Bu Blogda Ara

Arşiv

Düğünyevileşme


Düğünyevileşme
Kayseri’de yaşayan bir kadın, vakt-i zamanında komşuluk ve aile yakınlığı vesilesiyle katıldığı bir düğünde takmış olduğu çeyrek altını, kendi el yazısı ile yazdığı mektupla geri istemiş.
Başka ülkelerde arabalar, bilgisayarlar veya ne bileyim cep telefonlarının üreticileri tarafından ara ara geri çağrıldığını duyuyoruz ya, ben de merak ettim; kadın darphanede çalışıyordu da, taktığı altında kalite temelli bir problem mi tespit etmişti? Taktığı çeyrekte kullanılan altının elde edilmesinde istimal edilmiş siyanürleri düşünüp dertlenmiş olabilir miydi peki? Belki de o altın, serisi olduğu güç çeyreklerine hükmeden bir kudret çeyreğiydi ve “kayındalfının” kışkırtmasıyla onu Erciyes Hüküm Dağı’na götürüp üretildiği ateşe atarak Orta Anadolu dünyasını büyük bir dertten kurtaracaktı! Haberin devamını okuduğumda kadının, oğlunun evlilik yapacağına dair umudu kalmadığından, yaptığı yatırımın geri dönüş zamanının gelmeyeceğini düşündüğü ve bundan dolayı verdiği altını geri istediği yazıyordu. Oğlunun yaşının 38 oluşu ile bulundukları şehir plaka kodu olan 38 rakamı arasında herhangi bir illiyet kurmak gerekiyor mu bilmiyorum, onu da akıl bahçesi geniş “devletlülerimiz” düşünsün.

TAKI ve TAKIYYE


Ülkemizde düğüne gidenler genellikle bir takı hediyesi de götürürler. Kimin ne taktığı gayrıresmi olarak bellek kayıtlarına kazınır. Hamdolsun, artık her cep telefonunda bulunan ve amatör bir belgesel çekmeye yarayabilecek kameralar sayesinde takı tespit işlemi daha kolay yapılabilmektedir. Ancak el çabukluğu gibi profesyonel ya da arada bir başka kişinin perdeleme yapması gibi organize çalışmalarla arada kameralardan kaçanlar olabilir. Hayatımızı kolaylaştıracak türlü hizmetleri birbiri ardınca bomba gibi patlatan E-Devlet, bunun için de uygulamalar geliştirse iyi olur. Maliye Bakanlığı “Kime ne taktım” ve “Kim bana ne taktı” servislerini hayata geçirdiğinde kayıt “altına” girer ve vergilendirilebilir hale gelir. Böylece, çeyrek taktığı halde bir tam altın takmış gibi davranıp takıyye yapanların da önü kesilmiş olur.

DÜĞÜNLE DÜNYEVİLEŞME


Öncesinden başlayan hazırlıklarıyla düğün organizasyonu, adeta bin yıl sürmesi planlanan bir dünya hayatı altyapısının oluşturulmasına hizmet eder. Düğünle dünyevileşme işine kısaca “düğünyevileşme” diyebiliriz. A’dan Z’ye bir ev için gerekli bütün eşyalar alınır, nişanda, kınada, düğünde ayrı ayrı kıyafetler giyilir ki, bir daha hiç kullanılmayacaktır bunlar. Kuaförüydü, bakımıydı, dâvetiyesiydi, ikramlarıydı, süslenmiş arabasıydı derken, damadın selam verdiği herkes, kendisinden bir kamyon para alır. Bahşişsiz kapılar açılmaz, bıçaklar kesmez, makaslar açılmaz… Bunların hepsi Milli Gelinlik Kurulu (MGK) tavsiye kararlarıdır ama sıkıysa uygulama, “Kaynatank”ları “çevik bir” hareketle üzerine yürütüp hemen balans ayarı çekmelerini istemezsin!

Mesture ve mütedeyyin gelin hanımlar da, konu düğün olunca bakıyorsun “düğünyevileşme” hareketine uyuyorlar. Örteceği ve düğün boyunca görünmeyecek saçlarına gelin başı yaptırır meselâ. “Onu da isterim, bunu da isterim” diye tuttururlar. Kendi tutturmasa da Bacı Çalışma Grubu (BÇG) üyeleri süreci yakından takip edip gerekli raporlamayı MGK’ya yapar. Bu süreçte eldeki nakitlerini bitiren zavallı damat adayımız POS-modern bir darbe ile kredi kartlarına mahkûm olmaya başlar. Tam da bu noktada düğün sahipleri, davetlilerden gelecek altın beklentisine girerler. Toplanan altınlar da kendilerine takanların düğününde kullanılmak üzere saklanır. Durmadan yer değiştiren ve kimseye hayrı dokunmayan bu altın döngüsünü kırmanın yolu galiba biraz daha ahireti düşünüp düğünler yapmak…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/dugunyevilesme_455818

Cadde Cadde Büyüyen Bir Tepki Vardır...

Zeytindalı Caddesi

Son zamanlarda ne zaman hükümet yetkililerimiz bir konuda birileri ile söz dalaşına girse veya aramız herhangi bir devletle bozulsa-ki bu sıralar çokça örneği ile karşılaşıyoruz- hemen tepkisel hareketlerin cadde ve sokaklara taşmış olduğunu görüyoruz. Bir an heyecanlanıp, OHAL’in kalktığını mı düşündünüz yoksa? Üzülerek söyleyeyim ki, daha devam ediyor. İşin kolayını bulduk; elçilik, büyükelçilik ya da konsolosluklarının bulunduğu cadde-sokak adını değiştiriyoruz ve o ülkenin ânında nakavt olup bir daha iflah olmadığını görüyoruz. Ankara’daki büyükelçilik binasının önünden geçen cadde ve sokak isimleri değiştirilip “Medine Müdafii Caddesi, Fahreddin Paşa Sokağı” yapıldıktan sonra Birleşik Arap Emirlikleri’nin sesini duyan oldu mu? Ee, ne demişler: “men cadde, vecede!” ABD bile büyükelçiliğinin arkasındaki caddenin ismi Zeytin Dalı olarak değiştikten hemen sonra ilişkileri yumuşatmaya çalışmadı mı? Rehavete kapılıp hemen gevşemiyoruz tabi… Sayın Tillerson, gelirsın, adam gibi özür dilersın, o zaman biz de caddenin adını yumuşatmak için bir “yumuşak g” eklemeyi düşünürüz.

“ÇEKOSLOVAKYALILAŞTIRILAMAYABİLENLER SOKAĞI”

Geçtiğimiz günlerde, kırmızı halı ile ağırlamaktan vazgeçip kırmızı bültenle aramaya başladığımız PYD başkanı Salih Müslim’in Çekya’da göz altına alındığı bilgisi geldi. Ülke olarak, hemen bize teslim edilmesini istedik. Artık ne oldu, nasıl olduysa, iki gün içerisinde çıkarıldığı ilk mahkemede serbest bırakıldığını duyduk. Şimdi bize bu kazığı atan ülke bir sokak adı değişimini hak etmedi mi? Eski ismi Çekoslovakya olan, Slovakya ile yollarını ayırdıktan sonra Çek Cumhuriyeti’ne dönüşen ve en son da kendilerine Çekya demeye başlayan bir ülkenin zaten varoluşsal bir takım problemleri olduğu ve isimler konusunda kafasının karışık olduğu açıktır. O zaman, dilimize yapışmış meşhur tekerleme gibi “Çekoslovakyalılaştırılamayabilenler” ifadesini Çekya Büyükelçiliği önündeki sokağın ismi olarak değiştirmeyi teklif ediyorum.

ZEYTİN DALI ENFLASYONU

Serbest bırakılan Salih Müslim takip edilecek ve her gittiği ülkeden istenecekmiş. Vermezlerse, Zeytin Dalı ifadesini taşıyan sokak ve cadde isimlerinde enflasyon yaşayabiliriz. Birbirine yakın semtlerde olan elçilik ve konsolosluklar var. Böyle bir durumda hepsinin önü, arkası, sağı, solu “Zeytin Dalı” olabilir. Saklanan da ebe olur! Adres tarif ederken “Zeytin Dalı caddesinden gir, üç sokak ilerde Zeytin Dalı sokağı var, orayı geçtikten sonra sağdaki ikinci Zeytin Dalı sokağına sap” diyebiliriz ve bu en çok da bizim kafamızı karıştırabilir. En iyi çözüm, İstanbul’daki Zeytinburnu ilçesini bir KHK marifetiyle boşaltıp, bütün binalarını komple yıkıp, yabancı ülkelere ait bütün temsilcilik, konsolosluk, elçilik ve büyükelçilik binalarını burada toplamaktır. Tabii ilçenin adı da Zeytin Dalı olarak değiştirilir, böylece tek tek sokak cadde ismi ile uğraşmamış oluruz. Yedi düvelin tekmiline birden tokat gibi cevap olmaz mı?

“Dost arttırıp düşman azaltma” parolasıyla çıkılan yolda müttefik dediğimiz ülkeler gözümüzün içine baka baka düşmanımıza yardım ediyor, “birlikteyiz” dediğimiz ülkeler bölgesel çözüm toplantılarına Mihraç Ural’ları davet edip konuşturuyor, kırmızı bültenle aradığımız kişileri ellerinde olsa bile vermeyenler var, kimisi “Bakanlarınız gelmesin, kapıdan içeri sokmayız” diyor. “Hani dostlarımız?” diye sorduğumuzda “yalnızlığımızın değerli” olduğunu söylüyorlar. Evet, kardeşim, dış politikamızı iç siyasete dönük hesaplarla şekillendirdikçe, yalnızlığımıza değer vuran çok olacak gibi görünüyor…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/cadde-cadde-buyuyen-bir-tepki-vardir_455239

"Soyağacım" Paylaşımlarınız "Soyacağım" Dedirtmesin

Soy ağacı

E-devlet uygulaması üzerinden kişilere alt ve üst soy bilgilerini sorgulama servisi hizmete açıldı.
Vatandaşlar tarafından yoğun ilgi gören hizmet, sistemin tamamen kilitlenmesine sebep oldu. Belli ki, bu kadar yoğunluk beklenmiyordu veya altyapı kapasitesi doğru hesaplanmamıştı. E-devlet sistemine başka bilgi ve belge almak için girmek isteyip giremeyenler sisteme epey sitem ettiler haklı olarak. Bir iki gün askıya alınan hizmet, tekrar açıldı. Bu sefer istekleri alıp sıraya sokuyor ve bir kaç saat içerisinde istenilen raporu oluşturuyordu.

Şu ana kadar yaklaşık 15 milyon soy ağacı sorgulaması yapılmış. Bu da nüfusumuzun neredeyse beşte birine tekabül ediyor. Üst soy tabir edilen baba, anne, onların babaları ve anneleri ile yukarı doğru giden kişilerin bilgileri, bir ailedeki bütün kardeşler için aynıdır. Her aileden sadece bir kişi sorgulasa ve sorgusunun sonucunu bütün aile efradı ile paylaşsa bu kadar sorgulama olur muydu? Sistemin yerinde ben olsam, “gül ağacı değilem, her gelene eğilem” deyip alınmak istenen aile bilgisine bakarım, daha önce bu aile soy bilgisi sorgulanmışsa derim ki “bu aile falanca kişi tarafından sorgulanmıştır. Lütfen o kişiye müracaat edin, beni de fazla yormayın, bakın sırada milyon tane adam daha var!” Peki, aralarında dargınlık, husûmet bulunan kardeşler ne yapsın? Onlar da kusura bakmasın, bu vesileyle barışsınlar bir zahmet. Zaten birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde dargınlık olur mu?

SOYADI HİSS-İ KABLELVUKU

Soy ağacı vesilesiyle 1850’li yıllarda yaşayan dedelerimizin hiss-i kablelvuku ile 1934 yılında çıkan soyadı kanununu hissedip almış olduklarını gördük. Bereket versin ki, doğru soyadını tahmin edip almışlar, yoksa işin içinden çıkılamazdı. Sonra, 150 yıl önce dünyaya gelmiş bazı dede ve ninelerimizin kayıtlarda hâlâ sağ olduğunu ibretle gördük. İster misiniz seçimlerde de oy kullanmış olsunlar? İnşallah onlara da GSS prim borcu terettüp etmemiştir, ettiyse bir şekilde tahsil edilmesi için sevgili torunlarına rücu edilir mi acaba? Bir de, eski kayıtlarda herkesin doğum gününün 1 Temmuz olması bir tek beni mi şaşırttı bilmiyorum. Bunlara benzer ilginçliklerle karşılaşanlar hemen sosyal medya hesaplarında paylaştılar. Dost var, düşman var, dolandırıcı var… Öyle, bütün bilgiler alenen paylaşılır mı? “Bu benim soy ağacım” deyip paylaşarak ifşa ettiğimiz kimlik bilgilerine bakarak “ben bunu soyacağım” diyenler olabilir, aman dikkat!

FATİHA VE DE YASİN…

Dolandırmak demişken, internette sorgulayan herkesi padişah, paşa torunu gösterip mukabilinde para veya altın talep eden site ve uygulamalara lütfen itibar etmeyiniz. Son olarak, müteveffa dedelerimizi sormak öğrenmek önemli tabi, ancak hayırlı torunlar olduğumuzu göstermek istiyorsak ahirete göç etmiş olanlara Fatiha ve Yasin okuyalım, yaşıyor olanları da ziyaret edip ellerini öpelim. İnternetten sorulmak yerine hatırlarının sorulmasını tercih ediyorlardır her halde…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/soy-agacim-paylasimlarimiz-soyacagim-dedirtmesin_454676

Bizim Oğlan Bina'yı Okur, Döner Döner Bina'yı Okur


Bizim oğlan binayı okur döner döner binayı okur
Son yıllarda toplu tesis açılışları yapmak moda oldu. Öyle ki, bazen afişlerde sayıları yüzleri bulan dev tesisler için toplu açılış yapılacağı ve ekabirden kimselerin bu açılışlara katılacağı yazılıyor.
Tesislerin bizzat başına da gidilmiyor umumiyetle, hepsi için temsili bir kurdele kesiliyor. Bir kaç yıl önce Edirne’de bir yalak açılışı hatırlıyorum, kurdeleyi “tesisin” başında bizzat Edirne Valisi Dursun Ali Şahin kesmişti. Şehrin ileri gelenleri ve mülkî idarecilerinin tamamı katılmıştı açılışa. Hatta, protokol ekibinin yanyana sıralandığı zaman yalaktan daha uzun bir kuyruk oluşturduğuna dair espriler yapıldı o dönem.

Ekonomik büyümeyi tetikleyecek üretimi yapan, istihdam üreten tesislerin açıldığını pek duymuyoruz. Geçtiğimiz sene, Isparta’da açılan, siyah renkli şekerli sıvı üretim tesisi haricinde hatıra gelen büyük bir fabrika var mı? Varsa yoksa, hizmet binaları, dev alış veriş merkezleri ve rezidanslar gibi betona yapılan yatırımlar! Eğitim alanında ne geliştirdiniz diyorsun, binaları sayıyor. Sağlıkta devrim yaptık diye devasa şehir hastanelerinden bahsediyor.

Medrese usûlü Arapça öğrenimi iki temel kitapla başlar; ilkinin adı Emsile’dir, fiil çekimleri anlatılır. İkincisi de Bina’dır. Bu kitaplardan sonra daha karmaşık olan ve okuması zor kitaplar gelir. Bütün öğrenciler aynı anda eğitime başlasa da, her bir öğrenci sorumlu olduğu kitabı tam öğrenmeden bir sonrakine geçemez. Daha zor kitaplara geçip orada takılan öğrencilere hocaları der ki, “bu çocuk tekrar Bina’yı okusun”. Bazen de çeşitli sebeplerden eğitime ara vermek durumunda kalan öğrenciler tekrar başladıklarında en son kaldıkları yerden değil, ilk kitaptan başlarlar. Başladığı işte sebat edemediği için sürekli en baştan başlamak durumunda kalan, gidip gelip aynı yerde takılan kişiler için “bizim oğlan Bina’yı okur, döner döner Bina’yı okur” denmiştir.

Emsile okuduğunu zannettiğimiz zevat, rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma gibi çeşitli usûlsüzlüklerin rahatlıkla döndüğü inşaat alanına girince “emsal değeri” belirlemeye başlarsa, azimeti terk edip “ruhsatla” amel etme, iman programları yerine imar planları ile uğraşma, kısaca “mücahitlikten müteahhitliğe” dönme riski ile karşı karşıya gelir. Beton işinde ustalaşınca adeta bir “Beetonvın” olup senfoni yazmaya başlayabilir. En meşhur senfonisini de bütün eleştirilere kulağını kapadığı ve adeta sağır kesildiği zaman icra eder her halde… Tarım alanları ve ormanlık arazileri birer birer imara açar, sahil şeritleri ve şehirlerin nefes alabileceği parkları rant uğruna peşkeş çeker, Allah korusun!

Geçtiğimiz haftalarda TBMM Başkanı İsmail Kahraman, “Bu zamana kadar en çok inşaat yapan başkan ben oldum” dedi. Kendi döneminde yapılan binaların gerekliliği konusu teknik bir meseledir ve muhtemelen belli zaruretlerden kaynaklanmıştır. Ancak meclisin ve vekillerin yetkilerinin azaltıldığı, bir yılı aşan süreler boyunca tutuklu olduğu halde iddianameleri hazırlanmamış durumda birçok insan olduğu, hak-hukuk ihlâllerinin ayyuka çıktığı, “suç işlemeseler bile idarî kararlarla” işten çıkarılan binlerce insanın olduğu bir dönemde vurgulanmaya değer bir konu muydu, bilemiyorum.

Keşke sayın başkan yaptıkları bina ile övünmek yerine KHK’lar ile işten çıkarılan, özel sektörde de iş bulması zorlaştırılan, ağaç kökü yiyerek hayatta kalmayı denemesi gerektiği söylenen ve bu sebeplerden yıkılmaya yüz tutmuş yuvaları kurtarmak adına Meclis’te hakkıyla görüşüp değerlendirdikleri ve anayasayla uyumsuz oldukları için iptal ettikleri KHK’ların sayısı ile övünseydi. Meclis araştırma komisyonlarının sayısı ve çalışmaları ile gurur duysaydı. Gece yarısı torbalarla geçirilen kanunlar yerine, dört başı mamur ve usûlüyle meclisten geçen kanunların çokluğu ile iftihar etseydi.

Millete “hadim” olan vekillerin bulunduğu meclis hadım edildikten sonra daha çok “bizim başkan binayı konuşur, döner döner binayı konuşur” deriz gibi geliyor bana…

Zeka-i Yapay

Yapay Zeka
Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan, Dünya Güvenli İnternet Günü için düzenlenen bir programda konuşurken, sözünü bir kaç kere kesen robota müdahale edilmesini istedi.
Allah’tan robotlara insanların hâlâ hükmedebildiği zamanlardayız ve sorumlu arkadaşlar hemen gereğini yaparak robotu susturdu. Sonrasında format mı attılar, yoksa devrelerini zemzemli madeni yağla mı yıkadılar bilmiyoruz, robot Bakandan özür diledi. Robotların böyle davranmasına bir isim aranacaksa tavsiyem “robiat” olacaktır. Yerli ve millî robiat işlemine de “rabiat” diyebiliriz.

Robotun tamamen yerli ve millî olduğunu sanmıyorum. Öyle olsa, ya büyüklerinin yanında edebiyle bekler hiç konuşmaz ya da yapımında “Kurtlar Vidası” kullanılmışsa sözünü kestiği için kızan bakana “Ben adamın sözünü kesmem, iflâhını keserim” diye karşılık verirdi.

Eskiden robotlar sadece belli işleri yapmak üzere programlanırken artık yapay zekâ ile öğrenebilme yeteneğine sahip robotlar geliştiriliyor. Zekâ-i yapay ile donatılmış robotlar ve bilgisayarların gelecekte tıptan hukuka, mühendislikten bankacılığa pek çok meslekte kullanılacağı ve bugün insanların ifa ettiği çoğu işi devralacağı konuşuluyor. İleride muhtemelen “falanca işi kim yapıyor?” sorusuna da “zekâ-i yapay” cevabı vereceğiz. Hatta kısaltıp “zekâi” bile diyebiliriz kendisine. Daha şimdiden, araba kullanmaya başladılar ve aralarında Google gibi ehliyet alan da var. “Ne yapmak, nereye varmak istemekte” olduğu bilinmeyen bazı ülkeler robotlara vatandaşlık bile verdi.

Bu senaryolar, alanında otorite sahibi pek çok bilim adamını korkutmaya başladı. İnsan ırkının varlığını tehdit etmeye başlarsa ne yapacağız? Öyle ya, ülkemizde söz kesme ile kendini gösteren “zekâi”, nişan ve ateş etme süreçleri ile devam edecek mi?

Bilim kurgu türünün önde gelen ismi olarak bilinen Isaac Asimov, üç temel kuraldan oluşan bir robot anayasası öngörmüştür:

• Bir robot, bir insana zarar veremez ya da zarar görmesine seyirci kalamaz.
• Bir robot, birinci kuralla çelişmediği sürece bir insanın emirlerine uymak zorundadır.
• Bir robot, birinci ve ikinci kuralla çelişmediği sürece kendi varlığını korumakla mükelleftir.

İyi de, çılgın bir robot çıkıp da “Bu anayasayı tanımıyorum, saygı da duymuyorum” derse ne yapacağız? Şimdiden bunu kestirmek zor görünüyor.

Yerli ve millî zekâ-i yapayımızın gelişme aşamaları hakkında öngörülerim şöyledir:
1. Aşama: “Muhterem Zekai Efendi Hazretleri” Bu aşamada yapay zekâ bir cazibe merkezidir. Herkes saygı duyar ve öğrenmeye çalışır.
2. Aşama: “Aynı menzile giden farklı yollardan biri olarak gördüğümüz yapay zekâ” Kendisi hakkında ufaktan çekince bildirenler çıksa da, artık devlet destekli olarak kullanılmaya başlandığının resmî yollarla ifade edildiği aşamadır.
3. Aşama: “İnsanlık beynini temizliyor” Düşünme ile ilgili bütün işleri yapay zekânın devralması eleştirilince devletin tepesinden gelecek açıklama.
4. Aşama: “Zekâ-i Yapay bütün işleri ele geçirmiş, buna kargalar bile güler” Düşünmenin yanı sıra, fizikî bütün işleri de robotlar deruhte etmeye başlar, resmî kanallar bunun tehlikeli olabileceğini düşünmez.
5. Aşama: “Birileri yapay zekâ ile aramıza fitne sokmaya çalışıyor” Yapay zekâ ile kavga başlar!
6. Aşama: Yapay zekâyı besleyen alternatif güç kaynakları kapatılmaya çalışılır.
7. Aşama: “En az 400 tb disk alanlı eski bilgisayarlarınızı verin, bu iş huzur içinde kapansın”, “Yapayalel” işletim sistemleri ile mücadele için halk desteği aranır.
8. Aşama: “515tem (sistem) format girişimi” Yapay zekâ, ana sistem sunucularındaki eski işletim sistemlerini formatlamaya kalkışır.
9. Aşama: “Ne istedi de vermedik?” Bütün sistem kaynaklarının yapay zekâya tahsis edildiğinin itirafıdır.
10. Aşama: “Yapay ZEKÂTÖ” Yapay zekâ ile ilgili tanımlama artık tamamen değişir.
11. Aşama: “Önce Rabbim, sonra halkım bizi affetsin!”
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/zeka-i-yapay_453493

"Surriyealist" Ortadoğu Tablosu


Belleğin azmi
Ortadoğuda öyle bir tablo var ki, bu kadar kaos ancak bir Salvador Dali resminde olabilirdi.
Büyük haritaya bakıldığında görünen bu. Yemen’de devam eden çatışmalar, Filistin meselesi, Irak’ın bölünmüşlüğü ve otorite boşlukları dolayısıyla gelişen olaylar, Suriye’de kaynayan ve çevresindeki herkese az-çok bulaşan fitne ateşi…

Suriye’de ateş başlamadan evvel “Kardeşim Esat” vardı. Aramız gayet iyiydi. Ne yaptıysa hep o “Zalim Esed” yaptı. “Baharı bekleyen kumrular gibi” soteye yattık ve Zalim Esed’in 6 ayda gideceğini iddia ettik, Şam’da Cuma namazları için provalara başladık. Dört adam ve sekiz füze ile rahatlıkla girebildiğimizi öğrendik, ama girmedik. ABD ile “abi önden sen gir”, “sen varken bana düşmez, lütfen sen buyur” pazarlıkları sürerken Rusya girdi işin içine. Survivor’a dönen Suriye’den kaçan soluğu Türkiye’de buldu. Adeta, “bir Suriye ‘vayvır’ Türkiye içinde” dedirtti.

Gün geldi PYD başkanını devlet protokolü ile karşıladık, Kobani’yi kuşatan IŞİD’le savaşmak için ÖSO ve Peşmerge güçlerinin Türkiye üzerinden geçişini sağladık. Rus uçağını düşürdük ve neredeyse Rusya ile bütün ilişkileri kopardık. Sonra bir özür diledik tatlıya bağladık. İran ve Rusya ile birlikte “Suriye nasıl kurtulur” zirvelerine katıldık.

Velhasıl bugün geldiğimiz noktada Suriye’de bir ABD-Rusya çekişmesi var. Biri diğerinin açığını kolluyor ve boşluk bulduğu yere yerleşemeye, yerleşemiyorsa vekilini yerleştirmeye çalışıyor. ABD ile müttefikiz, ancak çoğu konuda kendilerine kırgınız. Obama bizi çok kandırdı meselâ… ÖSO’yu birlikte kurduk, ama ABD şimdi hiç ilgilenmiyor. Biz dururken, terörist ilân ettiğimiz YPG ile iş bağlayıp IŞİD’le mücadele ettiriyor. Silâh ve mühimmat veriyor, hem de kendi ifadeleriyle İncirlik Üssü’nü kullanarak… Üstüne, onlardan 11 milyar dolarlık uçak sipariş ettik ve Ortadoğu işlerinde beraber yürümek istiyoruz.

Ruslarla da pek bir sıkı fıkıyız, ama onların da PYD ile arası iyi ve Esed’le birlikte hareket ediyorlar, son günlerde İdlib’te giriştikleri ortak operasyon ortada. Bir uçak + bir pilot feda ettikten sonra her yere askerî harekât yapabilirler.  Rus basını, uçaklarını Türkiye yanlısı grupların düşürdüğünü yazmış bile. Zeytin Dalı harekâtı için bize yeşil ışık yaktıkları halde, tutup ABD’ye “Türkiye’yi şımartıp kışkırtan sizsiniz”  diyen de Rus’lardı.

İşte bu görüntü, sürrealist ressam Salvador Dali’nin 1931 yılında resmettiği “La persistencia de la memoria/ Belleğin Azmi ” isimli tabloyu hatırlatıyor. Dali’nin en büyük eserlerinden biri olarak kabul edilen bu tabloda, biri kurumuş bir zeytin ağacının dalına asılmış, üç tane eriyen cep saati bir sahil manzarasının önünde yer alıyor. Su gibi akıp giden zamanı, zamanın izafiyetini, her şeyi eriten zamanın kendisinin de eriyen bir şey olduğunu, yeri geldi mi bükülebildiğini, çürümeyi ve ölüme gidişi anlattığı söylenebilir. Ressamın kendi bu eseri hakkında fazla konuşmamış, yorumlayanlar genelde böyle yorumlamış.

Surriyealist tablomuz da hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, orada top koşturan her güç sahibinin kendi gördüğü halüsinasyon ve rüyalarla tasvir etmeye çalıştığı, durmadan değişen bölge gerçeklerinin ve sembollerin sahnelendiği ve her daim yeniden çizilen bir tablodur. Dali tablosunda olduğu gibi karınca ve sineklerin üzerine üşüştüğü menfaatler vardır. Böyle bir tabloya isim verecek olsam “Belleğin az mı?” derdim. Bu tablonun çizicileri belleği çok olan sanatseverleri arzu etmezler. Gerektiğinde filmlerden ve video oyunlarından aldıkları sahnelerle, sahte haber ve görüntülerle aynı tabloyu defalarca yeniden çizebilirler. Bundan sebep, onların istediği, belleği az olan ve sadece günün tablosunu hatırlayabilecek kişilerdir.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/surriyealist-ortadogu-tablosu_453164

Yalpa-yalnızlık Bakanlığı

Yalpayalnızlık Bakanlığı

BBC haberine göre 75 yaşından büyük iki milyon kişinin yalnız yaşadığı, toplamda ise yaklaşık dokuz milyon kişinin yalnızlıktan etkilendiği İngiltere’de Yalnızlık Bakanlığı kuruluyor. Tam olarak nasıl işleyeceği açıklanmış değil. Bu konuda çalışan sivil toplum kuruluşları ile işbirliği halinde olacağı söylendi.
En büyük futbol takımlarından Liverpool taraftarlarının maç skoruna bakmaksızın her maç sonunda takımı için “you will never walk alone/asla yalnız yürümeyeceksin” şarkısını söylediği ülkede oluyor bu. Hayır, ada ülkesi olduğunu biliyorduk da ıssız adaya dönüştüğü yeni resmiyete kavuştu. Adamlar zaten Avrupa Birliği’nden çıkıp ülkece yalnız kalmayı da seçmişlerdi.

Geleceğe dair yazılmış distopik kitaplardan hangisini daha çok okuyup yalnız kalmaya karar verdiklerini bilmiyorum:
1930’lu yıllarda İngiliz yazar Aldous Huxley tarafından yazılmış “Brave new world/Cesur Yeni Dünya” isimli kitapta insanların şişelerde seri bir şekilde üretildiği, doğumlarından itibaren bütün hayatlarının planlandığı, sanat, duygu ve düşüncenin olmadığı bir ortamda adeta birer robot haline getirildiği bir dünya anlatılır. Alfa, beta, gama, delta ve epsilon olmak üzere kendilerine yüklenen genetik özelliklere göre 5 tip insan üretilir. Belli bir yaşa gelen insanlar iğne vurularak öldürülür ve yakılır. Sürekli bir üretim ve tüketim vardır, sonsuz tüketim teşvik edilir. “Ending is better than mending” felsefesi ile hiçbir şey tamir edilmez, yenisi alınır. Din, inanç ve ahlâk gibi manevî değerler yoktur. “Soma” adı verilen bir uyuşturucu herkes tarafından kullanılır. Sistemin istikrarı için insanlar hiçbir zaman boş bırakılmaz ve yalnız dolaşmaları istenmez. Yalnız kalan insanların düşünme ve sorgulamaya başlaması riski vardır. Düşünmeye başlayan, hüzne giren herkese anında soma verilir.

Bir diğer İngiliz yazar George Orwell’ın “1984” adlı kitabında insanların her hareketinin Büyük Birader tarafından izlendiği, basın araçları sayesinde kitlelerin kontrol edildiği bir toplumdan bahseder. Burada “Sevgi Bakanlığı” vardır. İsminin sevgi olduğuna bakmayın, partiye aykırı düşünen kişilere uygulanan işkencelerden ve hainlere duyulacak nefretten sorumludur. Ülke sürekli savaş halindedir ve durmadan dost/düşman listeleri yeniden yazılmaktadır. Tarih bakanlığı parti çıkarlarına göre her gün tarihi ve arşivleri yeniden düzenler. Bolluk bakanlığı, insanları fakir tutmak için çalışır. Gizli/açık kameralarla, mikrofonlarla izlenen insanlar, diğer insanların kendilerini gammazlamasından da korkmaktadır.

Ülkemizde böyle bir bakanlığa ihtiyaç var mı bilmiyorum. Millî ve manevî değerler sebebiyle akrabalık ilişkilerinin daha ön planda olduğu, sosyal ilişkilerin daha güçlü olduğu söylenebilir. Ancak eski zamanlarımıza nazaran daha zayıf olduğu ve gün geçtikçe daha da zayıfladığı söylenebilir. Eskiden aileler kalabalık bir şekilde otururdu ve yaşı ilerlemiş olan büyüklerin bakımı daha kolay halledilebiliyordu.

Yalnızlık Bakanlığı ülkemizde kurulacak olursa önce işi devletimizi yalnızlıktan kurtarmak olmalı. Hangi gün, hangi ülke ile papaz olduğumuz, hangi ülke ile “al papazı ver papazı” takasına gireceğimiz belli değil. Kardeşim Esad, zalim Esed’e dönüşebiliyor. Bakıyorsunuz tarihi müttefikimiz dediğimiz Almanya, hemen bizi kıskanmaya başlamış. Avrupa Birliği’ne girme hedeflerimizi bırakın, kavga etmediğimiz Avrupa ülkesi kaldığını sanmıyorum. AB ilişkileri için bakanlık kurduk, ama bakanımız sanki ilişkilerimizin bozulması için uğraşıyor adeta. Biraz zaman geçince bizim o ülkelerle şahsî bir meselemizin olmadığını söyleyebiliyoruz. ABD ve Rusya ile olan münasebetlerimizde de sürekli iniş çıkış yaşanıyor. Bir gün Ortadoğu politikalarımızı ABD ile aynı eksende yürütmek istediğimizi söylüyoruz, ertesi gün onların ne dediklerinin umurumuzda olmadığını söylüyoruz. Suudi Arabistan ile ortak ordu kuruyoruz, çok geçmeden Suudiler bizi neredeyse terörist ilân edecek seviyeye geliyor. Ziyaret edebileceğimiz ülke kalmayınca pozisyonumuzun adı “değerli yalnızlık” olabiliyor.

Bu kadar yalpalayarak ilerletmeye çalıştığımız diplomasi ile ülkece düştüğümüz yalnızlıktan bizi kurtarmasını beklediğimiz bir bakanlık kurulacaksa bence adı “Yalpa-Yalnızlık Bakanlığı” olsun…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yalpa-yalnizlik-bakanligi_451765

"Evrenkentsel" Dönüşüm

Evrenkentsel Dönüşüm

Gün geçmiyor ki, eğitime ya da akademik dünyaya dair bir yeniden düzenleme haberi gelmesin.
Sistemler, sınavlar ve müfredatlar borsa gibi oldu. Bakanlık sitesinde başarılarından dolayı övülen bir sınav, bir bakıyorsun,  ertesi gün kendisi hakkında verilen cumhurbaşkanı beyanı sonrası tepetaklak olmuş ve kaldırılmış olabiliyor. Skandal ifadeler barındırdığı anlaşılan ve haberleri ayyuka çıkan ders kitapları toplatılıyor. Kimsenin ve hiçbir şeyin yeri garanti değil.

Üniversitelerle ilgili olarak geçen hafta önce Boğaziçi Üniversitesi’nin yerli ve milli değerlere yaslanamadığı eleştirisi geldi. Tam olarak söylenen şu: “Boğaziçi Üniversitesi halen ülkemizin en prestijli okullarından biridir. Ancak gönlümüzden geçen konuma da ulaşamamıştır”Ardından yardımcı doçentlik ünvanının kaldılrılacağı ifade edildi. Konu ile ilgili bir düzenlemenin Meclis’e getirileceği söylendi. KHK ile çözmek dururken neden Meclis’e getirmek gibi gereksiz bir uygulama takip edilecek anlaşılır gibi değil.

12 Eylül askeri darbesinin uygulayıcıları ile benzer metodları takip eden hükümetimiz Türkçe karşılığı “evrenkent”  olarak da verilmiş üniversitelerde “evrenkentsel dönüşüm” kararı çıkarabilir bu konuşmadan. Olmaz demeyin, cumhur reisi sportif bir başarı hedefi olarak “bu sene kupayı kaldıracağız” dese bile “ne olur ne olmaz, başımıza bir şey gelmesin, kaldıracağız diyorsa hemen kaldıralım” diyerek ilgili kupayı yürürlükten kaldıracak bürokrat ve siyasetçilerimiz varken…

Üniversitenin konumunun beğenilmediğini duyunca belediyeler de hemen şehirlerde bulunan bütün üniversiteleri barındıran dev bir kampüste toplayıp adına “şehir üniversiteleri” diyebilir. Devlet üniversitelerin hem sahibi, hem de kiracısı olacak şekilde bu şehir üniversiteleri 35 yıllığına özel şirketlere devredilebilir. Hazine destekli öğrenci garantisi de verilirse çok iyi olur. Gönlümüzde olmayan eski konumları, gerekli imar düzenlemeleri yapılarak alışveriş merkezleri ve rezidans gibi kârlı projelerle değerlendirilebilir.

Hamdolsun, üniversitelerimizin tamamı Boğaziçi gibi değil. En yerli ve en milli değerimiz olan aileye yaslanan üniversitelerimiz her geçen gün daha da artıyor. Ailesini ve yakınlarını üniversite kadrolarına yerleştiren rektörlerimiz epeydir haberlere konu oluyor. Pamukkale Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hüseyin Bağ eşini İslami İlimler Enstitüsü’ne sekreter olarak atadı mesela…
Sivas Cumhuriyet Üniversitesi rektörü Prof. Alim Yıldız’ın da yeğenlerini sekreter, müdür olarak işe aldığı öne sürüldü.

Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Murat Türk’ün üniversitede önemli bölüm ve birimlerin başına akrabalarının gelmesini sağlayarak senatoda 7 oy hakkına sahip olduğu haberleri çıktı. Rektör Türk’ün akrabası Prof. Dr. Sabri Ulukanlı’yı Rektör Yardımcısı, Ulukanlı’nın biyolog eşi Prof. Dr. Zeynep Ulukanlı’yı Mimarlık ve Güzel Sanatlar Fakültesi Dekan Vekili, yine akrabası Doç. Dr. Bülent Öz’ü Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü, Öz’ün eşi Gıda Mühendisliği Bölüm Başkanı Doç. Dr. A. Ayşe Tülin Öz’ü  ‘Sağlık Bilimleri Yüksekokulu Müdürü’ olarak atadığı ileri sürüldü.

Son örneğimiz Şanlıurfa’dan: Prof. Dr. Ali Sarıışık’ın, Harran Üniversitesi Rektör Yardımcısı olduktan sonra neredeyse tüm ailesini üniversiteye yerleştirdiği ortaya çıktı. Sarıışık, kardeşinin yüksekokul müdürlüğüne getirilmesine yardımcı olurken, kızını Almanca okutmanı yaptı. Oğul Sarıışık ise üniversitenin “yabancı öğrenci sınavı”nı “kazanarak” tıp fakültesine girdi. Yerli değerlere yaslanan rektörün Yabancı Öğrenci Sınavı’nı kullandırması hoş olmamış tabii…

Gazetelere ve sosyal medyaya haber konusu olduktan ve çokça tepki aldıktan sonra yukarıda sayılan bazı keyfi atamalar iptal edildi, kimi kendi istifa etti. Liyakatin önemsenmediği, akademik kadroların siyasi mülahazalar çerçevesinde oluşturulduğu üniversitelerde bilimsel çalışmalardan uzaklaşılır. Hz. Nuh zamanında geçekleşen “tufan” meselesini bugünün teknolojisi ile açıklamaya çalışanlar çıkar. Utanmasa, adına “tuphone” diyeceği bir tufan cep telefonu kullanıldığını iddia eder. O güne kadar yapılmış ilk geminin kullandığı bağlantı hızının 3G mi yoksa 4.5G mi olduğunu tartışır. Hz. Nuh’un oğlu Kanan ile “Nokia’ynan”, diğer oğlu Sam ile “Samsung” telefonla konuştuğunu söyler. Halbuki adı mucize olan olaylar, nübüvvet delili olarak kullanılıp insanları Allah’ın dinine davet etmek, insanlara vizyon çizmek gibi pek çok hikmetleri barındıran, insanların yapmakta ve açıklamakta aciz olduğu harikalardır ve içinde bulunulan günün teknolojik imkanlarıyla açıklamaya kalkmak yanlış olur.

Evrenkentsel dönüşüm çalışmaları esnasında “liya”kat izni yükseklere çekilmezse, çekeceğimiz var demektir.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/evrenkentsel-donusum_451246

Orada Bir Altyapı Projesi Var Uzakta...

Orada bir altyapı projesi var uzakta
Bir zamanlar, ülkemizde yapılması en kolay işlerden biri müteahhitlikti. Çok fazla bilgi ve tecrübe gerektirmemesi, sermaye kullanılmadan yapılabilmesi ve bol kazancı sayesinde tercih edilen mesleklerden biriydi. Bu işin okula veya eğitime de ihtiyacı yoktu üstelik.
Bir müteahhit kabaca şöyle iş yapar; yolda giderken gözüne takılan bir arsanın sahibini arayıp bulur ve o arsayı değerlendirecek bir inşaat projesi yapabileceğini söyleyerek mal sahibine kat karşılığı vermeyi teklif eder. Ardından inşaat malzemesi satan bir yerle yine kat karşılığı anlaşma yapar. Arsa ve malzemeyi bulduktan sonra inşaat işini yapacak bir ekip bulur ve onlardan da kat karşılığı iş yapmalarını ister. İşin sonunda arsası, malzemesi ve parası olmadan ayrıca inşaat işiyle kendini yormadan kendine bir veya bir kaç daire elde etmiş olur. Yaptığı iş sadece organize etmek ve takip etmek. Proje daha tasarım aşamasındayken cafcaflı, üç boyutlu maketler ve çizimler yapıp bunları kullanarak peşin parayla daireleri satmaya başlarsa anında eline para da geçecektir.

Günümüz şartlarında işler bu kadar kolay dönmüyor artık, müteahhitler tarafından ödenecek harçlar ve masraflar arttı, yeterlilik belgesi, sermaye gibi şartlar geldi, kısaca eski cazibesi kalmadı. Yani anlayacağınız bu bir yatırım tavsiyesi değildir.

Hükümetle arası iyi biriyseniz şöyle iş yapma ihtimaliniz olabilir; altyapı projelerinin ihalelerini maliyetinin üstünde rakamlarla alabilirsiniz. Paranız mı yok, hiç dert değil. Hazine size kefil olup ve öncelikli olarak devlet bankalarından borç alabilirsiniz. Millete hizmet (!) maksadıyla yapılan projelere de hazine kefil olsun bi’ zahmet. Bankalar o kadar parayı yutdışından bulur muhtemelen, ama sorulduğunda devletin değil özel şirketin borcu olduğu söylenir. 20-30 sene kadar işletme hakkını elinizde bulundurursunuz, ancak yeterli gelmeyebileceğini düşünen devletimiz bir de işletme garantisi verir. Proje havaalanı ise belli bir sayıda yolcunun kullanması, hastane ise günlük/aylık hasta sayısı, köprü ise günlük geçiş sayısı hakkında garanti verilir. Hiç kullanım olmasa bile sabit bir asgarî kazancınız olacağı bilgisiyle yıllarca rahat edersiniz. Vergi borçlarınız uzlaşmaya açık biri olduğunuz için silinebilir meselâ. Tabiî, bunlar hep ihtimal…

Diyelim bu ülkenin vatandaşı değilsiniz, yine dert değil. Zamanında 20 milyar dolar paha biçilen bir kamu kurumunu 5 milyar dolar gibi “tele-komik” bir fiyatla alabilirsiniz. Korkmayın, paranız yoksa ülkemizin bankaları size kredi verecektir. Memleketinizde işler kesat mı gitti? Borcunuzu ödemeyebilirsiniz. Bu arada geçen sürede bu işletmeden elde ettiğiniz kâr da 15 milyar dolara yaklaşabilir, inanın, bu konuda arıza çıkarmayız.

Son yıllarda yapılan bazı projeler için hazine tarafından verilen asgarî kullanım garantileri şöyle; Yavuz Sultan Selim Köprüsü 135 bin, Avrasya Tüneli 68 bin 500, Osman Gazi Köprüsü 40 bin günlük araç geçişi. Hazine arazilerinin üzerine kurulan ve özel şirketlerin yönetimi/işletmesine devredilen kamu hastaneleri için devletin şimdiden 27 milyar dolar tutarında bir yükümlülük altına girdiği ve % 70 oranında doluluk garantisi verildiği söyleniyor. Vatandaşı hasta ederek verilen garantilerin tutturulması ve böylece devletin cebinden ek bir masraf çıkmaması için canla başla çalışan hükümetimizin bu çabaları takdire şayandır. Adeta “vatandaşı hasta etmeseydik de bu şirketleri mi besleseydik?” demektedir. Zaten bunu eleştirenler de ya dış mihrakların adamı veya teröristtir afedersiniz…

15-20 hatta bazı projelerde 25 yıla varan sürelerde işletimi kapsayan bu garantileri görünce ister istemez akla “orada bir altyapı projesi var uzakta, gitmesek de, geçmesek de onun parası bizim borcumuzdur” dizelerini getiriyor.

AKP Genel Başkan Yardımcısı Harun Karacan, geçen hafta “Türkiye bugünlere 2002 yılından sonraki süreçte Cumhurbaşkanımız ve genel başkanımız Recep Tayyip Erdoğan vasıtasıyla buraya geldi. Türkiye’nin elde etmiş olduğu imkânlardan dolayı hepimizin borcu var, hepimiz şapkamızı önüne koyup 2019 seçimlerinde Cumhurbaşkanımızın nasıl elini rahatlatabiliriz bize düşen görev bu” dedi. Tam olarak hangi bağlamda ve niyette söylediğini bilmiyorum, ama hazine garantileri sebebiyle bütün vatandaşlara taalluk eden ve yıllarca sürecek bir borcumuz var, onu biliyorum. Borçlar konusu gündeme gelmişken hatırlatayım dedim.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/orada-bir-altyapi-projesi-var-uzakta_450650

Yerli ve Milli Bitcoin

Yerli ve milli bitcoin

KHK, OHAL’in başıdır. Hükümet dahi her işine KHK ile başlar oldu.
KHK’nın ne bitmez tükenmez bir kuvvet kaynağı olduğunu anlamak isteyen temsil-i demokrasimize bakabilir; şu ana kadar, evlilik programlarından trafiği düzenleyen kanunlara, dalgıç ve kurbağa adam hizmetlerinden Tababet ve Şuabatı San’atların Tarz-ı İcrasına Dair Kanun’a kadar pek çok kanun, bir kararname kolaylığı ile şak diye düzenlendi. Muktedir “KHK” der, koca bir ilçeyi kolaylıkla yerinden kaldırıp başka bir yere taşır.

Geçen haftaki yazıda bahsettiğimiz bitcoinlerin millîleştirilmesi konusu da bir KHK ile çok kolay halledilebilecek bir şeydir. Şimdi, piyasada dolaşımda bulunan bitcoinlerin tamamı, algoritması ve kısaca bütün aksamıyla satın alınıp kendisine millî bir hüviyet kazandırılması hususunda KHK çıkarsa sonrasında işleyebilecek süreçlere dair tahmin yürütmeye çalışalım:
 
Teknolojik bir yönünün olması ve karmaşık yapısı sebebiyle bitcoine tereddütlü yaklaşan halkın teveccühünü çekmek lâzımdır. Bunun için önce bitcoin ve bilişim teknolojilerinin yerliliği ve neden millî olması gerektiği konusunda konuşmalar yapılır. Meselâ;
“Bakınız, tarihteki ilk sızma testi Anadolu’da yapıldı, haberiniz yok tabi, okullarda öğretilmiyor bunlar.
Türküsü bile var: ‘Su sızıyor sızıyor, taşların arasından’. ‘Nesnelerin interneti’ diyorlar ya şimdi moda olmuş, bu fikir de bizim topraklarda yeşerdi, ne diyor şair: ‘Her nesnenin bir bit imi var ama…’ bulmaca çözenleriniz bilir, ‘im’ işaret, iz demek. Yaaa, şaşırdınız değil mi? Bitcoin de hamdolsun artık biz’im’ olacak. Biraz geçmişe gidiyorum, Doğu Roma meselâ… Nasıl yazılıyor kitaplarda ‘D. Roma’. CD-Rom’a ne kadar benziyor değil mi? Daha da eskisi Lidyalılar. Yahu para bu topraklarda keşfedilmiş. Anadolu’dan geçen bu kadar medeniyet ne olmuş, buharlaşmış olabilir mi?

Şimdi bakıyorsunuz, dünyanın bütün bilgisayarlarında çıkarılabilen bir maden bu. Her yerde çıkıyor da bizim memlekette şimdiye kadar neden çıkmıyordu? Aslında dünyanın en büyük bitcoin rezervleri bizde, ama bugüne kadar koalisyon hükümetlerini kandırdılar ve çıkarttırmadılar! Sayko’nun Piko’nun çizdiği sınırlar haritada kalır, gönüllere sınır konamaz! ‘Bitratejik Derinlik’ politikalarımız sayesinde Ortadoğu’da oyun kurucu oluyoruz.”

Bitcoin işletmeleri, madencilik faaliyetinden dolayı Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü bünyesine verilir. Kamuya ait bir maden işletmesi olarak hayata başlar. İşçi alımı olur, istihdam artar. Muhtemelen siyasiler akrabalarını buraya bolca yerleştireceği için kadrolar zamanla şişer, ücretler düşürülür. Üretim düşer, maliyetler yükselir ve verim azalır. Kimse memnun kalmaz artık. Muhalefet sert bir şekilde eleştirir. Cumhurbaşkanı “bu zata beş coin verin, kaybeder geri gelir” diyerek eleştirileri savuşturur. Sonra, iktidar “neden özelleştirmiyoruz bu işletmeleri?” diye sorarak radikal bir karar alır. Muhalefet bu sefer kamu işletmesinin, hele de para arzı yapan işletmenin yan- daş firmalara peşkeş çekileceği gerekçesiyle özelleştirilmesini sertçe eleştirir.

Özelleştirilir ve işçi sayısı üçte birine düşer. İhaleyi kazanan firmaya 55 yıllığına maden çıkarma garantisi verilir, çıkarılan madenlerin alınması taahhüt edilir. Vatan sathındaki bütün düğünlerde altın takmak yasaklanır. Tam, yarım, çeyrek gibi bitcoinler piyasaya sürülür. “Beşi bir yerde” altınlara mukabil “baytı bir yerde” olan “bytecoin” kullanılır (bilgi sistemlerinde 8 bit bir byte eder). Bakmayın, kayıtdışı altın yerine tamamen kaydı sistemlerde dolaşan coinlerin kullanımı iyi olur bir yerde.

Taşeron işçilerin problemleri gündeme gelir. Aslında burada çalışan işçilere siberon demek daha uygun olur belki, olay siber madenlerde geçiyor çünkü. Günün birinde bot hesaplarla siber saldırılara maruz kalır. Siber Olaylara Müdahale Ekibi (SOME) yetersiz kalır ve madenlerde SOME faciası yaşanır. Aralık ayında gerçekleşen bu olaya Coin-7 Aralık operasyonu denir. Bot kutularında megabaytlarca bitcoin ele geçirilir. Enerji bakanı artık Siberat Alkaynak mı olur, Bitaner Yıldız mı olur bilemem, 3 gün boyunca aynı gömleği giyerek kameralar karşısına çıkar. “Tahminim 300 milyar dolar ile zararı kapatırız” der.

Devletin tepesi, kurucusu olduğu söylenen Satoshi Nakamoto’ya gönderme yaparak “Satoshi’nin bizi satışı, kandırışı, aldatışı olmuştur. Önce Rabbim, sonra milletim bizi affetsin” açıklaması gelir. BİTÖ diye yeni bir terör örgütü ilân edilir. “B” serisi bir bit’lik coin bulunduran veya “bitlock” programını kullanan herkes bu örgüte mensup sayılır ve tutuklanır…

***

Çok mu film izliyorum nedir, gerçekleşmesi mümkün olmayan yukarıdaki gibi senaryolar aklıma geliyor işte…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yerli-ve-milli-bitcoin_450060

Bit Koyup Mgabyte Almak

Bit koyup Megabyte Almak

Yabancı sermaye ile olan ilişkilerimiz gittikçe karmaşık hale geliyor. Üretime ve ihracata dayalı faaliyeti oldukça az olan ekonomimizin kendisine karşı olan muhabbeti çok fazla ve durmadan çağırıyoruz kendisini. Çıkarmışız dışarı yatırım kaplarımızı, yağar da “dolar” diye bekliyoruz. Öte yandan, dış politikayı içerden oy devşirme maksatlı kullanan ehl-i siyaset-i hamaset, her hafta başka bir sermaye grubunu model olarak kullanıp “düşmanların büyük resimleri” isimi yağlı boya arşivine yeni çizimler ekliyor. Resmedilen yabancı sermaye olunca altın oran kaidesine daha çok uyuluyor olduğunu sanırsınız ama maalesef çok orantısız tasvirler çıkabiliyor ortaya. Bu resimlerden ürken yabancı yatırımcılar gelmeye çekiniyor, daha önce geldiyse de kaçmanın yollarına bakıyor haliyle.
“Yeter ki dışarıdan para gelsin ülkedeki çarkları döndürsün” düşüncesi ile adeta Orhan Veli şiiri gibi sesleniyoruz yatırımcılara:

“Çağırsam, sesimi duyar mısınız, borsalarımda?
Dokunabilir misiniz yatırımlarıma ellerinizle
Doldurabilir misiniz tulumbamı, gözyaşlarınızla?
Bilmezdim inşaatların bu kadar çok
Kredilerinse bu kadar kifayetsiz olduğunu
Temerrüde düşmeden önce
Bir borç var, biliyorum
Her şeyi ödemek mümkün”

Dış sermayeye hitap şeklimiz bazen Attila İlhan gibi de olabiliyor:

“Ben sana mecburum bilemezsin
Dolarlarını kasamda tutuyorum
Büyüdükçe %11 büyüyor ülkem
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum (Sıcak para etkisi dedikleri şey olsa gerek)
..
Ne vakit bir altyapı projesi düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Parasız ve ellerimizi kirletmeden  (Müteahhit Fikri usulü)
Ne vakit bir altyapı projesi düşünsem
İhaleye senin paranla başlıyorum
İçinde gizli garantiler dolaşıyor sözleşmelerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin”

Kendisi olmadan yapamadığımız, ancak onu da ihanetler sarmalının orta yerinde gördüğümüz ve güvenmediğimiz dış sermaye ile ilişkimizi en iyi anlatan sahnelerden biri de Kadir İnanır’ın filmin aktristine kendisini sevip sevmediğini sorup olumsuz cevap aldıkça tokat atması ve aynı sorunun üçüncü tekrarında “evet” cevabı alınca yine tokadı basarak “yalannn söylüyorsun!” dediği olsa gerek.

Küresel ekonomik ilişkilerin girift bir hal aldığı zamanımızda, ülkemize gelen yabancı sermaye de bizim kara kaşımıza sevdalı olup gelmiyor. Ticari çıkarlarına uygun gördüğü ve güvenlikten emin olduğu sürece buraya gelip iş yapabilir. Ajan, terörist  ve hain gibi sıfatlarla itham edilmenin ve varlıklarına el konmasının çok kolay olduğu OHAL rejiminde kendisini güvende hissedebilir mi? Hukuk uygulamarının keyfiliği, demokrasi ve insan hakları konusundaki uluslararası endekslerde sürekli daha düşük seviyelere gerilememiz sadece yabancıları değil vatandaşlarımızı da olumsuz etkiliyor. Tüketici güven endeksi, kriz etkisi ile en düşük değerlerine yaklaştığı 2008 rakamlarına yakın yerlerde seyrediyor.

El parasına güven olmuyor madem, kısa sürede bir sanayi hamlesi yapmak ve ihracatı katlamak da kolay değil, neden ülke olarak bitcoin’e yatırım yapmıyoruz? Hazır,  Varlık Fonu’muz var ve ülkenin en münbit varlılarını bünyesinde toplamış, versin parasını, dünyadaki bütün bitcoinleri satın alsın. Şimdi bana, bütün bitcoinlerin piyasaya çıkmadığını (madenciler tarafından çıkarılmamış bitcoinler olduğunu) söyleyecekler çıkacak. Kardeşim, topraktan girmekten bahsediyorum bu işe… “Yerin üstü-altı ne kadar varsa bütün bitcoinleri sar, paketle” diyeceğiz piyasaya. Hem toptan alınca daha ucuza da alırız belki. Artık bu para bir devlet desteğine sahip olur, istediğimiz zaman ve istediğimiz kadar piyasaya sürebiliriz. Algoritmasını değiştirip üretilebilecek maksimum bitcoin sayısını da 21 milyondan sonsuza çekeriz.  Değeri on yüz bin baloncuk seviyesine çıkınca da satışı hızlandırırız. Bit koyup megabayt alırız.

Ha, işler ters mi gitti, bitcoin enflasyonu mu yaşandı, sıfırlarını sileriz olur biter! “Bir megabytecoin, artık  bir yeni Türk coinidir” dediğimizde kim itiraz edecek?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bit-koyup-megabayt-almak_449522

(M)izah-ı Gündem


Mizah-ı gündem
Gündemi itibarıyla çok yoğun zamanlardan geçiyoruz. Kediye işkence yapan asker görüntüsüyle geçen haftaya başladık. Her kesimden insan ortak ve haklı bir şekilde tepki gösterdi. Bütün tepkiler orada harcanmış olmalı ki hemen akabinde gelen, miğfer ile başına vurularak katledilen başka bir asker haberi yürekleri dağladı ama kedi haberi kadar kendine makes bulmadı. Enteresandır ki acılarımız da kutuplaştırıcı ve birleştirici olarak farklı kutuplara ayrıldı.
***
Muhalefet partisi, Cumhurbaşkanı’nın bazı akraba ve yakınlarının hesaplarından yurtdışındaki şirketlere yüklü miktarda para transferi yapıldığını söyledi ve yapılan işlemlere ait olduğunu ifade ettiği dekontları ve SWIFT mesajlarını kamuoyuyla paylaştı. “İthalat dışı döviz transferi” ifadesinden  neden illa da yurtdışına para çıkarıldığını anlıyorlar, bilmiyorum.
Hükümete yakın yayın organları daha belgeler paylaşılmadan onları sahte ilan etti. Kimi de yapılan işlemlerin ülke içinde kaldığını iddia etti. Hükümet partisi konu ile ilgili bilgilendirici mahiyette hazırladığı broşürde muhalefet partisinin kullandığı belgelere yer vererek “işte gerçek belgeler” dedi. Mustafa Erdoğan isminin geçtiği kısmı buğulandırarak elde edilen gerçek belgeler iyi ki ortaya çıkarıldı.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı “Bazı haberler, sinyaller alıyorum bazı iş adamlarının varlıklarını yurt dışına kaçırma gibi gayretlerinin olduğunu duyuyorum. Buradan sesleniyorum, önce kabinemize sesleniyorum, bunların hiçbirine çıkış için asla izin vermemelisiniz. Çünkü bu adımlar ihanet-i vataniyedir. Bu ülkede kazanıp varlıklarını yurt dışına çıkarmaya çalışanlara iyi nazarla bakamayız” dedi. Hemen ertesi gün, sözlerinin yanlış anlaşıldığını söyleyerek şöyle düzeltti: “Türkiye serbest piyasa ekonomisine sahiptir. 1989 yılından beri isteyen herkesin yurt dışına parasını çıkarma hakkı vardır ve bu devam etmektedir” Maddiyatıyla, “MAN”evi”yatı”yla herşeyini toplayıp yurtdışına çıkarmak ihanet sayılır mı bilmem ama hoş bir şey değil cidden. Bakınız Yerli Malı Haftası geliyor, lütfen dikkat edelim.

Biz adaya para yollandı mı yollanmadı mı tartışması içerisindeyken “Elon” Musk’ı, Boeing firmasının CEO’suyla Mars’a adam yollamanın ilki olmak konusunda yarışıyor. Neyse ki bu adamlar yerli değil, yer küre dışına gitmek için can atan ve birbiriyle yarışanlar yerli olmaz zaten, kusura bakmasınlar! “Hain ve terörist” de derdim ama ayıp olur şimdi, hem ülkemizi ziyaret etti, hem de uydularımızı onun araçlarıyla uzaya fırlatacağız nasipse.
***
Haftanın incilerinden biri daha geliyor: Ekmek Sanayii İşverenler Sendikası Genel Sekreteri Cihan Kolivar, ekmeğin, ucuz olması nedeniyle israf edildiğini iddia etti ve “Bana kalsa ekmeği 5 liraya yediririm israf olmasın diye. Siz hiç çöpte sucuk, pastırma, kavurma gördünüz mü? Göremezsiniz, çünkü pahalı” dedi. Naçar kaldıkları için mi, yoksa sucuk salam düşünüp akıllarına Macar geldiği için mi bilinmez, Halk oyunları yarışması için Macaristan’a giden 16 kişilik ekipten 11 kişinin yurda dönmediği ve iltica ettikleri ortaya çıktı. Halaydı, gerçek oldu.

Aslında şimdiki sağlık sisteminin selameti için bence ekmek fiyatında indirime gidilmeli ve bir ekmek 50 kuruş olmalı. Çünkü ekmek ucuz olduğunda, pahalı olduğu için salam, sucuk, pastırma gibi şeyleri alamayan vatandaş, karnını doyurmak için yarım ekmek arası çeyrek ekmek yemeğe başlayacak. GDO’suydu hormonuydu, katkı maddeleriydi derken zaten bozulmuş olan ekmeği daha çok yiyen vatandaş buna bağlı olarak daha çok hasta olacak. 20 sene boyunca hasta garantisi verilmiş yeni hastaneler yok mu, şehir hastaneleri… Hah, işte madem onlara söz verildi, artık vatandaş ta görevini yaparak kendini hastanelere abone edecek tedbirler düşünmeli, değil mi?

***
Azeri söz yazarı ve besteci olarak anıldığını ilk defa duyduğum Reza Zerrab için Dışişleri Bakanlığımızın iki defa nota verdiğini biliyoruz. Zerrab ve notalar denince nedense aklıma sadece “do”lar geliyor. Malum, iki adet farklı do notası var. Hükümet basını da, Zerrab’ı cari açığımızı kapatan ve ihracat şampiyonu bir kahraman ilan etti, arka fonda Türk bayrağı ile çekilmiş görüntülerini yayınladı. Bu ince do örneğiydi. Şimdi ise casus olduğu öne sürülerek bütün mal varlığına el konuldu, bu da kalın do olmalı.  Kudüs konusunda veya ülkemiz için Zerrab meselesinden çok daha hayati olduğu bilinen başka konularda ABD’ye nota verilmiş midir?
Not: “Ey” iki harfli olsa da, söylenirken y harfi dört elif miktarı uzatılsa da nota sayılmaz.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/m-izah-i-gundem_448343

Öne Çıkan Yayın

Gözlükler

  İbrahim Özdabak Karikatürü   “Artık önümüzü göremiyoruz” sözünü ilk duyduğunuzda aklınıza: “Tabii canım, nasıl adım atacağımızı şaşırdık...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: