Bu Blogda Ara

Arşiv

Büyük Resim

Olayları tek boyutuyla değil bütün boyutlarıyla değerlendirmeye, küçük ayrıntılarda boğulmadan olayların bütününe bakmaya “büyük resmi görmek” diyorlar.
Büyük resmi görenler veya gördüğünü zannedenler, kamuoyunu da kendilerine malum olmuş bilgilerle donatmak isterler. Basit gibi görünen olayların arkasında çok karmaşık hesapların döndüğünü iddia edebilir, karanlıkta kalmış ve karmaşık görünen olayların da çok basit açıklamaları olduğunu söyleyebilirler. Beylik lafları ve komplo teorileri hiç bitmez.

Türkiye’nin son yıllarına baktığımızda büyük resmi çizme işi o kadar ilerledi ki adeta bir rönesans dönemi yaşanıyor. Siyasilerden gazetecilere, yazarlardan taksi şoförlerine ve en nihayetinde kahvehanelerde bulunan ehl-i vukuf heyetine kadar pek geniş bir yelpazede büyük resim çizicisi var.

Çizilmiş bir kaç büyük resim örneği:

“One minute” ile İsrail’in en büyük düşmanı olduğumuzu, İsrail’in artık bizden korktuğunu söylediler. Büyükelçimizin alçak bir iskemleye oturtularak muma çevrilmeye çalışılması sonrası İsrail ile diplomatik ilişkiler minimuma indirildi. Halbuki o hengamede iki ülke arasındaki ticaret hacminin katlanarak arttığı anlaşıldı. 2015 yılı sonlarına gelinince İsrail’in bizim “dostumuz” olduğu ve iki ülkenin birbirine ihtiyacı olduğu hatırlandı. Mavi Marmara sonrası Türkiye’nin vetosu yüzünden İsrail NATO’nun Akdeniz’de yaptığı tatbikatlara katılamıyordu. Türkiye önce tatbikatlara katılması için vetoyu kaldırdı, ardından NATO karargâhında üye olmadığı halde daimi ofis açmasına onay verildi. Bir “bağış” karşılığı Mavi Marmara konusunun mahkemelerde tamamen bitmesi için anlaşmaya varıldı.

Emevi Camii’nde namaz kılma isteği ve Esed’e ömür biçme ile resmi kanallardan ifade edilen Suriye politikamız için çizilen büyük resim, Ortadoğu’da “oyun kuruculuk” pozisyonuna yükseldiğimiz ve bu coğrafyada bizden habersiz artık bir yaprağın bile kımıldamayacağı şeklindeydi. Yakın zamanlarda Numan Kurtulmuş’un itirafıyla Suriye politikamızın baştan beri hatalı olduğu ifade edildi. Gelinen noktada sayıları yüzbinleri bulan ölü, milyonları geçen mülteci, isimleri herkese göre değişebilen enva-i çeşit terör örgütleri ve adı başlangıçta “özerk” veya “güvenli” de olsa Suriye’yi bölme noktasına gidebilecek bölgeler oluştu.

Türk hava sahasını ihlal eden bir Rus uçağı düşürülmesiyle iki ülke arasında başlayan gerginlik kısa bir sürede turizm ve ticareti de etkileyip siyasi, askeri ve ekonomik bir krize dönüşünce Rusya’nın ezelden düşmanımız olduğunu, kendisiyle her türlü savaşa girmeye hazır olduğumuzu, ısınmak için tezek yakabileceğimizi söyleyenler oldu. Bir özür mektubu ile başlayan süreçte Rusya ile barışınca, “Şangay Beşlisi’ne biz de girelim, olmadı Asyalı kankalarla ‘Kankasya birliği’ kuralım” deme noktasına gelindi. Halep olayları yüzünden Rus büyükelçilik binasına protestoya giden bazı büyük resimciler, Rus Büyükelçi’nin öldürülmesi üzerine ertesi gün taziyeye gittiler. Bir barışıp, bir kavga ettiğimiz Rusya’nın yarın dost mu yoksa düşman mı olacağı belli değildir.

Bir diğer büyük resim de Avrupa ve NATO temelindeki Batı ile olan ilişkiler hakkındaydı. 2000’li yılların başında Avrupa Birliği uyum yasaları çıkarılıyor, AB tam üyelik müzakereleri yapılıyor ve tarihler belirleniyordu. Ülke üzerindeki bütün vesayetleri bitirmek için gerekliydi bütün bunlar. Gelinen noktada AB’ye çok da ihtiyaç duymadığımız, Avrupa’nın bizi (özellikle Almanya) kıskandığı, NATO’nun bir terör örgütü olduğu ve “üst akıl” denilen Amerika menşeli bir yapının ülkemizde kötü giden her işin altında imzası olduğu ifade edilmeye başlandı.

Altın oran kıstası getirilmeli

Madem büyük resim konusunda neredeyse bir rönesans yaşanıyor, estetik kaygıları da bertaraf etmek için bu resimlere bir kıstas getirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Misal, “altın oran” kullanımı zorunlu hale getirilebilir. Ecnebilerin kullandığı altın oran, yaklaşık olarak 1,61 civarında bir sayı. Bunu böyle kullanmak zorunda değiliz. Neden yerli ve milli bir altın oran belirlemeyelim ki? Alternatiflere baktığımızda “en az 3” diyerek bir ucunu açık bırakabiliriz. Hem de böylece Avrupalı’nın oranını da neredeyse ikiye katlamış oluruz. Hatta milli altın oranımız, “rabia” ile uyumlu olup “4” olarak da belirlenebilir. Benim favorim ise, kendisi büyüdükçe resmi de büyüten dolar kuruna endekslemek. Büyük resmini kuru boya ile çizmiş tuzu kuru çiziciler için de daha uygun olur dolar kuru, hem sabit değil hem de istediğin zaman resmi silip yeniden çiz…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/buyuk-resim_422419

Bir Demokrasi "Trump"vayı

20 Ocak 2017 tarihi itibarıyla ABD’nin 45. başkanı olarak seçilen Donald Trump, resmen görevine başladı.
 
Adaylığını açıkladığı günden beri çok konuşuldu. Emlak ve inşaat işleriyle uğraşmıştı, zengindi. Göçmenler, Müslümanlar, terörle mücadele ve güvenlik konularındaki sözleri çok tartışıldı. Meksika sınırına duvar çekmek istediğini söyledi. Çin ve Meksika gibi ülkelere karşı sert tutumları oldu. İsrail ve Rusya ile dostane ilişkiler kuracağının sinyalini verdi. Kendi ülkesinin medyasıyla polemiklere girdi. Mesajlarını vermek için doğrudan twitter hesabını kullandı.

Güçler ayrılığının en sert şekilde uygulanıyor olduğu görünen memleketinde, söylediklerinin ne kadarını nasıl yapar bilemeyiz. Askerî, ekonomik ve siyasî gücü sebebiyle ABD’nin dış politikası dünya üzerinde pek çok ülkeyi etkileyecek seviyededir. “Komşusu” sayılabilecek ve stratejik müttefiki olan Türkiye de gelişmeleri merakla izleyenler arasında. Adaylık sürecinin başlarında Müslümanlar ve göçmenlerle ilgili sözlerini eleştirenler, nasıl olduysa zamanla kendisine sempati duymaya başlamışlardır.

Bizde Trump’ın gelişine sevinenler, kendisi gibi popülizmden beslenen siyasetçilerdir. Popülist siyasetçiler sokaktaki vatandaşa hitap ettiklerini, büyük sermaye grupları ve güç odaklarının vesayetini bitireceklerini, her şeyi halkın iyiliği için yaptıklarını ve halkın büyük çoğunluğunun kendilerinin yanında olduğunu söylerler. Sloganlarla konuşurlar. Toplumda gerilim, elektriklenme ve kutuplaşma arttıkça prim yaparlar. Gerilim, elektrik deyince aklıma fizikte “OHM Kanunu” olarak bilinen ve bir iletkenin üzerindeki iki noktadan geçen elektrik akımı, potansiyel farkı ve direnç arasındaki ilişkiyi tanımlayan formül geldi. OHM Kanunu’nu özetleyen “V=İ.R” formülüne bakarsak; Voltaj (gerilim, iki nokta arasındaki potansiyel fark): V Akım: İ Direnç: R ile temsil edilmektedir.

