Bu Blogda Ara

Arşiv

Betonun Elli Grisi


Betonun Elli Grisi
Geçtiğimiz hafta Ege Denizi merkezli deprem yaşandı, etkileri Marmara bölgesindeki birçok ilde de hissedildi.
Artçıları kabilinden, irili ufaklı sallanmalar ise hâlâ devam ediyor gibi. Ramazan ayı hürmetine Rabbim, en hafif şekilde atlatmayı nasip etsin.

Uzmanlarının büyük bir deprem beklediği İstanbul buna ne kadar hazırlıklı? Meşhur 1999 Marmara Depremi sonrası inşaatlara çeki düzen verildi, ama denetimlerin düzgün yapılıp yapılmadığı hakkında kafalarda soru işaretleri mevcut. Özellikle sahile yakın yerlerdeki yapılanmalar ve durmadan ihdas edilen imar izinleri endişe veriyor. 99-2003 yılları arasında İstanbul’da bulunan 493 toplanma yerinin bugün itibarıyla 77’ye düşmüş olduğundan bahsediliyor. Betonun elli grisine sahip koca koca alış veriş ve iş merkezleri, rezidanslar dikilmiş durumda çoğu toplanma yerine. Allah muhafaza, muhtemel bir deprem sırasında 18 milyon nüfusa ulaşan şehirde bu alanlar kime yetecek? Karacaahmet ve Zincirlikuyu bu alanlar arasında mı bilmiyorum, ama “hepimizin gideceği yer” olması hasebiyle pek çok kişiyi toplayacak bu gidişle.

Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın hazırladığı ve birkaç yıldır televizyonlarda yayınlanan bir kamu spotunda tarım arazileri üzerine inşaat yapılmaması gerektiği vurgulanıyor. Bu spotun hedef kitlesi kim bilmiyorum, ama imar izinlerini veren kuruluşların bu uyarıyı dinlemediği belli. Zeytinlik alanlarını imara açmak için defalarca meclise getirilen ve sonuncusu da kamuoyundan gelen tepkiler üzerine çekilen teklif de bahsedilen kamu spotundan hiç haberi olmayanlar tarafından getirilmiş olmalı.

Artan nüfusla birlikte, ihtiyaç günden güne artsa bile tarım üretimimizde ciddî manada düşüş var. Zaman zaman fahiş bir şekilde fiyatı artan bir ürün olunca ne yapıyor şevketli devletlülerimiz, hemen arada spekülatörlerin olduğundan yakınıyor. Stokçuları te’dip etmek için de o üründe ithalatın yolunu açıyorlar. Haliyle, düşük marjlarla çalışan küçük üretici havlu atıyor ve zarar etmemek için üretimi bırakıyor. Bakanlarımız da pazarlardan “gonuşmadan geçince” vatandaş derdini kime anlatacağını şaşırıyor. Yakın zamana kadar kendi kendine yetme özelliği ile övünen ülke, saman dahil pek çok temel üründe dışa bağımlı hale geliyor. Tarım arazileri boşa çıkınca bu sefer de “ziyan olmasın bari” deyip imara açılıyor.

Ülkenin lokomotifi gözüyle bakılan grisiyle meşhur beton sektörü, tek başına koca ülkeyi sırtlayıp götürmeye yetmiyor. Sonuçta maliyetleri yüksek girdileri var ve bir inşaat bir defa yapılıp uzun seneler kullanılıyor. En iddialı olduğumuz alan olan betonda bile mega projelerimizi İtalyan, Japon ve Koreli firmalara yaptırıyoruz, bu da başka bir handikapımız. Yabancı yatırımcılardan gelen sıcak parayı katma değeri yüksek üretimde ve ihracatta kullanan Güney Kore gibi ülkeler sıçrama gösterirken, biz lüks tüketimde kullandık ve betona gömmeye çalışıyoruz. Sonuçta bankalara ve finans kurumlarına borcu gittikçe kabaran bir toplumumuz oldu. Vel ”Hans”ılı, “hey George, versene borç!” diyerek yürütmeye çalışıyoruz işleri, ama Hans ile George’un bizi koruyamayacağını da biliyoruz.

Hafriyat kamyonlarını harıl harıl çalıştırıp inşa ettiğimiz siteler kadar, “harfiyat” üzerine kurulu kodlarla çalışan yazılım dünyasına gerekli kolaylıklar sağlanmış olsaydı, küresel çapta ses ve döviz getiren web siteleri ve mobil uygulamalarımız olabilirdi. Belki de, zamanında gemileri karadan yürütmekle ezber bozan Fatih’in torunları olarak, fethin yıl dönümünü karadan gitmesiyle bilinen 1453 adet kamyonu yine karadan geçirmekle gövde gösterisi yapılmış olmayacağını anlardık.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/betonun-elli-grisi_435666

Star Yarab!

Star Yarab
21. yüzyıl Müslümanı olmak ne kolaymış…
Alınlar yumuşacık halılar üzerine serilen namazlıklar üzerinde secdeye gidiyor. Sıcaklığı istenen seviyeye getirilen sularla abdest alınıyor. Soğuk kış gecelerinde sıcacık kollarıyla saran yorganlardan çıkınca Sibirya soğuğu ile karşılaşılmıyor sabah namazlarında, evlerin çoğunda ortamı homojen olarak ısıtan sistemler var. Hijyenik ortamlarda ibadet ediliyor. Kıble tayini için akıllı cihazlarda kullanmak üzere geliştirilmiş uygulamalar var ve neredeyse isteyen herkesin cebinde bulunuyor. Vakit girdi mi, kaç dakika var soruları dert değil artık. Akıllı uygulamalar, “abi ikindi namazını kılmadın, girmeden kerahet, kıl rahat rahat” diyerek isterseniz sizi uyarabiliyor.

Dünyevî diğer işlerde olduğu gibi, teknolojinin elverdiği imkânları kullanarak ibadet etmek tabiîi ki çok güzel bir şey. Güzel de, gittikçe rahatlığa gömülen nefisler durmadan daha fazlasını istiyor. Yüksek standartlarda ibadet etmeye alışmış bir nefis bu standartları “asgarî şartlar” olarak belirlemeye başlıyorsa bu tehlikelidir. En küçük bir zorlukta ibadeti terk etmeye meyyal olur.

Rahatlık seviyesi arttıkça ibadetler de sanki, özündeki, kişinin “Rabbine karşı aczini anlama” noktasını zayıflatıyor. Mübarek gün ve gecelerde, bütün “İslâm âlemi” için çizilen bir ufka işaret eden ve ilk olarak kimin yazdığı belli olmayan, dışı süslü cümlelerden oluşan, içinde bulunulan her geceye ve rehber listesindeki herkese kolaylıkla uyarlanabilecek kadar parametrik metin mesajlarını, anlık mesajlaşma platformlarının her birinde ve neredeyse herkese göndermek âdet olmuş. Bu vesileyle içinde bulunulan mübarek zamanın ihya edildiği düşünülüyor her halde. Bunları yaparken saatler ilerliyor, ihya etmenin kıvancıyla gönenen vatandaş da yorulup uykuya dalıyor.

Bazen bütün sosyal medya araçlarında yayınladığı aynı metni, bana hem SMS olarak, hem Whatsapp uygulaması üzerinden özel mesajla, hem Twitter üzerinden bana “menşın” atarak / DM’den, hem Facebook üzerinden etiketleyerek gönderen arkadaşlar oluyor. Mübarek adam, her birine cevap vermeye veya “layk”lamaya kalksam o gece yetmez! Düşün, senin gibi 3 kişi daha olsa… İşin kolayını bulup her platformda kendisine bir dağıtım listesi oluşturup tek tıkla yırtan kişiler de var, onların mesajları nedense bana daha soğuk ve ruhsuz geliyor. Klişelerden oluşan ve beni adresleyerek yazılmamış mesajlara cevap vermiyorum artık.

İçinde 15 kıraat hocasının sesinin kayıtlı olduğu kalemlerimiz var artık, Kur’ân-ı Kerîm üzerinde istediğin yere tutuyorsun, hemen okumaya başlıyor. Aynı şekilde, Kur’an, tefsir, ilmihal bilgileri ve duâlar gibi feyizli muhtevayı barındıran mobil uygulamalarımız var. Maşallah, sık sık “apdeyts”lerini tazeliyor uygulamalar. Yakında kolaylıkla abdest aldıran uygulama ve cihazlar da geliştirilebilir. İsim olarak “abdestmatik” diyebiliriz belki bunlara. Abdestmatik cihazının, alınan bir abdest sonrası, kişiye “küçük bir farkla, bir boy büyük abdest almak ister miydiniz?” şeklinde bir soru sorması, dünyevî ölçeklere çekilip sayısallaştıkça ve seri üretime geçildikçe ticarîleşme riski taşıyan manevî değerlere bir örnek olacaktır. İş, nefislerin inisiyatifine bırakılırsa, herkesin sağlıklı ve güzel görünümlerine sahip robotları uzaktan kumanda etmek suretiyle evinde oturduğu koltuktan hiç kalkmadan bütün işlerini yürüten insanların anlatıldığı “Suretler/Surrogates” isimli filmdeki gibi robotlara bütün ibadetleri yaptıracak, kendi, akşama kadar yatacak. Cennete de o robotlar gider artık.

Dinî ve manevî değerleri dünyevî kutulara doldurup pazarlamak, en başta dinî değerlere zarar verir. Kur’ân okumanın “starı” olmaz, sezonun “hit” sûresi seçilmez, mevlitlerin “remiksi” yapılmaz, hocalar sohbetlerinin “single”ını çıkarmaz, ilmihal bilgilerinin konuşulduğu dinî programların “sezon finali” olmaz, dinî kanaat önderlerinin “fun club”ı olmaz, TV kanallarına belli dönemlerde ekrana çıkıp halkı irşad eden hocaların “bonservisi” olmaz, bir kanaldan diğerine “transfer” edilmez, imamlar camilerde “miting” yapmaz, camilere dâvetiye ile girilmez… Ha, yapılırsa ne olur, bir şeyhe sahne performansı için pop star kıyafeti giydirilmiş olur… Genelde doğu ve güneydoğu bölgelerimizde kamyonların üstünde “Allah korusun” manasında yazılan “Star Yarab” duâsını yanlış mı anladık acaba?
Link: http://www.yeniasya.com.tr//adnan-nacir/star-yarab_434975

Atılım Dönemi



 İktidar partisi, 21 Mayıs ile başlayan dönemi “atılım dönemi” ilân etti.
15 yıllık iktidarında yaptıkları her işi yapılabilecek en iyi şey olarak lanse eden bir iktidar demek ki kendisinin de fark etmediği (!) yanlış birtakım işler yapmış olmalıydı ki atılım yapmaya, bir şeyleri düzeltmeye ihtiyaç duydular.

Bazı insanlar vardır ki, hata yaptıklarını asla ifade etmedikleri gibi, hatalarını ispat edip gösteren kişilere karşı utanmak şöyle dursun, pişkince durumu idare etmeye çalışırlar. Meselâ adamın ayağı buzlu zeminde kaymış ve yere düşmüştür, “Salih Abi, yere düşmüşsün” dersiniz. Cevaben size, kesinlikle düşmediğini, yere paralel bir vaziyette durmayı çok sevdiğini söyler. Ya da kendisinin sabit kaldığını, fakat yeryüzünün anlaşılmaz bir şekilde doksan derece yan yattığını iddia edebilir.
15 yıllık tek başına iktidar döneminde birbirine zıt çok sözleri ve işleri oldu. Her seferinde, önceki söyledikleri/yaptıklarını unutup mevcut durumu parlatarak destek istediler. Meselâ, Avrupa Birliği ve onun temsil ettiği değerler sistemine entegre olmanın demokratikleşme yolunda zarurî bir adım olduğunu söyleyerek puan topladılar. İşlerine gelmediği noktada Birliğin aslında bir Hıristiyan kulübü olduğunu ilân ettiler. 16 Nisan referandumu öncesi yaşadıklarımız malûm; Avrupa’yla sun’î gerginlikler oluşturup ilişkileri kesilme noktasına taşıdılar. “Anaların artık ağlamaması” bir seçimin sloganı olurken, yerle bir edilen şehirler teröre karşı mücadelenin kararlı duruşu olarak başka bir seçimde sergilendi. OHAL’leri bitirmekle övündüler, şimdi de “huzur ve güven ortamı sağlanıncaya kadar OHAL!” deyip süresini müebbete bağlamaya çalışıyorlar. Eyalet sistemini tartışarak demokratik açılım yaptıklarını iddia ettiler, fakat sonrasında “çocuklar ölmesin!” diyen öğretmeni tutukladılar. 2010’da vesayetler döneminin kapandığını, yargı bağımsızlığını sağladıklarını ilân ettiler. Nasıl olduysa, 16 Nisan’da da aynı şeyleri söyleyip oy topladılar.

Dost-düşman, iyi-kötü sıfatlarını kişi, kuruluş ve devletlere öyle tevzi ettiler ki başımız döndü. Bir gün Rusya’ya kafa tutuyor ve millete tezek yaktırdılar, ertesi gün özürler dilediler ve aramızı bozmaya çalışanlara lânet okudular. “Adam öldürmeyi siz çok iyi bilirsiniz” dedikleri İsrail’in aslında dostumuz olduğu açıklandıktan sonra, seçimler boyu propaganda malzemesi olarak kullanılan Mavi Marmara hadisesinin sahipleri bir anda “Giderken bana mı sordunuz?” tepkisi ile karşılaştı.
Şimdi “atılım” dedikleri dönemde bizi ne bekliyor, Allah bilir. Aslında ülkede son zamanlarda çok yoğun atılımlar gözlenmişti. Yüz elli bine yakın insanın işten atılımı, onbinlercesinin hapishanelere atılımı 21 Mayıs tarihinden çok öncedir. AKP’lilere dokunacak “atılım” gelecek mi, bilmiyoruz. Gelecek olsa bile, “kayyım peder” durumundan serbest bırakılanlara bakınca, dostlar alış verişte görsün diye yapılacağı izlenimini uyandırıyor. Yanlış anlaşılmasın, kişi gerçekten masumsa veya tutuklu yargılanmasını gerektirecek geçerli bir sebep yoksa tahliye veya beraat kararı verilmesi adaletin tecellisidir ve herkesi sevindirir. Böyle bir karar, kimin için verildiğine bağlı olarak, bağımsız yargının tasarrufu olarak kabul edilebiliyor ya da kararı veren hâkim/ler/in Fizan’a sürülmesini, haklarında soruşturma açılmasını veya görevden uzaklaştırılmasını netice veriyorsa adalete olan güven sarsılacaktır.

Keşke atılım dedikleri, ekonomik ve bilimsel alanda ülke olarak bize sıçrama fırsatı tanıyacak bir hamle olsaydı. Sanayi 4.0 trenini nasıl yakalayabileceğimize ilişkin yol haritası çıkarılsa fena mı olurdu? İktidar sahiplerine sanayi 4.0 deseniz, yazının başında örneği verilen pişkin adam gibi davranıp “rabia” işaretinin bunu sembolize ettiğini söyleyebilir ve anında size sloganını bile yazabilir:
“Tek işletim sistemi, tek programlama dili, tek platform, teknoloji!”
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/atilim-donemi_433557

Mesele Sadece Vergi mi?

İnternet tabanlı iletişim teknolojileri uzakları daha da yakın etti.
 
Çin’de üretilen, hammaddesi bir Afrika ülkesinden temin edilmiş bir ürünü, bir Avrupa ülkesine ait online satış sitesi üzerinden satın alıp Amerikan kökenli bir taşıma şirketi vasıtasıyla kapıya getirtmek mümkün olabilir. Arada fason üretici ve al-sat işi yapan komisyoncular dahil edilirse bir kaç millet/kıt’a daha işin içine girebilir. Ödeme işlemlerinde doğrudan ve dolaylı yollardan kaç sistem ve bankanın dahil olabileceğini saymıyorum bile. Bir parça malın satışı deyip geçmeyin, 72 millet ekmek kazanıyor olabilir kısacası.

Üretimin çılgınca bir hızda seyrettiği dünyada, büyük işler peşinde koşanlar muhakkak uluslar arası alanda müşteri kovalamak zorunda kalıyor. İnternet de bunun için en uygun mecra. Web sitelerinin hepsi neredeyse aynı uzaklıkta, adreslerini web tarayıcısına yazıp çağırabiliyorsunuz. Girişte çok şükür pasaport kontrolü yok (şimdilik). “Nerede vizen? Laptop’la giriş yapamazsın!” ya da “Müslüman ülkelerden ülkemiz sitelerine giriş yasaklanmıştır” diyen de yok. Web sayfalarının uzantıları bir ülke kodu ile bitiyor olup, barındırıldıkları sunucu bambaşka bir ülkede olabilir. Hele “bulut dedikleri bir şey var” ki ne, nerededir belli değildir, Binali Yıldırım Bey’e kulak veriyor ve fazla kafa yormaya gerek olmadığını düşünüyorum. Yani, “bir web sitesi nerededir, sınırları nerede başlar ve nerede biter?” sorusu “İstanbul tam olarak nerede başlar, tam olarak hangi noktayı geçince şehirden çıkmış sayılıyoruz?” sorusu ile kapışır.

Yerleşik sınırlarının dışına taşarak bütün dünyaya hizmet sunan web sayfaları ve mobil uygulamalar hayatımızın içine girdi. Google, Facebook, Twitter, Instagram, Uber, Airbnb, Booking.com, Amazon ve Ebay gibi pek çok platform küresel müşterilerden para kazanıyor. Bu noktada müşterilere ait şahsî verilerin işlenmesi ve kazanılan paraların vergilerinin ödenmesi problemleri tartışılıyor. Muhtemel bir anlaşmazlık durumunda başvurulacak mahkemenin hangisi olacağı muamması da var.

Paypal, 2016 yılında, sunucularının Türkiye’de bulunmasını isteyen BDDK ile anlaşamamış ve ülkemizdeki faaliyetlerini durdurmuştu. Emniyet Genel Müdürlüğü, bütün illere gönderdiği bir talimatla Uber araçlarına “korsan taksi” cezası kesilmesini istedi. TÜRSAB tarafından haksız rekabet suçlamasıyla mahkemeye verilen Booking.com servisleri Türkiye için kapatıldı. Airbnb ile Türkiye’de ev kiralayan iki İngiliz turistin kaldığı eve baskın düzenlenmesi ve pasaportlarına el konulması haberi, yakında bu platformun da yasaklanabileceği düşüncesini akıllara getirdi. Pek çok firmanın vergi mükellefi olabilmesi için kendilerinden Türkiye’de ofis açması istendiği biliniyor. Hatta en son mahkeme kararıyla Türkiye’den erişimi kapatılan Wikipedia için Ulaştırma Bakanımız, katıldığı bir televizyon yayınında “temsilcilik açmaları ve vergi vermeleri gerekiyor” dedi. Wikipedia’nın kâr amacı gütmeyen ve bağışlarla geçinen bir kuruluş olduğu bilgisini hatırlatalım.

“Usta” diye çağırdığımız neredeyse hiçbir esnafın fatura kesmediği, lüks görünümlerine rağmen vergi matrahı sıfır veya sıfıra epsilon komşuluğunda olan firmaların çok olduğu, özel hastanelerin bazılarının hasta istemedikçe fatura kesmediği, kestikleri zaman da vergisi düşük olan farklı bir fatura kalemi gösterebildikleri, sahibinden ibaresiyle ilânını verdiğiniz gayrimenkulun resimlerini sizden izinsiz ve habersizce kullanarak müşteri bulmaya ve komisyon almaya çalışan ve herhangi bir kayıt tutmayan emlâkçıların olduğu aklıma geldikçe, vergi meselesindeki ciddiyetimizi sorguluyorum. Son yıllarda art arda çıkarılan vergi afları, vergi toplayamadığımızı veya vergi sistemimizde ciddî sıkıntılar olduğunu göstermiyor mu? Makul oranlarda vergilerin olduğu ve adil bir sistemde bu kadar kaçak olur mu?

Yukarıda bahsedilen internet servisi veya mobil uygulamaların her ülkede mahalli olarak vergi vermesini istemek makul olabilir, ancak sınırların neredeyse olmadığı ve VPN, proxy kullanımı dahil pek çok yolla aşılabilecek erişim yasaklarını düşündüğümüzde bu yasaklar göstermelik kalacaktır. Üstelik turizmde en kötü dönemleri yaşadığımız, yolunu şaşırarak gelen kafileleri havaalanında çiçeklerle karşıladığımız bugünlerde, özellikle turizmle ilgili uygulamaların engellenmesi ne getirir, ne götürür hesabının iyi yapılması gerekmiyor mu?
Son olarak, küresel müşterileri hedefleyen uygulama ve ürünler geliştirmediğimiz sürece geliştirenlerin kazandıklarına bakıp vergi vermeleri ihtimali ile avunuruz. Apple firmasının değerinin 800 milyar doları aşması yeterince fikir vermiyor mu?

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/mesele-sadece-vergi-mi_432168

IT'razım Var!

IT'razım var!

Bilim ile teknoloji arasındaki ilişki yumurta-tavuk etkileşimine fena hâlde benziyor. Bilimsel araştırma ve geliştirmelerin sonucu olarak faydalı ve ticarî değeri olan ürünler ortaya çıkıyor. Öte yandan, teknolojik aletlerin iyileştirilmesi çalışmaları yeni bilimsel araştırmaları tetikliyor.
İleri teknoloji ürünleri için araştırma ve geliştirme yapmak, elbette ki masraflı bir iş ve sadece bilimsel merak duygusu, insanların bu çalışmaları yapması için gerekli finansmanın elde edilmesi hususunda yeterli motivasyonu sağlamaya yetmiyor.

Gerekli kaynak için gönüllü olanlar kimler peki? Tabii ki, büyük oranda en son model teknolojik ürünleri satın alanlar.
En son model ürünler, eskilerine oranla çok az farklı olsalar bile anlamlı bir fiyat farkıyla tüketicilere sunulur. Burada fiyatlanan, bir sonraki nesil ürünlerdir bir bakıma. Bu mesele kan davası şeklinde sürüp gittikçe, nice teknoloji dostu delikanlı öğrenci; telefon, bilgisayar ve benzeri iletişim teknolojisi ürünlerinin en yenilerine vitrinden bakıp alamadığı için iç geçiriyor.

Üretim çılgınlığı

Intel’in kurucularından Gordon Moore’nin 1965 yılında yayınladığı bir makaleden mülhem, “Moore Yasası” olarak bilinen bir yasa vardır. Bu yasa 24 ayda bir mevcut tümleşik devreler üzerindeki bileşenlerin iki katına çıkacağını öngörmektedir. Teknolojik gelişmelerin hızı için referans kabul edilen bu yasadan kısaca anlamamız gereken şey, bugünün en güncel teknolojisine sahip bir cihazın maliyetinin iki yıl içerisinde yarı yarıya azalacağıdır.

Yasa dense de aslında bu bir gözlem sonucuydu ve bugün ne kadar anlamlı bilmiyorum. Firmalar durmadan piyasaya yeni ürün sunuyor. Bakıyorsunuz, bir akıllı telefon üreticisi, son ürününün lansmanı üzerinden daha altı ay geçmeden kamera çözünürlüğü sadece biraz daha iyi, hafızası azıcık daha yüksek bir modeli raflara sürüyor! Elindeki cihazları atıp onu satın almak isteyen vatandaşların çoğu da yeni özellikleri kullanmayacak hâlbuki… Misal, 16 MP çözünürlüklü telefon alıyor, ama resimler çok fazla yer kaplamasın diye kamerayı 6 MP’ye ayarlıyor!

Teknolojik cihazlarla gündelik işler seviyesinde muhatap olan biri olarak ben, teknolojik cihaz ihtiyaçlarımda hep “n-2”. ürünü alıyorum. Hem ihtiyacımı ziyadesiyle görüyor, hem de maliyet olarak avantajlı oluyor. Arabesk bir parçadan ilhamla üreticilere diyorum ki;

“İtirazım var zalimce üretmeye
İtirazım var bu sonsuz döngüye
Elde emanet kalan cihazlara
Yarım kullanılan telefonlara
IT’razım var!
Ben hep yenil(e)meye mecbur muyum?
IT’razım var, bu sanal dolana!”

Tüketim çılgınlığı

Eskiden “evladiyelik” tabir edilen kaliteli ürünler bulunurdu.  Bir kere alıp, ömür boyu kullanırdınız. Öğrencilik yıllarımda kaldığımız evde, yaşı evde kalanların yaş ortalamasının beş üzerinde olan ve kaçıncı el olarak kullanıldığı hesaplanamayan bir buzdolabımız vardı. Buzluk kısmı, bekâr öğrencilerin evinde bulunmanın tembelliğiyle, iç taraflarından gittikçe kalınlaşan buzları birleştirme yolunda emin adımlarla ilerliyordu. Bir kurban bayramı öncesi, gelecek et beklentisini çok üst düzeyde tutan bir arkadaşımız, etlere yer açmak için o buzların tamamen erimesi gerektiğine hükmedip dolabın fişini çekti. İmar iznini defalarca ihlal etmiş ve kat üstüne kaçak kat çıkan buzların tamamen erimesi nereden baksanız üç günü alacaktı. Bu süre zarfında soğutucu alt kısmında bozulabilecek herhangi bir gıda maddesinin bulunmayışının trajikliği (bakınız bu dramdır!) bu yazının konusu olmadığı için es geçiyorum. O süreyi bekleyemeyeceğine kanaat getiren arkadaşımız, bir bıçak marifetiyle buzları kırarak süreci kısaltmaya çalıştı. Hırslı bıçak darbelerinden biri dolabın iç duvarlarından içeri girince içerideki borulardan birini delmiş ve içindeki gazın uçmasına neden olmuştu. İşte bu, buzdolabımızın ömrü boyunca servise gittiği tek andı.

Şimdilerde ise garanti süresinin sonuna zor yetişen ürünler var, garanti süresinin dolduğunu anlayan cihaz havlu atıyor. Onu geçtim, kutusundan bozuk çıkan ürünler mi dersiniz, bir ay geçmeden kendini koyverenler mi… Servise gidip gelen bir cihaz da kolayca dikiş tutmuyor ve performansı düşüyor. Baskılı devre teknolojisi ile birlikte bir ekipmanın bozulan bir bileşenini tamir etmek diye bir şey zaten kalmadı, o bileşenin değiştirilmesi gerektiğini söylüyor servisler. Velâkin, o bileşene öyle bir fiyat biçiyorlar ki, üstüne biraz daha eklense yeni bir ürün alabilir durumda oluyorsunuz. Sıtmanın dehşetini gösterip ölüme razı ediveriyorlar! “Kullan-at-hemen yenisini al” düşüncesi her şekilde insanlara aşılanıyor.

Sanal ihtiyaçlar türetip insanları bunlara müptela ederek bir tüketim tuzağı oluşturulması, “Bedevîlikte beşer, üç dört şeye muhtaçtı. Şimdiki Garb medeniyet-i zâlimesi suiistimâlât ve isrâfât ve hevesâtı tehyîc ve havâic-i gayr-ı zaruriyeyi, havâic-i zaruriye yaparak medenî insanı yirmi şeye muhtaç etti” 1  hakikatini doğruluyor. Tüketim çılgınlığının tetiklediği ve zarurî olmayan ihtiyaçların temini konusunda Bediüzzaman “…hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesât-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz, menhus malı alır” 2 demektedir.

Allah hepimizi bu zamanın dehşetli hastalıklarından biri olan israf çılgınlığından muhafaza etsin.
Link: http://www.gencyorum.com.tr/itrazim-var

Men Tekke, Tükke!

16 Nisan’da gerçekleşen ve anayasa değişikliği hakkında yapılan referandum kendisinden önce yapılan ve Müslüman kimliğiyle siyasette bulunanların olduğu seçimlere benzer, belki de onlardan daha fazla dinî, millî ve manevî değer eksenindeki ajitasyonlar gölgesinde gerçekleşti.
 
Hatırlanacağı gibi geçmiş yıllarda yapılan bazı seçimlerde “Müslüman sayımı” yapılacağını iddia eden kesim, kendi destekledikleri partiden başkasına oy verenleri “patates dini”nden addetmişti.
Din gibi umumun malı olan mukaddesleri inhisarı altına alıp siyaset yapmanın başlıca özelliklerinden ilki, ötekileştirip ayrıştırmak ve kendi taraftarları arasında safları sıklaştırmaktır. Saflar çoktur da, sıkı durmaları için sürekli bir düşmanın varlığı zorunludur. İkincisi de bu siyasî hareketlerin öncülerinin dinî önderler olduğu ve her hareket ya da söylemlerinin kaynağının ilâhî olduğu düşüncesidir. En güzel örneklerinden biri “Rabbime sordum, Cleveland dedi” cümlesidir (vaktiyle by-pass ameliyatı olmak için ABD’ye seyahat eden bir bakanın eşi ABD tercihini nasıl yaptıklarını anlatırken bu cümleyi kurmuştu). Keza “Davutoğlu’na başbakanlığı bizzat Peygamberimiz verdi” cümlesi de buna iyi bir örnektir. Gündelik siyesetin tabiatında var olan anlık savrulmaların ve geri dönüşlerin bu düşünce ile izahı nasıl mümkün olabilir? Üçüncüsü de, dinin tek temsilcisi olma iddiasıyla kendilerinden olmayan dinî cemaat ve gruplara “biz yoksak, sizler de olmazsınız” mesajı vermektir. Halbuki dinin sahibi ve koruyucusunun herhangi bir vasıtaya mecburiyeti yoktur.

Kendisini “sırat-ı müstakim” ve “kutlu yürüyüş” gibi ifadelerle tanımlayan bu hareket, 16 Nisan öncesi dinî, millî ve manevî bütün değerleri kullanarak kendisine oy toplamıştır. Öncüleri, her seçim öncesi mutad hale getirdikleri bir umre ziyareti yapmış, müntesipleri birtakım âyet ve hadisleri kendilerine tevil ederek ebced ve cifir hesapları ile 16 Nisan çıkarımları yapmıştır. Bazı camilerde siyasî figürler boy gösterip mitingler yapmış, bazı camilerde vaaz sırasında yönlendirici siyasî mesajlar verilmiştir. Duvarlara “Allah için evet inşallah” yazısı ile fotoğraf çektiren siyasiler olmuştur. “Haç ile Hilâl mücadelesi” seçim atmosferini tanımlarken kullanılan ifadelerden biri olmuştur. Bazı Müslümanlar mücadele sonunda halife seçileceğini hayal etmiştir.
“Hayır” oyu verenlerin ahiretini tehlikeye düşüreceğini söyleyenler, Peygamberimizin (asm) yaşadığı bir mu’cizeye benzer bir durum yaşadığını anlatmıştır. “Evet” oyu vermenin farz olduğunu yazan ve fetvaları ile bilinen köşe yazarları olmuş, buna ne siyasî hareketten ne de Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan bir tepki gelmiştir.

Görüldüğü gibi, ortada bir siyasî tekke vardır. En azından kendisine oy veren insanların büyük kısmı tarafından tekke nazarıyla bakılmış bir yer olduğu açıktır. Bu tekkede bir “şeyh” de vardır. Tekkede çorba her daim bulunmakta ve tekkeyi bekleyenler çorbayı içmektedirler. “Kaşıkçı kuşu” olarak bilinen pelikan kuşları da kaşıklarını çorbaya daldıranlar arasındadır. Tekkede pelikan olduğu gibi, pelikanda da tek “k” vardır.
Gelgelelim, referandum sonrası bu çorba kazanı fokur fokur kaynamaya başlamış görünüyor. Vay efendim, “ben baştan beri buradaydım, sen sonradan geldin”, yok, “senin fitne ateşi ile yaktığın kazanda kaynayan çorbadan hayır mı gelir?” tartışmaları gırla gidiyor. Suçlamalar, hakaretler havada uçuşuyor. Böyle siyasî tekkelerde eteklerde çok taş olur ve zamanı gelince dökülür. Derken, şeyhten beklenen açıklama, tekkeye mürid seçmedikleri şeklinde geldi!

Şeyhin açıklamasından tekkedeki kimsenin gocunduğu yok, herkes bu açıklamadan kendinin haklı olduğuna dair bir çıkarım yapıyor. Görünen o ki, “hayır” kesiminin seçim kampanyasında kullandığı “Mavi boncuk” şarkısı bu zamanda en çok şeyhe lâzım olacak.

Düşünce Okuma Yazma

Düşünce okuma yazma

Dünyanın önde gelen teknoloji firmaları uçuk projeler üzerinde çalışmaya devam ediyor.
Daha doğrusu, henüz uygulama alanını gözümüzle görmediğimiz için şimdilik bize uçuk gelen proje ve teknikler geliştiriliyor. Bunlardan biri de insan beynini bilgisayarlarla veri alış verişi yapabilecek şekilde bağlayabilmek. Konuyla ilgili Elon Musk ve Bryan Johnson gibi girişimcilerle Facebook’un çalışmaları olduğu biliniyor. Pek çok bilim kurgu filminde de bu temanın işlendiğini görüyoruz. En bilinen örneği “The Matrix” filmidir. En ileri dövüş san’atı tekniklerinden, bir helikopter pilotluğu bilgilerine kadar her şey saniyeler içerisinde beyne yüklenebiliyordu filmde.

Facebook, yeni teknolojilerini anlattığı F8 konferansında insanların düşüncelerini internet üzerinden direkt gönderebilmesini sağlayan bir teknoloji üzerine çalıştıklarını duyurdu. Bunu yaparken de vücudun herhangi bir hareketini izlemeden sinirsel aktivitelerdeki değişimi takip edeceklermiş. İnsanların zihinlerinden geçirdikleri kelimeyi algılayan bir teknoloji olacak. Aklımızdan geçen her düşüncenin algılanacağı anlamına gelmiyor şimdilik (ama bunu yapan bir sonraki adımda onu da yapar!?) algılanmasını istediğimiz kelimeyi yavaşça aklımızdan geçirmek gerekecek. Dakikada 100 kelime yazma hedefi var ilk aşamada, ki bu telefonda elle yazılan yazının yaklaşık beş katına tekabül ediyor. Facebook artık “ne düşünüyorsun, Adnan?” diye sormayacak ve hemen ne düşündüğünü anlayabilecekse bu biraz tehlikeli olmaz mı? Bir de “Paylaş” butonu beynimizde mi olacak, nasıl tıklamayacağız bu butona?

Facebook’un ikinci bir “sessiz konuşma” araştırması da bir o kadar heyecan verici: Tenle duyma! İnsan derisine, kulaktaki işitme özelliklerinin taklidini yapabilecek yazılım ve donanımlar üzerine çalışıyorlar yani. Parmağımızı bir metin üzerinde gezdirdiğimizde, orada yazılı olan düşüncelerin sesli bir şekilde kafamızda canlandığını görebileceğiz. Kulaklıklardan hoşlanmayan benim gibi insanlar için mükemmel bir buluş olur. Sesi dışarı veren kulaklık problemi kalmaz artık. Kütüphanelerde kimseyi rahatsız etmeden sesli kitap okuyabileceğiz meselâ. Parmakla dokunmak suretiyle kafamızda sesli uyarıların oluşması fiiline belki başka bir tabir de buluruz o zamana kadar, okuma desen okuma değil, konuşma desen hiç değil… Şimdiden üzerinde düşünülmesi gereken bir konu diyor ve önerimi “dokuymak” şeklinde ilgililere sunuyorum. Sevgili TDK, “dokunmak” ve “duymak” fillerinin birleşiminden türettim kelimeyi. Öğretmen arkadaşlara da şimdiden sabırlar diliyorum, gözlerinin içine bakarak başka şeyleri “dokuyuyor” olabilecek öğrencilerle nasıl başedecekler, Allah bilir. Bakınız cümle içinde de kullandım, çok da kulak tırmalayıcı durmuyor, değil mi? Duyma hissini dokunarak alabileceksek kulakların tırmalanmasının bir önemi de kalmayacak nasıl olsa.

Düşünceyi algılayıp yazıya dökme ve tenle duyma özelliklerini birleştirerek dilini bilmediğimiz insanlarla çok rahat ve hızlı bir şekilde anlaşabiliriz gibi görünüyor. Meselâ, benim aklımdan Türkçe geçirdiğim düşünceleri facebook hemen yazıya dökecek, karşımdaki benim dilimi bilmeyen kişi de önünde çıkan metne dokunduğunda facebook, oradaki ifadeyi onun kafasına dokuyacak. “Sen sus da gözlerin konuşsun” sözlerine sahip şarkıyı kim yazdıysa, vizyonu için tebrik edilesidir. Mütercim-tercümanlık mesleklerinin sonu mu gelecek bilmiyorum. Beyinden beyne doğrudan iletişimle beynelmilel ilişkiler daha kolay kurulabilecek.

Bilindiği gibi teknolojinin en son ulaştığı noktalar öncelikle savunma ve güvenlik, haydi daha açık söyleyelim istihbarat için kullanılır. Yani muhtemelen şu anda daha gelişmiş teknolojiler elde edilmişken, bunların bir kaç model aşağısı umum halkın kullanımına açılır. Belki de akıldan geçen düşünceleri okuyan sistemler yapılmış olabilir buna göre. Kimbilir düşüncelerimizi dinleyenler vardır etrafımızda. Düşünürken ne kadar sessiz olabiliriz ve ne kadar bundan sakınabiliriz ki? Beyin dinleyen yazılım veya donanımdan daha tehlikelisi beyne düşünce gönderen teknoloji olacaktır. Böyle bir fırsatı reklâm dünyası kullanmak isterse “spam” düşünceden kafamızı kaldıramayız onu söyleyeyim. Ya bir de bu teknolojiler kötü niyetli insanların eline geçerse ne olacak? Beyin iletişimlerini şifreli hale getirmek şeklinde bir güvenlik tedbiri düşünülebilir.
10 yıl sonraki yöneticilere yandaş olacak gazetelerin şöyle manşetleri olabilir: “Beyninde ‘beynlock’ isimli yazılım izleri bulunan beş kamu görevlisi gözaltına alındı”.
Gel de Cem Karaca’nın “Bindik bir âlâmete, gideyoz kıyamete” şarkısını hatırlama…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/dusunce-okuma-yazma_430091

Atı Alan Üsküdar'ı Geçti

Filmlerden aşina olduğumuz bir sahne vardır; yolun çetin tabiat şartlarına sahip kısmına gelince, rehber yolculara dönerek şöyle bir cümle kurar: “Yolun bundan sonraki kısmına katırlarla devam edeceğiz!”
 
Bu cümle, yolcular için çok anlam ifade eder. Öncelikle o zamana kadar tramvay, belediye otobüsü ve hususî minibüs gibi katırlara nispeten çok daha konforlu sayılabilecek ulaşım çeşitleri ile seyahat imkânı sona ermiştir.

Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Meselâ yolun bundan sonrasında, yolda karşılaşabilecekleri diğer canlıların uymak zorunda olduğu trafik kuralları olmayacaktır. Tabiî yaban hayatının görünen kuralları uygulanacaktır. Güçlü olan, hızlı olan, direnci yüksek yolcular yola devam edebilecektir. Fizikî kondisyon gerektiren aktivitelerle bolca karşılaşabileceklerdir çünkü…

Kilometre ve yön belirten tabelâlar ya da uyarıcı levhalar bulunmayacaktır. Rehberin insafı ve irfanı, tek yol gösterici ve uyarıcı olacaktır. Nerede konaklanır, nerede en iyi barınılır, hangi örümcek ve güvercin ikilisi dosttur, hangisi ispiyoncudur gibi soruların cevaplarını sadece rehber bilmektedir. Yolcu kafilesi ünsiyet edebileceği başka insanları çevresinde bulamayacaktır. Arada sırada karşılaşacakları küçük dağ köyleri haricinde kendilerine dost olacak insanlar bulamayacaklardır ki muhtemelen katırları da terk etmek zorunda kalacakları bir noktadan sonra yalnızlık içlerine kadar işleyecektir.

Meskûn mahal olan şehirlerden çıkılmıştır. Şehirde ihtiyaç duyulan her türlü yiyecek ve giyeceği parası mukabilinde satın alabilen yolcular artık ekmeği taştan çıkarmak zorunda kalacaklardır. Gerektiğinde zararlı mı zararsız mı olduğu konusunda fikirleri olmadığı bir otu yiyecek, gerektiğinde benim çok hassas bir bünyem olduğu ve çabukça midem bulandığı için şimdi burada zikredemeyeceğim hayvanları yakalayıp pişirecek veya pişirmeden… (tövbe estağfurullah, yazarken bile iğrendim. Sizlerden de özür diliyorum, mecbur kalmasam bahsetmezdim.)
Yol büyük bir ihtimalle gittikçe sarplaşacak, yüksek tepelere doğru tırmanılacaktır. Böyle yollara alışık olmayan yolcularda, yükseklikle birlikte düşen hava basıncını dengelemek için altta kalmayan iç basınç da durumu dengeleme isteği duyacak, vücut kandaki oksijen miktarını hemen yükseltmek isteyecek ve fakat bu denli hızlı değişimlere ayak uydurmakta zorlanınca tansiyon problemleri baş gösterecektir. Kimi tansiyonlar düşecek, kimi tansiyonlar yükselecektir. Yol esnasında düşmeler ve çarpmalar çokça yaşanacağından kırık-çıkık da bolca görülecektir. En hekim kişinin rehber olacağı varsayılacaktır.

Temizlik ve ısınma için bir şeyler yakmaları gerekecek, tezek de toplayıp yakabileceklerdir icab ederse…
***
YSK, yaklaşık olarak iki ay önce referandum duyurusu yaptı.
Takvimler 16 Nisan 2017’yi gösterdiğinde de, kendisine “at oyunu” denen vatandaş üzerine düşeni yaptı. Sonuç ne mi oldu, atı alan Üsküdar’ı geçti. Anlaşılan, tramvaylıktan ata dönüşen demokrasi Üsküdar’ı geçti, hızla şehirden uzaklaşıyor… Yolun bundan sonraki kısmına katırlarla mı devam edeceğiz, şimdilik bilemiyoruz!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ati-alan-uskudar-i-gecti_429591

Paranoyaklaşımlar


Yalnız olduğunuzdan ve izlenmediğinizden eminseniz yazıyı okumaya başlayabilirsiniz. Emin olmanız izlenmediğiniz anlamına da gelmez onu söyleyeyim. Her yerde olabilirler, o yüzden lütfen sessizce ve belli etmeden okuyun.
Nedense şu sıralar “herkese bi’ halley oluyoy!” Meselâ şu anda “The Gofretter” lâkaplı bir çikolata baronu elinde tuttuğu kedisini okşayıp darbe planlıyor olabilir. “Dost” markasıyla BİMilerine yakın olurken düşmanlarına daha yakın olmaya çalışıyordur belki de… Herkes en son çıkardığı reklâmla uyandı işe, ama ben çok önceden hissetmiştim. Bir insan neden bir markasının ismini “Caramio” yapar? Tabiî ki, bilinç altına “harami o” düşüncesini yerleştirmek için! Mutluluk temalı sloganlarını hatırlıyor musunuz? “Mutluluk orada, mutluluk burada, her zaman her yerde var!” şeklindeydi. “Mutluluk” kelimesini çıkarın, yerine başka bir kelime yerleştirin, bir de öyle bakın!

Sonra, “enerji, geliyorum demez!” sloganına ne buyurulur? Bunun “metro” markası sloganı olduğunu duyduğumda aklıma “V for Vendetta” filmi gelmişti. Filmde parlamento binası boş bir metro vagonuna yerleştirilen bombalarla havaya uçuruluyordu!

Metro demişken, metrobüs de çok masum görünmüyor. Son durağı Beylikdüzü olan bir ulaşım aracından bahsediyoruz. Beylikdüzü’nde şüpheli bir şekilde düşen helikopter sizi de tedirgin etmedi mi? Yoksa “Bylockdüzü” mü deseydim?

“Paranoya bu abi…” diyenlere, bir dolar bir boşalır bir han olan “f”ani dünyada kullanılan “para no”ları hatırlatayım. Her işleri bilinç altı yatırımı bunların, yemekler dahil. Pirinç altına yerleştirilen malzemelerle hazırlanan meşhur yemekleri “maklube” buna örnektir. Arapça, “ters çevrilmiş, devrilmiş” anlamına geliyor maklube. Yurtlarda, tepsileri devirip devirip bir gün devrim yapacaklarını işlemişler çocukların kafasına. Şimdi anladınız mı “Yurtta Sulh” konseyinin adının nereden geldiğini?

Güneş ısı ve ışık kaynağıdır. Her kim güneş resmini logosunda kullanıyorsa ortamın hararetlenmesini istiyor ve “ışık evlerine” hizmet ediyordur. Bahar yenilik sembolüdür ve kesinlikle kaos isteyenler bahar metaforunu kullanır. Meselâ, “Baharı bekleyen kumrular gibi” şarkısı kime aittir? Coşkun Sabah! Tam bir proje ismi gibi değil mi? Peki, “Okyanus mu iki şehrin arası” şarkısının olduğu “Okyanus” isimli albümün de aynı kişiye ait olması sizce tesadüf mü?

Şarkılar bir yana, filmlere ne demeli? Kriz zamanında senatodan geçici olarak olağanüstü yetkiler isteyen Şansölye Palpatine’in olduğu “Yıldız Savaşları” ve bütün yüzüklere hükmeden tek yüzüğün hikâyesi “Yüzüklerin Efendisi” filmleri kesinlikle üst akıl tarafından “Türk tipi başkanlık sistemi”ne karşı durmak için kurgulanmıştır. Güya, akıllarınca “kontrolsüz güç, güç değildir” diyorlar. Denge ve denetim freni olmalıymış! Daha geçen hafta doktoruma sordum. Bana “şizo-freni” hakkında bilgi verdi. O fren bende mevcutmuş, başka frenlere gerek yokmuş.

Söyleyeceğim daha çok şey vardı, ama iki hastabakıcı bana doğru yaklaşıyor şimdi. Gömlek mi o ellerindeki? Ama kolları fazla uzun değil mi bu gömleğin! Utanmadan bir bahar şarkısı mırıldanarak geliyorlar:

“Huni, kuşlar, ağaçlar
Binbir renkli çiçekler…”

Gömleği çıkarıncaya kadar Allahaısmarladık!

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/paranoyaklasimlar_428673

Fesih-Fetih

Referandum tarihi olan 16 Nisan’a kalan süre azaldıkça, siyasî cenahtaki sansasyonel haber sayısı artmaya başladı.
 
Daha doğrusu, bazı sıradan haberler sansasyonel bir tarzda sunulup gerilim arttırılmaya çalışılıyor gibi görünüyor. Her zaman işe yarar mı bilemem, ama popülist siyasetçinin artan gerilimi oy akımına nasıl dönüştürdüğünü Trump örneğinden yola çıkarak fizikteki “OHM kanunu” ile daha önce anlatmıştık.

Değişiklik önerisini getirenler, öneriyi tam olarak içselleştirmemiş olduklarından mıdır bilinmez, bir türlü muhtevasını ayrıntılı bir şekilde anlatmıyorlar. Anlattığını iddia edenler de milletin aklıyla alay eder gibi ezbere dayalı sözler sarf ediyorlar. Meclis’in ve hükümetin artık halk tarafından seçileceğinin söylenmesi, meclis denetiminin arttırılacağını iddia eden slogan gibi. Bugüne kadar meclisimizi ve hükümetimizi seçenler kimlerdi acaba? Her kimse, özellikle son zamanlarda kötü seçim yapmışlar zannedersem, iktidar partisinin reklâm panolarına bakınca bunu anlıyorum ben. Gensoru hakkı elinden alınan bir meclis 600 milletvekili ile tabiî ki daha güçlü hale gelecek. 550 sayısı aritmetik işlem yapmak için kolay bir sayı değil. Oysa 600 düz bir rakam, yarısı ne eder, üçte ikisi kaç olur, beşte üç oran için kaç milletvekili gerekir sorularını artık sokaktaki vatandaş da hesap makinesi kullanma ihtiyacı hissetmeden hemen bilecek. İkiye, üçe, dörde, beşe ve altıya kolayca bölünebilen bir sayı bir kere…

Tasarının TBMM’den geçişi yangından mal kaçırır gibi oldu. Üzerinde yeteri kadar tartışma yapılamadı, yapılan konuşmaların çoğu canlı yayınlanmadı. Seçim takviminin açıklanması ve kampanyaların başlaması ile birlikte, “Evet” cephesi, “neden evet?” sorusuna “çünkü falancalar, filancalar ve feşmekâncalar ‘Hayır’ diyor!” diyerek açılış yaptı. Bu çalışmanın yeteri kadar heyecan uyandırmadığı düşünülmüş olacak ki, “hayır” oyu vereceklerin terörist ilân edildiği safhaya geçildi. Halk nezdinde çok tepki alınca bazıları doğrudan söylemeyi bırakıp “tabiî ki her hayır diyen terörist değil, ama bütün teröristler de hayır diyecekmiş, konu komşu öyle diyor” demeye başladı.
Taksim’e cami inşaatının başlaması ve bir kaç kurumda bugüne kadar neden yapılmadığı bilinmeyen ve anlamsız olan başörtüsü yasağının kaldırıldığına yönelik adımlar seçim düzlemini din-iman çerçevesine çekemedi, çünkü kimse bu oyuna gelip manasız bir tepki vermedi. Rota Avrupa’ya çevrildi. Haç ve hilâl kavgasına dönüştürme çabaları sonucunda yeni “Avrupa fatihlerimiz” oldu. 16 Nisan sonrası daha ne fetihler bekliyor bizi, kimbilir; Suriye’de kırmızı çizgilerimizi alt üst eden ABD ve Rusya, ezana bile tahammülü olmayan İsrail… AB ülkeleri ile yaşanan diplomatik krizler ne kadar oy kazandırdı bilmiyoruz, ama bu krizlere bağlı olarak gerek ülkemiz ve gerekse Avrupa’da yaşayan vatandaşlarımız açısından pek çok kayıplar yaşanacağı belli oldu.

Düşman arayışlarında tekrar iç pazarlara dönüldüğü zamanlardayız. Hükümet erkânı durmadan muhalefete yükleniyor ve özellikle muhalefet liderinin ismini vererek hakaretler ediyor. Troll hesaplardan sürekli bir ikinci darbe geleceği korkusu yayılıyor. Çikolata reklâmlarında bilinç altı darbe mesajları aranmaya başladı. Bu manada “kekimi ye, beni yeme”, “hizmet ışık hızında, her şey yolunda” sloganlarına sahip reklâmlar troller tarafından yeterince tartışılmadan geçti zannedersem. Yeter ki maksat bir düşman oluşturmak olsun, her cümlede darbeye gidecek bir yol bulunur. Paranoya, olmayan bir Mazlumder Bingöl Şubesi’ni kapatmaya kadar gidebilir.
Önerilen “Partili Cumhurbaşkanlığı” sisteminde meclisi feshetme yetkisi polemik konusu oldu. Cumhurreisi, “Fesih yetkisi nerede var, gösterin” dedi. İktidar partisinin bizzat hazırladığı seçim kitapçığında “Fesih yetkisi yeni sistemde seçimlerin karşılıklı olarak yenilenmesi yoluyla gerçekleşebilecektir. TBMM 3/5 çoğunlukla, Cumhurbaşkanı da dilediği zaman bu yetkiyi tek başına kullanabilir” ifadesi geçmesine rağmen Adalet Bakanı seçim yenileme yetkisinin fesih anlamına gelmeyeceğini savundu.

Anayasa teklifinde mana olarak, AKP kitapçığında ise bizzat bulunan “fesih” inkâr ediliyorken, kelime olarak da mana olarak da bulunmayan “fetih” beklentisi içinde olunması garip doğrusu…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/fesih-fetih_428065

Kıskandalya


Gün geçmiyor ki bir ülkenin daha bizi kıskandığını duymayalım.
Önce Almanya’nın bizi kıskandığını duyduk. Sonra Avrupa Birliği ülkelerinin bizi kıskandıklarını devlet büyüklerimiz ifade etti. Daha ötesini de söylediler, Batı komple bizi kıskanıyordu! Tabiî, Ortadoğu’da oyun kuruculuk rolünü üstlenip yaprak düşüş vizelerini biz dağıtmaya başlayınca, kuzeyimizdeki Rusya ve doğumuzdaki İran da bizi kıskanmaya başladı.

Kıskanılan bir ülke olmak bize gurur veriyor. Tabiî, gönül isterdi ki sadece imrensinler. Heyetler gönderip incelemeler yapsınlar. “Peki, bizim en çok neyimizi kıskanıyorlar?” derseniz, öncelikle havalimanlarımızı ve en çok da daha yapımı süren üçüncüsünü. Sonra yol (özellikle duble olanlarını) ve köprülerimizi, Londra ile Pekin’i birbirine bağlayan tünellerimizi, ekonomik gelişmişliğimizi… Sırf ekonomimizi çökertmek için doları yükselttikçe yükselttiler. Kendi kendine yeten nadir ülkelerden biri iken, bizi arpa, buğday, saman ve daha bir çok tarım ürünü ithal edecek hale getirdiler. İşsizlik oranlarımız yükselsin diye bazı fabrikalarımızı ve işyerlerimizi kapattırdılar. Yeter ki bir insanın içi fesat olsun, en olmayacak şeyi bile kıskanıyor. Meselâ, Suriye’de gerçekleştirdiğimiz Şah Fırat Operasyonu sonrasında içerisinde dönemin başbakanının da olduğu savaş odası görüntüleri basına verilmişti. Kıskanç Putin hemen akabinde nazire yapar gibi üç katlı ve devasa Rus savaş odasının görüntülerini yayınlattı.

İçerde ise maalesef skandal haberleri bitmiyor. Gazeteciler hapishanelere tıkılıyor. Somut delilleri bırakın, bazılarının hakkında iddianame bile hazırlanmamış olabiliyor. İhbar mektupları ve istihbarat raporları yeterli sayılıyor. İnsanlar suç işlememiş olsalar bile KHK’larla işlerinden çıkarılabiliyor.

16 Nisan’da yapılacak anayasa değişikliği referandumunda “hayır” oyu vereceğini duyuran bütün sivil toplum kuruluşları her gün farklı bir yerde engellemeyle karşılaşıyor. Keyfi bir şekilde toplantıları ve panelleri iptal ediliyor. Yeni Asya Vakfı’nın her yıl tertiplediği Risale-i Nur eksenli kongresinin bu yıl yapılacak 12.’si de aylar öncesinden organizasyon bilinmesine ve salon ücretinin ödenmesine rağmen iptal edildi. Anadolu Gençlik Derneği (eski adıyla Millî Gençlik Vakfı) ve Furkan Vakfı gibi muhafazakâr oluşumlar da aynı muameleden nasibini alıyor. MHP’li muhalif Meral Akşener, Sinan Oğan ve Yusuf Halaçoğlu gibi isimler yine bu tarz engellemelerle karşılaşıp üstüne fizikî saldırılara da maruz kalanlardan. Saadet Partisi de kendilerine salon tahsis edilmediğinden ve keyfi engellemelerden şikâyetçi.

Politik gündemle ilgisi olmayan bir skandaldan da söz etmek istiyorum. 1 Mart 2017 tarihli Gazete Duvar haberine göre; Van depremi sonrası Sakarya’ya yerleşen ve babası kanser hastası olduğu için çalışmak zorunda kalan 16 yaşındaki bir çocuk, yaşı tutmadığı için amcasının oğluna ait kimliği kullanarak bir baraj inşaatında çalışmaya başladı. İnşaat alanında yerde bulduğu tesbihe benzeyen ve hoşuna giden bir cismi, izin alarak cebine koydu ve evine götürdü. Tesbihe benzeyen bu cisim, baraj inşaatında radyografide kullanılan ve radyoaktif özellikli iridyum kaynağıydı. Çocuk eve gidinceye kadar arka cebinde bu cismi taşıdı. Ev halkına gösterdi, onlar da kısa bir süre bu maddeyle temas ettiler. Etkisini hemen gösterip vücudunda yanıklar ve yaralar oluşunca hastaneye gitti ve durum anlaşılıp bölge karantinaya alındı. Bu cismin etkisinin aynı anda 300 bin röntgen filmi çekilmekle maruz kalınacak radyoaktif etkiye eşit olduğu söyleniyor.

Tek bir skandal değil; çocuğun çalışmak zorunda kalması, çalışabilmek için usûlsüzlük yapması ve kimsenin bunu fark etmemesi, radyoaktif bir maddenin yere düşürülmesi, yerde bulunan maddenin ne olduğunu kimsenin bilmemesi ve alınmasına izin verilmesi hususlarının her biri ayrı birer skandaldır. Doğrudan temas edenler bir yana, çocuğun seyahat ettiği ulaşım araçlarındaki kişilerin bile kanser riski ile karşı karşıya olduğu bildiriliyor.

Dışarıdan bakanların kıskandığı ve içerdekilerin skandallardan yaka silktiği bir ülke olmak da bir skandaldır. Böyle bir ülkeye isim bulmak gerekirse “Kıskandalya” derim ben. Radyoaktif, gazete aktif ve bürokrasi aktif özellikli bir cisim, “millî iradeyum” diyerek kendini dillerde zikir ve ellerde tesbih olarak dolaştırmaya devam ediyor. Uzaktan bakınca parlak duran, temas edeni yakan bir cisim bu. Rabbim, kanser olmadan kurtulmayı nasip etsin.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/kiskandalya_426846

Stephen, how king?

Dünyaca ünlü fizikçi Stephen Hawking, insandaki saldırganlık iç güdüsünün teknoloji ile çok yıkıcı bir hal alabileceğini söyledi, bunun önüne geçebilmek için bir çeşit “dünya hükümeti” kurulmasını teklif etti.
Teknoloji cidden korkunç bir hızla ilerliyor. Nanoteknoloji, kuantum fiziği, moleküler biyoloji gibi bütün alanlarda görülen bilimsel gelişmeler, yıllar önce hayal bile edilemeyen hızlarda hareket edebilen araçlar, uzay seyahatleri, uydu teknolojileri gibi her geçen gün daha çok sayıda faydalı ürünün ve icadın ortaya çıkmasını sağlıyor. Özellikle bilgi teknolojilerinin uygulamaları hayatımıza en kolay akseden ve günlük hayat akışını etkileyenlerden. Televizyon, bilgisayar ve telefon internet bağlantıları ile güçlendikçe alışkanlıkları da kendi varlıklarına göre şekillendirmeye başladı.

Buzdolabı, çamaşır makinesi, koltuk, kapı, çatal-kaşık, tencere, ayakkabı, kalem ve aklınıza gelen her türlü nesnenin akıllı, öğrenebilen, kendilerine verdiğiniz komutları işletebilen ve diğer eşyalarla gerektiğinde iletişime geçebilen bir yapıda olduğunu düşünün. Sabah işyerinde bulunmanız gereken zamanı bilen saatiniz, meteoroloji ve trafik yoğunluğuna bakarak ve sizin de alışkanlıklarınızı da göz önünde bulundurarak en uygun zamanı hesaplayıp sizi uyandırıyor. Çatal kaşık gibi araçlar almanız gereken gıdaları muhtevasına göre sınıflandırıyor, tansiyon, kan şekeri gibi dahili vücut parametrelerine göre tabağınızda ne bulunması gerektiği konusunda sizi uyarıyor. Isıtma, soğutma ve aydınlatma sistemleri sizin programınızı biliyor ve evde bulunma saatlerinize göre optimal seviyeye kendisini ayarlıyor. Bugünkü sosyal medya benzeri platformlara yaptığınız durum bildirimlerini hayatınızla ilgili bütün nesneler de alıyor ve otomatik olarak bu bildirimlere göre konumlanıyorlar.

Şimdi de bu nesnelere duygu da yüklenebildiğini ve zekâ seviyelerinin kendilerini ukalalık boyutuna çıkardığını farzedelim. Hayat çekilmez olmaya başlayacak gibi. Hele bir de, topladıkları bilgileri kötü niyetli insanlara aktarırlarsa ne hissedersiniz? Daha kötüsü, kötü niyetli kişiler bu nesneleri tamamıyla uzaktan yönetirse? Atomlara bile veri yüklemesi yapılabildiği bir zamanda ki 6.4 cm karelik bir alanda 500 TB veri yüklemesi yapıldı, yakında veri yüklenen atomların uzaktan kontrolü yapılabilirse yediğimiz içtiğimiz herşeye dikkat etmek gerekecek belki de. Nükleer ve biyolojik tehditler ise başlı başına araştırma konusu.

En son sızan Wikileaks belgelerinde CIA’nın akıllı telefon ve televizyonları kullanarak ortam dinlemesi yaptığına dair bilgiler yer alıyordu. Yani yukarıda bahsettiğimiz senaryolar henüz hayata geçmemişken bunlar olabiliyorsa… Stephen Hawking’in endişesi yersiz değildir. Teknolojiyi kullanırken onu ihtiyaçlarınıza göre yönlendirmiyor ve kendi kurallarınızı belirlemiyorsanız, kısa süre içerisinde teknoloji sizi teslim alır ve kendi kurallarını dayatmaya başlar. En son teknolojiyi takip etmekten iş yapamaz hale gelmek işten bile değildir. Teknoloji sürekli gelişmek ister, gelişmek yatırım isteyen bir iştir, yatırım da üretilmiş bütün son teknoloji ürünlerinin satılmasıyla doğrudan ilişkilidir.

Kontrol altına alınmazsa büyük bir tehdit olduğu açık. Peki, çözüm Hawking’in dediği gibi bir dünya hükümeti mi? Açıkçasını söylemek gerekirse bu bana “daha güçlü bir dünya için bütün güçleri tek elde toplayalım” demek gibi geldi. Kral kim olacaktır? Buna kim karar verecektir? Hawking’e sormak istiyorum: “How king?” diyelim böyle bir hükümet kuruldu ve bütün dünyada hükmü geçiyor. Bu hükümet varlığını devam ettirmek, kendine olan ihtiyacın hissedilmesini sağlamak, muhalefeti sindirmek veya herhangi bir başka saikle teknoloji silâhını kendi kullanmak isterse ne yapılabilecektir? Böyle bir hükümet art niyetli olmasa bile teknolojiye yenik düşebilir ve bahsedilen tehditlerin tamamı yine gerçekleşebilir.

Teknolojinin hükmettiği bir yönetim biçiminin adı her halde “modemokrasi” olacaktır. ASP, PHP gibi yazılım dilleri “sayısal parti” olur. En gözde bürokratlık bir işletim sisteminde “görev yöneticisi” olarak çalışmak olur. Ülkeler ve şehirler artık parsel parsel değil piksel piksel satılır. Kısaca, insan ve insanî değerler öncelenmedikten sonra değişen sadece isimler olacaktır.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/stephen-how-king_426168

Öne Çıkan Yayın

Gözlükler

  İbrahim Özdabak Karikatürü   “Artık önümüzü göremiyoruz” sözünü ilk duyduğunuzda aklınıza: “Tabii canım, nasıl adım atacağımızı şaşırdık...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: