzer ilginçliklerle karşılaşanlar hemen sosyal medya hesaplarında paylaştılar. Dost var, düşman var, dolandırıcı var… Öyle, bütün bilgiler alenen paylaşılır mı? “Bu benim soy ağacım” deyip paylaşarak ifşa ettiğimiz kimlik bilgilerine bakarak “ben bunu soyacağım” diyenler olabilir, aman dikkat!
FATİHA VE DE YASİN…
Dolandırmak demişken, internette sorgulayan herkesi padişah, paşa torunu gösterip mukabilinde para veya altın talep eden site ve uygulamalara lütfen itibar etmeyiniz. Son olarak, müteveffa dedelerimizi sormak öğrenmek önemli tabi, ancak hayırlı torunlar olduğumuzu göstermek istiyorsak ahirete göç etmiş olanlara Fatiha ve Yasin okuyalım, yaşıyor olanları da ziyaret edip ellerini öpelim. İnternetten sorulmak yerine hatırlarının sorulmasını tercih ediyorlardır her halde…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/soy-agacim-paylasimlarimiz-soyacagim-dedirtmesin_454676
Öne Çıkan Yayın
Gözlükler
İbrahim Özdabak Karikatürü “Artık önümüzü göremiyoruz” sözünü ilk duyduğunuzda aklınıza: “Tabii canım, nasıl adım atacağımızı şaşırdık...