Gerilimi arttırdıkça, kendisine doğru gelen oy akımının da arttığını gören popülist siyasetçi, direncin küçük ve sabit değerli olduğunu anlamıştır.

Sonuç: Ver gerilimi, gör coşkuyu!

Bir de okulda öğrenilen bilgilerin hayatta nerede kullanılacağını hep soran “popülist” öğrenciler vardı. İşte kardeşim, lisede “vir” diye kısaltarak öğrendiğimiz bir elektrik formülü, pekalâ siyasal ve sosyal alanda “vir kardaşım, oyunu bana vir” denerek uygulanabiliyormuş! “Paran varsa ne rahat” ifadesiyle hatırlanmaya çalışılan ve “İdeal Gaz Denklemi” olarak bilinen “P.V=n.R.T” formulasyonun popülist siyaset cenahındaki uygulamalarını da araştırmak isterdim, ancak formüldeki bazı harflerden dolayı başımın belâya girmesini istemiyorum.

Popülist siyaset, gerçekleri çarpıtmayı, eğip bükmeyi ve işine geldiği gibi yorumlamayı sever. Halkın sahip olduğu araçların sayısının çokluğunu, refah seviyesinin artışının ispatı olarak sunarken, beş ay sonra aynı araç sayısından bu sefer de israfın göstergesi olarak bahsedebilir. Araç demişken, demokrasi kendisi için bir araçtır, özgürlük de tünelden, köprüden ve havalimanından geçtiğine göre o da bir çeşit araç veya araçta taşınabilecek bir şey olmalıdır. Köprüyü geçtikten sonra özgürlüğe başka bir şey denip denmeyeceği henüz belli değildir. Havaalanından geçen özgürlüğün ülkeyi terk edebileceği endişesi tedirgin etmektedir. Yıllar sonra özgürlük, başından geçenleri “bir demokrasi Trump’vayı aldı beni…” şarkısıyla anlatabilir… İnşaat ve emlak meraklısı Trump’ın dikkat etmesi gerekir.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bir-demokrasi-trump-vayi_421795

Ergen Seçim

Türkiye’de devletin yönetilme biçimini yeniden tanımlamayı hedef edinmiş bir anayasa değişiklik paketi TBMM’de tartışılmaya ve oylanmaya başladı.
 
Meclis komisyonu çalışması sonrası 18 maddeye düşürülen teklifin maddeleri teker teker oylanırken, millet de maalesef “oyalanıyordu”. İlk günlerinde Meclis TV görüşme ve oylamaları yayınlamayınca bazı milletvekilleri kendi imkânları ile internet üzerinden yayın yaparak duyurmaya çalıştı.
Vekiller arasında gerilimli anların yaşanmasına sebep olan tartışmalar içerisinde meclisten geçirilmeye çalışılan pakette özetle TBMM ve şu andaki hükümetin sahip olduğu yetkilerin cumhurbaşkanına devredilmesi yer alıyor. Cumhurbaşkanının icraatları üzerinde denetim mekanizmalarının tesis edilmemesi, meclisi istediği zaman feshedebilmesi ve yüksek yargı mensuplarını atayabilmesi, kuvvetler arasında ayrılık gayrılık bırakmayan “kuvvetli” bir yapıştırıcı olarak değerlendiriliyor.

Anayasa paketinin hukuki olarak problemleri Ahmet Battal Hoca’mızın alanına girdiği için oraya havale ediyoruz. Sadece şunu söylemek istiyorum, göründüğü kadarıyla muhalefet tarafının, tanınmış hukukçuların, hatırı sayılır sayıda araştırmacı ve gazetecinin pakete getirdiği “tek adam hükümranlığı” ve denge-denetim sistemlerinin kaybolması şeklindeki eleştirilere paketi hazırlayanların verebildiği doyurucu bir cevap yok.

Sloganlar seviyesinde savunmalar var: “Başkanlık gelecek, dertler bitecek!” ve “Muhalefet karşı çıkıyorsa iyi bir şeydir!”. Bekir Bozdağ’ın 1920’li yıllara yaptığı referans, niyetleri hakkında yeterince fikir veriyor.

Getirilmek istenen modelin dünyada başka bir benzeri yok. Bilinen bütün başkanlıklardan daha güçlü ve pekiştirilmiş bir sistem bu. Türkçe’de isimlere pekiştirme anlamı katmak için “m, p, r, s” harfleri ile biten bir hece eklenir.

Seçeneklerimize bir bakalım:

Bambaşkanlık: Aklınıza gelen bütün başkanlık modellerinden başka, bambaşka bir sistemdir.
Başbaşkanlık: Başkan olarak geleceği düşünülen kişinin her konuda ve her daim ve yüksek perdeden konuştuğuna bakılırsa gelecek olan sistemdir.
Bopbaşkanlık: Ortadoğudaki gelişmeler ve son dönem edinilen “dost” ülkelere bakılırsa, sistemin ulaşacağı nokta olabilir.
Birbaşkanlık: Bir tek başkanın olduğu, başka bir kurum veya kişinin olmadığı, varsa bile hükmünün olmadığı sistemdir.

Anayasa paketinde bulunan bir madde de seçilme yaşını 18’e düşürmektedir, ki geçen hafta oylanmış ve kabul edilmiştir. Buna göre 18 yaşını tamamlamış ve askerlikle ilişkisi olmayanlar, milletvekili adayı olabilecekler.

Türkiye’de genelde liseden mezun olma yaşı 18’dir. Yarış atı gibi hazırlanılan ve maddî-manevî hayatı ıskalattıran sınavlar silsilesinden geçmiş çocuklar, eğer “çürük” raporu alıp veya şansı varsa “bedenli” yerine bedelli fırsatından yararlanarak askerlikle ilişkisini bitirenler milletvekili olabileceklerdir. Eskiden okumak isteyenler okur, istemeyenler de çalışmak suretiyle erkenden hayata atılırlar ve elleri ekmek tutardı. Zorunlu eğitimin 12 yıla çıkmasıyla liseyi bitirmeyen artık yok gibidir. Sistemin zorlamasıyla “yüksek yüksek tahsiller”i kazanmak için o ana kadarki ömrünü vermiş, ailesinin o güne kadar kendisini hayatın acımasız gerçeklerinden koruduğu ve henüz ergenlik psikolojisini üzerinden atamayan insanlardan bahsediyoruz. Mecliste çoğunluğu oluşturan kişiler “ergenler” olsa ne olurdu?

• “Her seçim, ergen seçimdir” hükmü tescillenirdi.
• Genel kurul toplantılarında devamsızlık artar, arkadaşının yerine imza atmalar görülürdü.
• Komisyon çalışmalarında başkan 15 dakika boyunca gelmese, komisyon düşerdi.
• Dış politikada “atar”dan geçilmezdi: “Ben önce atılan bombaya bakarım, bomba mı diye, sonra atana bakarım, adam mı diye…”
• İçinde “vurur yüze ifadesi” ve “bi’tanesi” kelimelerinin bolca geçtiği demeçler verilirdi.
• Sürekli kavgalar çıkardı.
• Birbirini ısıranlar olurdu.
• Aforizmik özellikli ve “ayar verici” mesajlar sosyal medya hesabından paylaşılırdı.
• Kendi iradelerini kullanmalarına izin verilmezdi, kendileri adına verilmiş kararlara uymaları istenirdi.

Bunlar çok tanıdık geldiyse, biz ergenleri çoktan seçmişiz demektir. Bir sonraki seçimde dikkatli olup ruhu ergenleri seçmemeye dikkat etmeliyiz…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ergen-secim_421145

Müteahhit Fikri

Müteahhit Fikri
Çocukluğumda sıkça duyduğum bir kelime vardı. O dönem çok popüler olan “Kara Şimşek” dizisinde kendi kendine hareket edebilen, suçluları yakalayabilen, bu işlemleri yapabilmesi için düşünebilen, yeri geldiğinde göğe doğru hareket edip uçabilen (ki seyircileri en çok heyecanlandıran kısmı burasıydı ve her bölüm yeri gelirdi) siyah renkli arabanın ismi olan bu kelime, Kamu İktisadî Teşekkülleri ifadesinin de kısaltmasıydı.

Kamu İktisadî Teşekkülleri olan KİT’ler, tamamı devletin olan veya büyük ortağının devlet olduğu ticarî işletmelerdi ve Kara Şimşek’teki adaşına hiç benzemiyordu. Bir kere çok hantal yapılarıyla uçmak şöyle dursun, bir kısmı yerde sürünüyordu. Her dönem iktidara gelenler eş-dostlarını buralarda istihdam ettiği için, Maykıl Nayt’ın arabasının aksine, kadroları çok kalabalıktı. Verimlilik oranlarının düşük olduğu yönünde eleştiriler vardı. Kendilerinden bahsederken “devletin sırtındaki kambur” diyenler vardı. “Bu işletmeler satılmalı, devletin borçları ödenmeli ve kamunun ortak olarak ücretsiz yararlanacağı altyapı projelerine daha fazla kaynak ayrılabilmeli” diye eleştiriliyorlardı. AKP iktidarıyla birlikte hız kazanan özelleştirme rüzgârı KİT’leri önüne katıp “uçurdu”, 2016 yılına geldiğimizde, ekonominin an itibariyle patronu olan Mehmet “Kara” Şimşek’in ifadesiyle “satacak bir şey kalmamıştı”.

Satışların öncesinde, sonrasında dedikodular ve tartışmalar hiç eksik olmadı. Özelleştirme ihalelerinin hakkaniyete uygun yapılıp yapılmadığı, satılan kurumların birilerine peşkeş çekilip çekilmediği hep tartışıldı. Bugün geldiğimiz noktada; dış borçlarımız 400 milyar dolar seviyesini aştı, altyapı projelerimiz onlarca yıllık süreler boyunca ve hangi hesaba dayandığı belirsiz bir şekilde işletme garantisi verilerek özel şirketlere yaptırılıyor. İşletim ücreti hesabı döviz üzerinden ve yüksek meblâğlarda vatandaşa fatura ediliyor. Emniyet, pahalı bulduğu için Osmangazi ve Yavuz Sultan Selim köprülerinin kullanımını personeline yasakladı. Merak ediyorum, polisin takip ettiği bir suçlu bu köprülerden birini kullanarak kaçmaya kalkarsa ne olacak? Kullanımı yasak diye takipten vaz mı geçecek?

“Vizontele” filminde “müteahhit Fikri” adında bir tipleme vardır. Müteahhit Fikri, Belediyeden ihaleler alır, fakat işleri bir türlü bitirmez. Sebebi sorulduğunda “işçiler parasız çalışmıyor” diye kendini savunmaktadır. Avans olarak aldığı paraları şahsî işlerinde harcamıştır ve projeyi teslim etmek için ek ödenek istemektedir. Bu “fikri” kendisine örnek aldığını düşündüğüm hükümetimiz de, altyapı projelerinin bedellerinin yüksek olduğunu ve devletin kasasından bir ödenek ayrılmadan yap-işlet-devret modeliyle geliştirildiğini söylüyor, “para olsa biz yapmaz mıydık?” diyor. Vatandaş olarak bizim de “sattığın kurumların parasını ne yaptın?” diye sorma hakkımız yok mu?

14 yılı aşkın bir zamandır tek başına iktidarda olan yöneticilerimiz, ekonomide ciddî tehlike sinyalleri çalmaya başlayınca bütün vatandaşları topyekûn bir seferberliğe dâvet edip elindeki bütün dövizleri bozdurmasını ve ekonomiyi düze çıkarmasını istedi. Terör saldırılarına yüzlerce can kurban giderken, sorumluluk üstlenmek bir yana, bütün vatandaşlardan çevresindeki “terör” ile iltisaklı kişileri ihbar etmesi beklendi. Gerektiğinde polis olması istenen esnafa övgüler dizildi. Numan Kurtulmuş, geçen hafta vatandaşların korkmamasını istedi ve teröre karşı tedbirini alması gerektiğini söyledi. Dolandırıcılar telefonla aradığında, vatandaşın küfür edip telefonu kapatmasını salık veren emniyet müdürleri oldu. Adalet Bakanı, “eşler arasındaki ihtilâfa devlet olarak bizim taraf olmamız ne kadar doğru?” diye sordu.

Kısaca yöneticilerimiz şunu mu diyor: “Devletten artık bir şey beklemeyin, herkes kendi işini kendi yöntemiyle çözmeye çalışsın!” Neye benziyor biliyor musunuz? Yüksek hizmet kalitesi vaat eden, lüks görünümlü bir restorana gidiyorsunuz, girişte, bahşişi dahil belli bir ücreti peşin veriyorsunuz. Sipariş vermek istediğinizde garson size “Maalesef yemek pişirmek için hiçbir malzeme yok, o yüzden yemek yapamadık. Üstelik önceki günlerden kalma bulaşıklar var. Bir el atın, hep beraber bulaşıkları yıkayalım, sonra siz gidip biraz alış veriş yapın ve mutfakta istediğiniz yemeği pişirin” diyor. “İyi de kardeşim, restorant olarak siz ne iş yapıyorsunuz?” diye sormadığımız sürece, hem masrafını karşılayarak yemeğimizi kendimiz hazırlar, hem de restoran sahibine bahşişi ile birlikte hesabı öderiz.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/muteahhit-fikri_420536

“Askerî” ücret ve “Fıtrat Kalkanı”



2017 yılı için çalışanlara ödenecek net asgarî ücret 1404 TL olarak belirlendi.
Tam olarak kaç kişi asgarî ücret üzerinden maaş alıyor bilmek çok mümkün değil. Kimi işverenler, düşük vergi ve masraf ödemek için çalışanlarının sigortasını asgarî ücret üzerinden gösterip gerçekte daha yüksek meblâğlar ödüyor olabilir. Diğer yandan, sigortasız çalıştırılsa da asgarî ücret ile bağlantılı maaş alanlar da var. İçler dışlar çarpımı yapıp çarptığımız sayıya da bölersek, bu düzenlemeden etkilenen milyonlarca kişi olduğunu söyleyebiliriz.

Öncelikle 1404 TL’nin yaklaşık olarak 400 dolara tekabül ettiğini belirtelim. Hükümetimiz, “en az 400 dolar verelim, bu iş huzur içerisinde çözülsün” demiş olabilir belki. 10 tane “40 yapan” dolar varsa, muhalefetin bir kısmının destek verdiği de söylenebilir. Yeni asgarî ücret rakamını tersinden yazarsak 4041 buluruz ki, 40 sayısının burada mündemiç oluşu, bize büyük bir ipucu veriyor. Bazı siyasetçiler de yeni rakamın 4 lira ile bitmesini anlayamadığını ifade etmişti. Bir misyonu var ki koymuşlar adamlar, değil mi?

“Bu dört yüz meselesinin başka bir anlamı da olmalı” diye düşünürken aklıma nedense makarna ve kömür geldi. Makarna karbonhidrattır, kömür de karbon… Ortak noktaları karbondur yani. Peki, karbon atomları düzgün dörtyüzlü tabir edilen geometrik dizilimle bir araya gelse ne olur? Tabiî ki elmas! Kömür ve makarna dağıtıp bunlarla bir “düzgün dörtyüzlü” isteyen ve alan “elmas” bir fırsat elde eder denebilir.

Pek çok kişinin “asgarî ücret” tabirine dili dönmeyip veya yanlış bildiği için “askerî ücret” dediği sizin de dikkatinizi çekti mi? Benim çekti. “Askerî ücret 1404 TL oldu” cümlesini duyduğumda, Ankara Çubuk Savaşı’nı hatırladım hatta. 1402 yılında gerçekleşen bu savaşta Yıldırım Bayezid Timur’a mağlûp olmuş, ardından yıllarca sene süren “Fetret Devri” başlamıştı. 1404 TL dolaylarında sonuçlanan “askerî” ücret mağlûbiyeti ve rüesa takımımızın iş kazaları karşısında takındığı “Fıtrat Kalkanı” duruşu, Anadolu sathındaki çalışanların durumu hakkında fikir veriyor. Son çeyrekte negatif çıkan büyüme verisi, döviz karşısında % 20 değer kaybeden TL ve açıklandığı kadarıyla % 8 dolaylarında enflasyon varken, gelir vergisi dilimlerinin sadece yeniden değerleme oranı olan % 3,83 oranında arttırılması 2017’de daha çok vergi vereceği anlamına geliyor.

Fıtrat Kalkanı, ölüm ve yaralanma ile sonuçlanan iş kazaları/cinayetleri sonrasında tepkileri azaltmak için kullanıldı. 302 madencimizin vefat ettiği kaza sonrası ilk açıklamalardan biriydi, bu mesleğin fıtratında ölüm olduğu… Öyle ya, su boğar ve ateş de yakar; fıtratında var çünkü. Bunu anlamak için Cahit Sıtkı Tarancı gibi yolun yarısına gelmeye gerek yok. Velâkin eşyanın tabiatı ve fıtratında var olan özellikler bilindiği halde, gerekli tedbirler alınmıyor ve bu da elim sonuçlara sebebiyet veriyorsa, “fıtratında var” açıklaması ile yetinip başka bir şey yapmamak, suç ve suçluları örtmekten başka bir işe yaramaz.

Özelleştirilen veya taşeron kullanılarak deruhte edilen çoğu kamu hizmetinde pek çok sıkıntılar olduğu ifade edilmektedir. En son yapılan milletvekili genel seçimlerinden önce şimdiki hükümeti oluşturan partinin o anki yöneticileri, taşeronluk müessesesini ortadan kaldırmaya yönelik çalışmalar yapacakları şeklinde vaatler veriyordu.

Taşeronluk sistemi ile ilgili; can güvenliğinin sağlanması, sosyal güvenlik ve sosyal haklar noktasında eksikliklerin yaşanması, ihalelerde usûlsüzlük gibi pek çok konuda şikâyet var. Hatta 302 kişinin vefatına sebep olan madeni işleten firmanın alım garantili olarak çıkarıp devlete sattığı kömürlerin yarısına yakınının taş çıktığı, Sayıştay raporlarına bile geçmiş durumda. Sonuçta ranta gebe bir sistem (t)aşererse, taşeron da kendisine kömür yerine taş verecektir.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/askeri-ucret-ve-fitrat-kalkani_419889

Hepimiz Aynı Gemideyiz!


Hepimiz Aynı Gemideyiz

Birlik beraberlik ruhunu yaşatmak için sıkça kullandığımız bir klişemiz var: “Hepimiz aynı gemideyiz” diye. Her kesimden insan bunu kullanır. Herkesin gemi tarifi ve o gemideki yerleşim planı kendine göredir ama…

Gemi kurtuluşun sembolüdür, fırtınalı denizlerden selâmetli sahillere çıkaran... Umudun, beklentinin camid örneğidir, Leyla ile Mecnun dizisindeki İsmail Abi, “o geminin” bir gün geleceğinden emindir. Kararlı bir duruş sergilendiğinin ve geri dönüş olmadığının tescili “gemileri yakmak”tır. Kısacası gemi, çok güçlü bir metafordur.

Ben de kendi penceremden gördüğüm gemiyi tarif edeceğim. Geminin adı “Titan-iki”dir. Meşhur gemi ile benzer titanikî bir serencamda yol alıyor görünmektedir.

Titanic gemisi, “White Star Line” isimli bir şirkete aitti. (“White” kelimesinin Türkçede “beyaz, ak” anlamına geldiğini bilmem söylemeye gerek var mı?) Zamanının en iyi teknolojisi kullanılarak imal edilmişti ve pek çok kişi tarafından batmasının imkânsız olduğuna inanılıyordu. Kuzey Atlantik Okyanusu içerisinde battı. Bütün zamanların en ölümlü deniz kazası olarak tarihe geçti. Ölü sayısının çok olmasının bir sebebinin yolcu sayısı ile filika sayısı arasındaki “cari açık” olduğu söyleniyor. 3547 yolcu kapasitesine karşılık 1178 kişilik filikalar yeterli olur mu hiç?
Titanic için çekilen çokça film oldu, lâkin en meşhur olan filmde, adına “Okyanusun Kalbi” denilen, nadide bulunan ve çok pahalı bir mücevher olan “mavi” elmas, bir söylentiye göre Osmanlı Padişahı Sultan 2. Abdülhamid’e aitti ve batan gemide bulunuyordu.

Titan deyince akla, ilk olarak doksanlı yıllardan kafamıza kazınan saadet zinciri gelir. Titan-iki gemisinin yönetimi de bir “Saadet” zincirinin son halkasıdır. Ayrıca yolculardan bazıları, gemi yönetimine İlâhî birtakım sıfatlar yükleyip eski Yunanların, Allah’a ait sıfat ve fiilleri taksim ettikleri titanları akla getirmişlerdir. Titan-iki gemisi milâttan önceki zamanlarda olsa, ilişkilendirilebileceği titan, adalet ve düzeni yönettiği sanılan “Themis” olurdu her halde. Yönetime gemideki işleri sorsan hepsi “the mis”, hepsi ak sütten çıkan ak kaşık gibi temiz! Adalet mi? Mis… Kalkınma? Mis mis… Ekonomi mis zaten…

Titan-iki ihtişam, lüks ve zenginliğin en üst örneklerinin sergilendiği bir gemidir. Özellikle aydınlatma konusunda hiçbir masraftan kaçınılmamıştır. Geminin en alt katında farelerle birlikte seyahat eden fakir yolcuların bile geminin ihtişamından gözleri kamaşmakta ve “yahu adamlar duble güverte yaptılar duble!” sözleri ile yönetime desteklerini ifade etmektedir.

Seyahatin başlangıcında okyanusla uyumlu giderken, herkes mehtabın seyrine dalmış, kimse bir felâket anında ne yapacakları konusunda bir sorgulama yapmamıştır. Nihayetinde batmayacağı zannedilen bir gemidir ve bu tarz soruları dış düşmanların sordurmakta olduğu düşünülmektedir. Buzdağı uyarıları yapanların sinyali de kontrol odasına ulaşmamıştır bile.

Gelinen noktada ilk olarak adalet Bozdağ’ına çarpmış ve epey hasar görmüş görünüyor gemimiz. Eğitim ve sağlık güverteleri su almaya başlamış, güvenlik koridoru ise zifiri karanlık içerisinde kalmıştır. Gemi yönetiminin gözü gibi baktığı bilinen “Mavi Elmasmara”, okyanusun dibine doğru düşmüştür. Havuz çalgıcıları da geminin ortasına kurulmuş, durmadan aşk şarkıları icra etmektedir. Kaptan Temel Reis, filikaların yolcu sayısına yetmeyeceğini anlayınca, bütün yolcuları valizlerini küçük-büyük ayırımı yapmadan boşaltmaya ve o valizleri bir filika gibi kullanmaya dâvet etmekte, 15 senedir aynı kaptanın filhakika gemiyi yönettiğini, filika sayısındaki yetersizliğin hesabının kaptana neden sorulmadığını dillendiren herkes anında “hainler” diye damgalanmaktadır.

Neticede hepimiz aynı gemideyiz ve geminin neresi delinirse delinsin, gerekli tedbirler alınmazsa hepimizi batıracağı bellidir. Allah, “Titan-iki”nin sonunu “Titanic”inkine benzetmesin.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/hepimiz-ayni-gemideyiz_418690

Kankalar versus Bankalar

Teknolojinin imkânları ile birlikte uzaklar yakın, mekânlar da “online check-in” oldu. Sosyal ilişkilerimiz de bu imkânlara uygun olarak gelişti mi peki?

Şöyle bir düşünelim; bir arkadaşınızla daha önce hiç bulunmadığınız ve oraya nasıl gidildiğini bilmediğiniz bir mekânda buluşacaksınız. “Ne var bunda?” demeyin, şimdi biraz daha zorlaştırıyorum durumu: cebinizde buluşulacak noktayı koordinatlarıyla ve kamera çekimleri ile gösteren bir harita ve o noktaya nasıl gidileceğini sesli komutlarla tarif eden bir navigasyon cihazınız yok! O bölgeye hangi ulaşım vasıtalarını kullanarak gidebileceğinizi öğrenebileceğiniz, otobüs saatlerine bakabileceğiniz bir uygulama yok. Otobüslerde de hangi durağa yaklaştığınızı, bir önceki ve bir sonraki durakların neler olduğunu öğrenebileceğiniz elektronik tabelalar yok. Her şeyden önemlisi, istediğiniz anda istediğiniz kişiyle haberleşmenizi sağlayacak ve cebinizde taşınabilecek mobilitede bir cihaz da yok! Ne oldu, buluşmaktan vaz mı geçtiniz yoksa?

Biliyor musunuz, çok da uzak sayılmayacak bir geçmişte insanlar bu şartlar altında buluşuyordu. İçinde bulunulan şartların ağırlığı dostlukları daha da pekiştiriyor sanki. Askerlik arkadaşlıkları meselâ, kelimenin tam anlamıyla “ölümüne”dir orada… Eskiden “dostluk” kavramını niteleyen çok fazla farklı kelime yoktu. En fazla, ideolojik yönelimlere göre değişen tabirler vardı. Yoldaş dendiğinde akla ne bileyim, bir “İvan” ya da “Vladimir” falan gelirdi. İki kutuplu soğuk savaş yıllarının bu ayrışımları her alanda kendini gösterirdi. Mesela uzaya mı çıktı birisi, ona ne deneceğine çıkış yaptığı yere göre karar verilirdi. Amerika’dan çıktıysa astronot, Rusya’dan çıktıysa kozmonot deniyordu. Hayır, aynı yere çıkmıyorlar mıydı neticede, neydi bu farklı olma çabası? Neyse Allah’tan, bu iki ülkeden başka uzaya çıkan olmadı da sadece iki farklı isimle kaldık.

İnsanlar, dertlerini dostları ile paylaşır, her konuda dostlarının yardımına ilk koşan da kendileri olurdu. Paraya sıkışılsa ilk dostlardan borç alınırdı. Dostlar birbirine kefil olurdu alışverişlerde. Sözler senet kıymetinde olur, vade gününü hatırlatmak gerekmezdi. Sevinçler de dostlarla paylaşılırdı, sevinçli bir olay için ilk kutlama dostlardan gelirdi. Bir film seyredilse, dostlara anlatılırdı. Hem de baştan sona! Gerektiğinde canlandırma ve taklit de yapılırdı anlatımda. Öyle ki, karate filmi seyredilmiş ise orada öğrenilen bir teknik yine dostlar üzerinde denenirdi.


Bilgi ve iletişim teknolojileri bugün öyle bir seviyeye geldi ki en küçük bir hareketimizden bile ticarî anlam çıkarılmaya çalışılıyor. Market alışverişlerimizin istatistikleri analiz edilip, hangi saatte hangi ürün daha çok satıldıysa o ürün ön plana çıkarılıyor, gözümüzün içine sokuluyor adeta. Alışveriş merkezlerine hangi kapıdan girdiğimize bağlı olarak, oraya yakın firmaların reklam SMS ve mailleri otomatik olarak gönderiliyor. Kişisel verimiz olarak bildiğimiz bize özel bilgiler, kilolarla satılıyor neredeyse. Kilo dediysem kilobyte gelmesin aklınıza, o bilgilerin içinde olduğu disklerin kilosunu kastediyorum. İnternetten bir ürünün özellikleri veya fiyatını merak edip aratmış olabilirsiniz. Biraz sonra ilgisiz bir başka sayfada gezinti yaparken, az önce aradığınız ürünün satıldığı sayfalar çıkarılıyor önünüze.

Online işlemler hayatımızda daha da yaygınlaştıkça kaçınılmaz olarak bankalarla içli dışlı olmaya başlıyoruz. Doğum tarihimiz, mülk envanterimiz ve iş zekâsı çözümleri ile ticarî anlam kazanabilecek ne kadar önemli bilgimiz varsa bankaların uhdesinde bulunabiliyor. Sorduğunuzda CRM (Customer Relationship Management – Müşteri İlişkileri Yönetimi) uygulaması olarak müşterisini daha yakından tanımaya ve ona değer vermeye yönelik bir çalışma olduğunu söylerler. Doğum günlerimizi “kankalar”dan önce kutlarlar. Ev ya da araba aradığımızı öğrenince, hemen kredi vermeyi teklif ederler. Bazen hiç istemesek bile adımıza bir kart veya kredi tanımlayıp haber verirler. “Ben istememiştim ki” dersiniz, ama “genç adamsın, cebinde bulunsun ehehe” yaklaşımındadırlar. Sahip olduğumuz şeyleri risklerden korumak için sigorta önerirler, bazen bizi o kadar düşünürler ki “sana bir şey olmasın abi” diyerek haberimiz olmadan sağlık sigortası başlatırlar. Tabiî ki sundukları bütün hizmetler karşılığında para ödersiniz ve söz konusu alacakları olduğu zaman hiç afları yoktur.

Eskiden dostlarımızın deruhte ettiği pek çok hizmeti “paralı kankalar” diyebileceğimiz bankalar üstlenmişse, kendilerini “kanka”, “kanki”, “panpa”, “hacı”, “hafız”, “müdür”, “ortak” ve bilumum arttırılmış samimiyet göstergesi ile çağırdığımız dostlarımız ne yapıyor şimdi? Ne yapacaklar, sosyal medyadaki bütün paylaşımlarımızı beğeniyor ve paylaşıyorlar, hepsi bu…

Aldatarak İş Görmek

Gün geçmiyor ki, yeni bir dolandırıcılık hikâyesi duymayalım.

Teknolojinin gelişimiyle paralel, zamanın ruhuna uygun sürekli yeni yöntemler geliştiriliyor. Kullanılan yöntemleri çok ayrıntılı bir şekilde kamuya açık mecralarda ilân etmek ne kadar doğrudur, bilemiyorum. Halkı bilgilendirmek ve uyarmak vazifesi tabiî ki önemli, ama şeytana da yol gösterilmesine sebep olabiliyor. Sadece masum halk dinlemiyor ki bu haberleri… Bilmeyen de öğrenebiliyor, aklında dolandırma fikri bile yokken, bu işlerin kolay bir şekilde yapıldığını görünce niyeti bozabiliyor. Öte yandan, dolandırma hikâyelerinde mağdur olan insanların profiline baktığımızda her seviyeden insanın etkilendiğini görebiliyoruz. Tıp alanında profesör unvanına sahip bir hocanın bile yüz bin TL parasını dolandırıcılar almışken, kimse “ben çok akıllı ve tahsilli biriyim, böyle tuzaklara düşmem” demesin.

Geçtiğimiz hafta ilginç bir dolandırıcılık hikâyesi haberlere konu oldu. Bu hikâyede sahte belgelerle avukat olduğunu beyan eden bir kişinin, bir çok avukatı dolandırdığından bahsediliyor. Adliyede tanışıp evlendiği kişi de hâkim adayı biridir, yani avukattır. Habere göre, eşine önce Millî Eğitim Bakanlığında avukat olarak çalıştığını söylen Remzi D., daha sonra TBMM avukatı olarak çalışmaya başladığını söylemiş ve hatta meclis amblemli kartvizit bile bastırmıştır. Sosyal medya hesaplarında mecliste çektiği resimleri bol bol paylaşmış, hatta pek çok görüşmesini meclis çatısı altında gerçekleştirmiştir. Aralarında, polis, adliye çalışanları ve avukatların da olduğu pek çok kişiyi kandırarak yaklaşık üç milyon TL toplamıştır. Şikâyet üzerine hakkında dâvâ açılmış ve adlî kontrol şartıyla serbest bırakılmıştır.

Remzi D., tapu müdürlüklerinde ilgili kişilerden aldığı tüyolar olduğunu, ucuz fiyatlara arsa bulabildiğini iddia etmiş. İnandırmak için kendi kullandığı lüks ev ve arabayı göstermiş, arsa işinden çok para kazandığını anlatmış. Bu ve benzeri dolandırma vak’alarında en önemli husus, mağdurların kendilerine anlatılan hikâyeleri çok çabuk kabul etmesi ve itiraz etmemesidir. Dolandırma “sosyal mühendislik” denilen pek çok tekniğin kullanıldığını görüyoruz. Sosyal mühendislik, herhangi bir cihaz veya teknoloji kullanmaya gerek kalmadan, beşerî ilişkiler ve şahsî zaaflardan yararlanarak gizli bilgileri elde etmek demektir; korkutma, kendine acındırma, kurbanını minnet altında tutma, empati ve yardım etme güdüsünden yararlanma gibi kurbanın tipine göre uygulanabilecek pek çok teknikten oluşur. Konu ile ilgili ayrıntılı bilgileri merak edenler, Kevin Mitnik’in yazdığı “Aldatma Sanatı” kitabını okuyabilirler. Mitnik, 1995 yılında FBI tarafından uluslar arası çaptaki firmaların bilgi sistemlerine sızdığı gerekçesiyle tutuklanmış ilk bilgisayar korsanlarından biridir. Hüküm giydiği hapishanede hesap makinesi dahil hiçbir dijital cihaza dokunmama cezası almıştır. Cezasını tamamladıktan sonra beyaz şapkalı hacker unvanıyla şirketlere bilgi güvenliği konusunda danışmanlık ve eğitim hizmetleri vermeye başlamış, kitaplar yazmıştır.

Sahte avukat Remzi D. vak’asına baktığımızda da kolay yoldan para kazanma hırsı zaafı kullanılmış görünüyor. Bir ülkede rüşvet vermeden, araya hatırlı kişileri sokmadan, kısaca dalâvere çevirmeden iş halledilemeyeceği düşüncesi hakimse, dolandırıcılar gayr-i meşrû yöntemlerle emeksiz para kazanma yöntemi önerdiklerinde de herkes bu durumu normal karşılar. Allah korkusu ve vicdan gibi engelleyici faktörler de yoksa çok rahat dolandırıcılara inanıp para kaptırabilir.

Kamu kurumlarında işe girme, yükselme, kamu ihalelerini kazanma, özelleştirilen kamu kurumlarını satın alma, imar izinleri, üretim lisansları gibi pek çok konuda ülkemizde, rüşvet, torpil, yandaşlık ilişkileri, tehdit ve bunlara benzer enva-i çeşit ahlâksız ve yolsuz yöntem kullanmadan ilerlenemeyeceği fikri varsa, Sülün Osman’lar ve Remzi D.’ler başımızdan eksik olmaz.
Sülün Osman; tramvay, Galata Kulesi, şehir meydanlarındaki saatler, şehir hatları vapurları, trenler ve köprüler gibi kamu mallarını saf vatandaşlara satmak veya kiralamak suretiyle dolandırıcılık yapmış meşhur biridir. Köprülerin, havalimanlarının 15-20 yıl boyunca işletme garantisi verildiğini, garanti edilen işletim miktarının altında kalan kısmın bütün vatandaşların cebinden verdiği vergilerle karşılandığını görse ne düşünürdü bilemiyorum, 15 yıllığına ve bütün vatandaşlara köprü satmak, Sülün Osman’ın boyunu çok aşan bir durum çünkü…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/aldatarak-is-gormek_417414

Ay Dolar Aşar Gider

Dünyamızın uydusu Ay, kendisine çizilmiş olan yörünge icabınca dünyaya bazen yaklaşır ve bazen de dünyadan uzaklaşır.
 
14 Kasım 2016 günü Ay, astronomi de denilen sema ilmi hesaplarına göre kendisi için küçük ve fakat dünyadaki biz insanlar için büyük sayılabilecek bir adım atarak dünyaya olabileceği en yakın konuma gelmiş ve bu da dolunaya rastlamıştı. Bunun neticesinde kendisini her zamankine oranla % 14 oranında daha büyük ve % 30 oranında daha parlak gördük. “Süper Ay” diye isimlendiriliyordu bu durum. Sema ilmi insanlarına göre Ay’la olan ilişkimizde sürekli böyle “gel-gitler” yaşanıyordu. Bir sonraki “Süper Ay” 2034 yılında görülecekmiş meselâ.

“Ne, neyden büyüktür?” meselesi değişken bir hal alabildiği için, etrafımızda gördüğümüz bazı büyüklüklerin anlık karşılaştırmasına bakalım:

Ay, % 14 büyümüş görünse de hâlâ dünyadan küçüktür.
Dünya, -biliyorsunuz- beşten büyüktür.
Dolar, şimdilik beş TL’den küçüktür. (Adıyaman yöresine ait bir türküye kendini kaptırırsa, ay dolar aşar gider, hafizanallah…)

Süper Ay ile dolar arasında aynı döneme rastlayan büyüme oranları arasındaki benzerliğin ne ifade ettiği konusunda fikrim yok, ancak ilginç olduğu kesin. Dolar kurundaki artış % 19 ise, ekonomi ateşimizin parlaklığındaki azalış katmerli oluyor. Ekonomik gidişat öyle bir hal aldı ki, insanlar artık bazı gazetelerde yer alan “günlük burç yorumları” yerine, günlük olarak borçlarının durumları ile ilgili sayfaları takip etmeye başladı. “Günlük borç” deyince yükselen dolar, Euro veya altın olan vatandaş panikliyor haliyle… Sizler için, burçlara göre borç yorumlarını kendimce derlemek istedim:

Balık borcu: “Ne borcu abi?” deyip bir süre alacaklıları oyalayabilirsiniz. Merak etmeyin, kimse uyanmaz duruma.

Yay borcu: Borcunuzu, taksitlerle zamana yayabilirsiniz. Ancak unutmayın ki müebbete bağlamak mümkün değildir. Taksitleri abartmayın, sonra başınız ağrır.

Akrep borcu: “Cep” uygulamalarına kendinizi çok kaptırıyorsunuz. Acilen cepleri terk edin, yoksa telefon faturası borçlarınız kabaracak.

Kova borcu: Doluya koysanız almıyor, boşa koysanız dolmuyor… Sizin işiniz de zor valla…

Terazi borcu: Terazi var tartı var, her borcun bir vakti var… Vadesi gelen borçlarınıza dikkat edin.

Aslan borcu: Yattığınız yerden borcunuzu ödeyemezsiniz, belli değil mi?

Başak borcu: Borç büyüdükçe boynunuz eğilecek. O kadar borcu yaparken düşünseydiniz keşke!

Boğa borcu: Borcunuz dokuz boğum gözüküyor, boğa boğa ödeyeceksiniz. Hadi gözünüz aydın, kurtulacaksınız borçtan…

İkizler borcu: Fiyat düşürmek için “İki tane alsak ne olur?” diye diye yok yere borçlarınızı arttırdınız. Hadi şimdi düşünün bakalım, kim ödeyecek bu borcu?

Koç borcu: Koç tersten okununca ne olur? Çok… Hah, işte sizin de borcunuz öyle…
Yengeç borcu: “Alacağım var” diyen geçmiş sıraya, sizi bekliyor. Allah kolaylık versin…

Oğlak borcu: “Ağılda oğlak doğsa, ovada otu biter” derler de, bitmiş otunuz da bir yere kadar… O da bir gün biter. Hazıra dağ dayanmaz.

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ay-dolar-asar-gider_416740

Bayram Kazaları

Son yıllarda üst üste yapılan seçimlerin de yabana atılamaz etkisiyle, Bakanlar Kurulu kararıyla dokuz güne çıkarılmayan bayram tatili neredeyse olmadı.
 
Tabiî ki bu uzatılmış bayram süresi kamu çalışanları ve öğrenciler için geçerli, o da okul dönemine rastlıyorsa. Resmî tatil ilân edilse bütün ücretli çalışanları kapsayacak, ama kamu çalışanları idarî izinli sayılacak şekilde karar alındığı için, özel sektör çalışanları sadece Arefe günleri yarım gün ve Bayram günleri kadar resmî tatil yapabiliyorlar. Önümüzdeki sene Ramazan Bayramı Haziran sonu, Kurban Bayramı da Eylül başına denk gelecek, bu da öğrenci kardeşlerimizin okulu ve eğitimi aksatmayacakları için sevinecekleri (!) bir şey olacak zannedersem.

Ülkemiz nüfusunun beşte biri İstanbul’da ikamet ediyor, İç Anadolu şehirleri büyük oranda Ankara’ya göçmüş olunca, bayramlar dolayısıyla dokuz günlere varan tatil dönemlerini değerlendiren vatandaşlar bu süre zarfında memleketlerine gidiyor. Duble yollarla ana yurdu dört baştan ören hükümetimiz sayesinde bu gidişler ve dönüşleri daha rahat olur, ölümlü kazalar azalır zannetmiştik. Tabiî bir afet olan deprem kadar tabiî olmasa da, afet olan trafik kazalarını azaltmak için deprem vergileri ve bir rivayete göre çalışanlardan her ay kesilen işsizlik ödeneğinin oluşturduğu fondan yararlanılarak duble yol ihaleleri yapılmıştı.

Alınan her türlü güvenlik tedbiri, yeni çıkan arabaların hava yastığı ve ona benzer diğer güvenlik tertibatları gibi faktörler tabiî ki bir nebze ölüm oranını azaltsa da, maalesef bayram trafiği zamanlarında aşırı hız, dikkatsizlik ve uykusuzluk gibi sebeplerden dolayı kaza sayısında istenen düşüş yakalanmış değil. İzmit Körfez Osmangazi Köprüsü açılışında dünya motor sporu şampiyonluğu olan bir sporcumuza hız rekoru denemesi yaptırmak bu anlamda ne kadar doğru bir örnek olmuştur acaba? Ayrıca, bu köprünün bir parçası olacağı otoban projesinin İstanbul İzmir karayolu mesafesini üç buçuk saate indireceğini siyasetçilerimiz her fırsatta söylüyor. Bu, ancak bir aracın ortalama hızını 120 km/saat değerinin altına düşürmeden başarabileceği bir şey. Bunun tüneli var, virajı var, trafiği var… Vatandaşa böyle hedefler vererek cesaretlendirmek ne kadar uygun ki?

Kocaeli Valiliği İl Emniyet Müdürlüğü tarafından bayram öncesi yayınlanan ve daha sonra “sehven” olduğu belirtilerek yürürlükten kaldırıldığı söylenen bir bildiride şu ifadeler geçmişti: “Emniyet Genel Müdürlüğümüzden alınan emir doğrultusunda Kurban Bayramı tatilini kapsayan 10-18 Eylül tarihleri arasında vatandaşlarımıza denetim amaçlı EDS, TEDES, Mobese, radar ve benzeri şekilde herhangi bir ceza yazılmayacak, kural ihlâli tesbit edilen yol kullanıcılarına ihlâl ettiği kural ve cezası hatırlatıldıktan sonra ‘Siz bu cezayı 15 Temmuz gecesi ödediniz. Hayırlı yolculuklar’ denilecektir.”
Yazılı olarak bildirilen bir emirde “sehiv” nasıl olur, insan hayret etmiyor değil. Sosyal medya gündemine düşen, insanların hayatını tehlikeye atma riski taşımasına rağmen aşırı hız yapmayı teşvik ettiği belli olan, konunun 15 Temmuz ile ilgisi üzerine polemikler yapılan bu emrin sehven verildiğini ve kaldırıldığını acaba kaç kişi öğrenebilmiştir? Bayram tatilinin ilk 7 günlük kaza bilânçosuna göz attığımızda; 103 trafik kazasında toplam 60 kişi vefat etti ve 371 kişi de yaralandı.

Bu seneki Kurban Bayramı’nın ilk gününün 12 Eylül olması, 12 Eylül 1980 ihtilâli sonrası her yerde ve her kurumda başlayan Kemalist yağcılık örneklerini hatırlattı. İtfaiye duvarına “Küçük kıvılcımlar, büyük yangınlar doğurur” pankartının asılması gibi. Bu sözün gerçekten söylenip söylenmediği, söylendiyse bile hangi bağlamda ve anlamda söylendiği araştırılmadan ihtilâl komitesine şirin görünmek ve vaziyeti kurtarmak adına asıldığı bellidir. Hız sınırlarını aşanlara “15 Temmuz gecesi ödediniz. Hayırlı yolculuklar” demek, itfaiye örneğindeki muktedirlere yaranma çabası ile aynı yapıda ve daha mantıksız bir uygulamadır. Bu 12 Eylül’lerde ne varsa, hep aynı etkiyi yapıyor demek ki…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bayram-kazalari_410267

Galaktik Hesaplar

 
NASA tarafından yapılan bir açıklama ile burçların tarihlerinin değiştiğine dair bir haber, Sabah gazetesi başta olmak üzere bir kaç gazetede yayınlandı.
İşin aslı, NASA’nın böyle bir açıklama yaptığı yoktu. Diğer sıfatlarıyla değil de hükümete yakın duruşlarıyla anmak istediğim bir basın grubunun bu konuya özel ilgi göstermesi ve aynı gruptaki bir haber kanalının konuyla ilgili vatandaşlarla ve akademik ünvanı “profesör” olan biriyle röportaj yapması ilginç geldi. Vatandaşın ise böyle bir konu pek ilgisini çekmişe benzemiyor. Benim gibi vatandaşlar, yükselen burçtan ziyade yükselen “borç”larını takip etmekle meşgul. Benim yükselenim “dolar” meselâ, son zamanlarda…

“Bu işin arkasında kim var?” diye düşünmeye başladım. Zira biri veya birileri, bu medya grubunu zor durumda bırakmak için asparagas haber yaptırmış olabilirdi. Hemen aklıma malûm cemaatin “Samanyolu Galaksisi İmamı” geldi. Böyle bir imam var mıdır bilinmez, ama imamların etki alanı ölçüsünde aldıkları ünvanlar ve cemaatin bir televizyonuna isim de veren galaksimiz düşünülürse, bu ünvanda bir imam varsa NASA’da çalışıyor olmalı! NASA’da etkili olan bu galaktik imamın, sırf bizim yandaş basını küçük düşürmek için böyle açıklamalar yaptırmış olması pekâlâ mümkündü. Daha kötüsü de olabilirdi, hafazanallah, bu imamın burç değiştirmek suretiyle ülkemize zarar vermek istemesi de muhtemeldi. 9 Eylül günü, Yeni Akit gazetesi yazarlarından Abdurrahman Dilipak, kendi hesabından attığı bir tweet’te şunu yazdı (yazım ve ifade yanlışları tamamen yazara aittir, ifadesi aynen yayınlandığı şekliyle yazılmıştır): “Bugun 9.9.9.. Fetöculer toplu ayinde.. 9. Ayin 9 u.. 2+0+1+6=9.. bu ay için 2. Evre 18 eylul. 3. Evre 27 eylul..” Bence bu ifade, galaktik hesap yapanların planlarının deşifresidir! NASA başı oyunlar tezgâhlayanların kulakları çınlamıştır eminim.
Aynı günlerde ilginç bir şey daha oldu. Yıllardan beri alışageldiğimiz yaz saati ve kış saati ayrımının artık ortadan kaldırıldığını öğrendik. Evet, 8 Eylül 2016 tarihli, 29825 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 07.09.2016 tarihli 2016/9154 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnamesi’ne göre Türkiye’de yaz saati kalıcı hale getirilmiştir. Buna göre coğrafi olarak daha doğuda olan 45° doğu meridyeni kullanılıyor olacak. “Hazır Rusya ile ilişkileri düzeltiyoruz, saat dilimi olarak da yaklaşalım” diye mi düşünüldü bilemiyorum. Eksen kaymaları tartışmaları saatlere kadar yansıdıysa durum gerçekten garip olur.

Yaz ve kış saati değişimleri uygulayan ülkeler eş zamanlı hareket edip aynı anda uyguladıklarından bilgi sistemleri de ona göre programlanır. Böylece birbirinden farklı işletim sistemleri ve programlar, eşgüdüm içerisinde davranırlar. Geçen sene 1 Kasım yinelemeli seçimleri yüzünden herkesin ve her sistemin 25 Ekim’de yaşadığı değişimi, biz ülke olarak 8 Kasım’da devreye almakla iki defa sendrom yaşadık: İlki 25 Ekim’de saatleri değiştirmeyerek, ikincisi de 8 Kasım’da değiştirerek.
Ortalama bir sistem odası bulunan bir işletme düşünülürse, sistemleri oluşturan bileşenler olarak ağ cihazları, güvenlik cihazları, sunucular ve kullanıcı sistemlerinden bahsedilebilir. Bunların her birinin ayrı üreticisi ve üzerinde farklı türlerde işletim sistemi veya gömülü sistem bulunabilir. Bir orkestra şefi gibi çalışıp bütün sistemlerin aynı anda aynı saati göstermesi sağlanmalıdır. Kaldı ki aynı türde işletim sistemine sahip sistemler bile değişik dil seçeneklerinde veya 32-64 bit gibi farklı varyasyonlarda olabiliyorlar ve haricen uygulanacak yama programı birinde çalışırken diğerinde çalışamayabiliyor. Bir enstitü varlığını gerektirecek kadar olmasa da saatleri ayarlama işi ciddî bir iştir. Özellikle finans ve bankacılık gibi sektörlerde zaman uyumsuzluğu dolayısıyla geri dönülemez hatalar meydana gelebilir. Rezervasyon sistemleri hata verebilir.

Yeni saat düzeni ile birlikte, İstanbul için gündüzlerin en kısa olduğu Aralık döneminde güneşin doğma saatleri 08:02 ile 08:22 arasında olacaktır. İmsak vakti başlangıcı ise 06:30’ları geçecektir. Yani kabaca 2033 yılında da aynı saat düzeninde devam ediyor olursak, Ramazan dönemi Aralık ayı içerisinde olacağından, İstanbul’un büyük kısmı sahur sofrasından kalkıp işe gitmeye koyulacaktır.
2016 yılında gerçekleşecek bir diğer önemli galaktik olay da dünya dönüş hızındaki değişimden kaynaklı olarak 2016 senesinin beklenenden 1 saniye uzun olacağıdır. Bu değişim sadece 60 saniye sayabilen bilgisayar sistemleri açısından kriz çıkarabilen bir durum. Bütün saatler ve zaman taksimatları değişebilir veya yeniden tanımlanabilir, ancak değişmesi mümkün olmayan bir saat vardır ve bu saat ecel saatidir.

Bütün okuyucularımızın mübarek Kurban Bayramı’nı tebrik eder, değişmesi ihtimali bulunmayan ecel saatine hazırlıklı olmalarını temenni ederim.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/galaktik-hesaplar_409646

Sürücüsüz Arabalar

Sürücüsüz Arabalar
Bilim-kurgu filmlerinde görmeye alıştığımız, otomatik pilotlar vasıtasıyla verilen koordinatlara kendileri gidebilen araçlar yavaş yavaş hayatımızın içine giriyor.
Uzay temalı filmlerde gördüğümüz, insan konuşma diliyle iletişim kurabilen, kendisine verilen komutları anlayabilen, gerekli-gereksiz şaka bile yapabilen araçlar henüz yapılmadı veya duymadık diyelim. Uzayda koordinat belirlemek nasıl oluyor hep merak etmişimdir. Sabit duran bir cisim yok bir kere… Karadelikler, solucan delikleri derken, uzay-zaman bükülmeleri ve karmaşıklaşan boyut kavramı da cabası. Neyse ki, fimlerin çoğunda bu hesapları yapmaya gerek bile duymuyorlar.
Uzay konumu üzerinden konu paralel kâinatlara gelmeden biz yeryüzüne dönelim: Dünyanın en büyük firmalarından bir kaç tanesi bu konuda yarışıyor. Hatta Google, bir prototip araç geliştirip caddelerde dolaştırıyor. Kayıtlara, sürücüsüz aracın hatalı olduğu bilgisi ile girmiş olan bir kaza bile yaptı. Aracı geliştiren kişilere göre, bu kazada kendi araçlarının herhangi bir suçu yok. Sola sinyal vermiş ve önde olan bir araç, kendisine yol verilmesini pekâlâ bekler!

Karşılaştığı tecrübeleri kaydedip öğrenebilen bir sun’î zekâ ile geliştirilmiş sisteme sahip olduğundan, yaptığı kazalardan da çok şey öğreneceği kesin. Karşısındaki normal araç sürücülerinin hatalı olabileceği ve kurallara bazen uymayabileceği gibi. Tek bir akıl ve onun kazanımları değil, çevredeki her sürücü ve araçtan fikirler alıp kollektif bir sürücü veritabanı oluşturmaya çalışıyorlar.
Benzer şekilde Mercedes firması da BMW ve Audi firmaları ile birlikte sürücüsüz kamyon ve otobüs geliştirmeye çalışıyor. Tesla ise elektrikli araçlardaki performansını sürücüsüz araçlarla da perçinleme gayretinde. Arka planında çok ciddî araştırma-geliştirme faaliyetleri barındıran çalışmalar bunlar ve temelinde kazalar gibi insan odaklı ölümcül hataları en aza indirmek ve çevre ile dost ürünler ortaya çıkarmak yatıyor.

Sürücüsüz veya otomatik sürücülü araçlarla ilgili olarak tartışılan pek çok konu var. Kural ihlâli durumunda ve sürücüsüz araç çevreye veya herhangi bir canlıya zararı dokunacak bir fiile sebep olursa sorumlu tutulacak kişi kim olacaktır? Google sürücüsüz arabası, Amerikan Ulusal Trafik Güvenlik Kurulu (National Highway Traffic Safety Administration – NHTSA) başvurdu ve yaklaşık 5 ay sonunda ehliyet alma mücadelesini kazandı. Böylece “sürücü” kavramı, teknoloji desteğiyle farklı bir boyuta taşınmış oldu. Ülkemizde böyle bir araçla kazaya karışılsa, levye eşliğinde ilk sorulacak sorunun “ehliyetini hangi internet kafeden aldığı” olacağını zannediyorum.
Bu araç Türkiye’de olsa veya test edilse çok zorlukla karşılaşacağı kesin. Öncelikle yanlış tabelâ ve levhalar bu aracı kaza yapmaya sürükler. Hiçbir uyarı levhası olmadan aniden biten bir yol ile karşılaşınca ne yapar meselâ? Karşıdan gelen araçların “radar var!” anlamında yapacakları selektörü de anlayıncaya kadar yapay zekâsı devreleri yakar. Sürekli korna sesleri ile uyarmaya çalışanlar yüzünden otomatik pilot, bir süre sonra ses reseptörlerini kapatır. Düğün konvoyundaki araçlar komple sürücüsüz olursa ne olur biliyor musunuz, önüne durmadan fırlayan çocuklardan dolayı asla ilerleyemez.

Bu teknoloji henüz arzu edilen seviyeye gelmiş değil. Araçların sadece bulundukları çevreyi gözlemlemesi yeterli değil. Trafikteki diğer araçlarla da iletişime geçip karşılıklı olarak hareketlerini birbirlerine göre düzenlemeleri şart. Halihazırda güvenli sürüş için kavşaklarda gereğinden fazla yavaşladığı söyleniyor. Nitekim bir trafik cezasını, çok yavaş hızlarda seyredip trafiği tehlikeye sokma gerekçesi ile aldı. Trafik işaret ve işaretçilerini tanımada eksikliği olduğu, yollarda hasbelkader bulunabilecek herhangi bir çöp veya taş gibi engelleri algılamakta sıkıntı olduğu belirtiliyor.

Diyeceğim, öyle veya böyle, yakın gelecekte artık hayatımızda bu araçlar olacak. Elin oğlu, elektrikle çalışan, dünyanın her yöresindeki insan ve araçlarla meşveret edip onların davranışlarından bir şeyler öğrenerek, adeta total aklın sürdüğü araçlar geliştirmeye çalışırken, bizler, “gaz”la hareket ettirmeye çalıştığımız bir aracın elektronik ve mekanik bütün kontrollerini kuvvetler ayrılığı prensibini hiçe sayarak, tek bir kişinin eline vermeye çalışıyoruz. Almamız gereken çok yol var gibi görünüyor.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/surucusuz-arabalar_408317

Öne Çıkan Yayın

Gözlükler

  İbrahim Özdabak Karikatürü   “Artık önümüzü göremiyoruz” sözünü ilk duyduğunuzda aklınıza: “Tabii canım, nasıl adım atacağımızı şaşırdık...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: