Bu Blogda Ara
Arşiv
Ramazan 2016
Önümüzdeki yıllarda geçmişe bakıp “nerede o eski Ramazanlar!” diyerek iç geçirilince bunu duyup eski Ramazanları merak edecek o zamanın genç nesli kayıtlara baktığında bir şeyler bulabilsin diye 2016 Ramazan’ı hakkında yazayım istedim.
Öncelikle 2016 yılı Ramazan’ımız, 6 Haziran’da başladı. Yıl içerisinde gündüzlerin en uzun olduğu dönemi kapsayan bir Ramazan yani… Ülkemiz için oruçlu geçirilen sürenin 17 saati aştığı, sıcak ve fiziken zor şartlar altında geçen bir süreç ancak, zorluğu nispetinde mü’minlerin kazancının da ziyadesiyle katlandığı bir fırsat aynı zamanda. Allah hakkıyla istifade etmemizi sağlasın.
Ramazan Takvim Birliği: Neredeyse bütün İslâm dünyasında Ramazan 2016 aynı zamanda başladı. Umman Sultanlığı hilâlin görünmediğini söyleyerek Ramazan’ı Salı günü başlattı. Hilâl tesbiti konusunda yöntem birliği sağlanmadıkça her sene aynı tartışma devam eder.
Teravih Namazı: Geçmiş yıllarda, iftar-sahur arasının darlığı, Müslümanları yıldırım hızıyla teravih kıldıracak jet imam arayışlarına sevk etmişti. Bu sene jet imamlardan pek bahseden yok. Camilerde gördüğüm kadarıyla teravih ikişer rekât halinde kıldırılıyor. Bu konuda Diyanet’ten camilere talimat gitmiş. Yerinde ve güzel bir talimat, hızlı kıldırıyor diye dayak yiyen imam haberleri vardı geçen senelerde.
Davulcu: İstanbul için teravihten çıkma asgarî saati 23.30 civarlarına gelmiş, eve ulaşma-yatma hazırlıkları derken vakit gece yarısını geçiyor. Daha iki saat uyumadan “güm güm de güm güm” gibi uzaktan –belki- estetik, ama estetikten uzak davul sesleriyle ayağa sıçrıyoruz. Sesi hoş gelmediğine göre çok yakın bir yerde çalınıyor olmalı. Hava sıcak, pencere açık yatıyoruz mecburen. İftar geç bir saatte yapılınca acıkmıyor da insan, öyle tekellüflü bir sahur da gerekli olmuyor haliyle. O zaman çok erken kalkmak da icap etmiyor sahur için. Bizim davulcularınsa bu durumdan maalesef haberi yok! Davulcu kardeşler şöyle gece yarısından sonra uyuyup davul çalma görevi için uyanacak olsa eminim beni daha iyi anlayacaktır. Davulcu geçtikten neredeyse bir saat sonra kalkınca da rahat rahat sahur yapılabiliyor. Sabah namazı sonrası uykuya dalabilinceye kadar saat 04:00 oluyor. İki saat sonra da işe gitmek için kalkmak icap ediyorsa 3 parçaya bölünmüş ve eksik bir uykuyla bütün gün bir “Fight Club” modunda geçiyor; akşama kadar gözlerin kıpkırmızı ancak açık olduğu ve belli aralıklarla bilincin gidip geldiği bir zombi şeklinde!
Davulcuları denetleyen bir kurum var mıdır? Seslerinin hoş gelebileceği en makbul uzaklığı kim belirliyor meselâ? Saatleri ayarlayan bir enstitüleri var mıdır? Topladıkları bahşişin rayiç bedeli nasıl belirlenmektedir? Kaç kere bahşiş toplayabilirler? Her evde telefon bilgisayar ve çalar saat gibi istenen zamanda istenen şekilde bir uyarıyı verebilecek alet mevcutken, davul çalmaya gerek olmadığını düşünüyorum. En azından yaz Ramazanları için terk edilse ve bu vesileyle teknolojiye yenik düşmüş bir geleneğimiz diye tarihe karışsa iyi olur.
İmsak Saati Tartışmaları: Her sene olduğu gibi, yine imsak saati tartışması devam ediyor. Geçen yıllarda Diyanet’in belirttiği imsak saatine tepki olsun diye Aziz Bayındır, o saatlerde canlı yayında su içmişti. Bu sene imsak ölçümü yapılan bir noktaya gidip yerinde ölçüm yaptılar, ama pek gündeme gelmedi. Milletin aklını karıştırmaktan ne zaman vazgeçecekler acaba?
Pide kuyruğu: İş çıkış saatleri iftardan epey önce olduğundan bu sene pek yok gibi. O kuyrukta bekleme işi o anda sıkıntılı gelse de sonradan tatlı bir enstantane olarak hatırlanıyor. Taze pide kokusu bambaşka bir şey…
İftar Topu: Hoparlörlerin minarelerde kullanılmadığı zamanlardan kalma bir adet. Anadolu’nun pek çok yerinde hâlâ devam ediyor. Canlı bombaların patladığı ve terör olaylarının sık yaşandığı bir ortamda, ruh sağlığı açısından sanki terk edilse daha iyi olacak gibi geliyor bana…
Kurumların İftar Organizasyonları: Belediyeler başta olmak üzere pek çok kurum iftar organizasyonu düzenliyor. Allah gösterişten ve şovdan uzak, ikramları hakikî ihtiyaç sahiplerine onları rencide etmeden ulaştıracak organizasyonlar nasip etsin, maalesef gün geçtikçe bu manadan uzaklaşan organizasyonlar görmekteyiz; Ramazanın ilk günlerinde Beyoğlu Belediyesi’nin açık havada 2000 kişiye verdiği iftarda Suriyeli çocuklar alandan uzaklaştırıldı. Bingöl Belediyesi bir “tık” ileri davrandı, başkanın şoförü ve zabıta sıraya giren mülteci çocukları dayakla uzaklaştırdılar.
Ramazan TV programları: Bu konuyu inşallah ayrı bir yazı olarak ele alacağız.
Velhasıl 2016 Ramazanı da her Ramazan gibi güzel ve özeldir. Rahmet ve mağfiret kapıları yine açılmış, şeytanlar yine prangaya vurulmuştur. “Nerede” diye hayıflanarak aradığımız bizim eski benliğimiz ve saflığımızdır çoğu zaman. İçimizdeki şeytana bir pranga da biz vuralım bu Ramazan…
Bu Ramazan ve her zaman…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ramazan-2016_400975
Yayın Tarihi: 20 Haziran 2016
Yeniden Kandıriliş
Yeni Türkiye” diyorlar, “Yeniden diriliş” diyorlar ve
mitingler yapıyorlar… Gelin, 2016 Türkiye’sinin içinde olduğu duruma
bakalım:
Sağlık: Doktor performansını baktığı hasta ve yaptırdığı tıbbî tahlil
ve tetkiklere bağlayan sistem kaliteyi çok düşürdü. Selfie niyetine MR
ve tomografi çekilir oldu, hastaneye giren, kan tahlili yaptırıyor
neredeyse. Özel hastanelerde insanlar parasıyla rezil oluyor, devlet
hastanelerinde ilgisizlik ve sorumsuzluktan şikâyetçi. İlâç alırken
10’dan fazla kaleme para ödüyoruz, ödenecek para miktarını önceden
hesaplayabilen vatandaş Nobel matematik ödüllerine aday gösterilebilir.
Genel Sağlık Sigortası denen garabet başlı başına dosya konusu.
Güvenlik: Sınırlarımızın ötesinden gelen füzeler şehirlerimize düşüyor, ülkemizin güneydoğusu yangın yeri, nerede ne zaman bomba patlayacağı bilinmiyor. Canlı bombaları bilmiyor değiliz, ancak patlamadan da yakalayamıyoruz. Patladıktan sonra da geç oluyor tabi…
Toplumsal huzur: Siyasal kutuplaşma, hayatın her alanında. Herkes bir diğerine bakarken “acaba kimin adamı?” diye geçiriyor içinden. Kırk yıllık arkadaşları ile selâmı sabahı kesenler de var, aile içerisindeki gerilime dayanamayıp boşananlar da. Millî birliğe vesile olan millî maçlar bile artık bu işe yaramıyor, saygı duruşunu ıslıklayanlar da var, millî oyuncu kendi tuttuğu takımdan değilse küfür eden de. Toplum, hiç olmadığı kadar gergin.
Eğitim: Tek parti iktidarında, 13 küsur senede Millî Eğitim Bakanlığı yapan 7 kişi var. Her bakan neredeyse bir önceki sistemi silip, baştan yeni bir sistem getirmeye çalıştı. Onca itiraza rağmen 4+4+4 sistemi yeni hayata geçirilmişken, şimdilerde 3+3+3+4 şeklinde yepyeni bir sistem konuşuluyor. Eğitimde bir çağı kapatıp yenisini açma hayaliyle sunulan Fatih Projesi’nde en son haciz haberleri duyduk. Haciz neyse de, taciz haberleri eğitim durumumuzu özetliyor.
Ekonomi: Millî gelir düşmüş, büyüme rakamları, Cumhuriyet tarihinin ortalamasının altında, işsizlik had safhada. Esnaf kan ağlıyor; geri dönemeyen krediler, karşılıksız çeklerde patlama, kredi kartları limitleri dolduğundan artık kullanılamaz hale gelmiş, mecburen nakit kredi çekiliyor. İflâs erteleme başvuruları alabildiğine… İmalat sektörü daralmış, ihracat azalmış. 2023 hedeflerine ulaşmak neredeyse imkânsız. Esas daralmanın sonbaharda görülebileceğine işaret ediyor uzmanlar.
Dış Politika: İflâs eden Mısır ve Suriye stratejileri, İran ve Irak ile gerilimli ilişkiler, Rusya ile yaşanan uçak krizi ve bu krizin turizmimizle ihracatımızı vuran ekonomik etkisi… Müttefikimiz ABD kırmızı çizgilerimizi birer birer pembeleştiriyor, Avrupa Birliği mültecilerden korksa bile bize kapıları açmıyor, onu geçtim, mülteci anlaşmasından doğan 3 milyar euro paramızı bile vermiyor. Almanya malûm yasa tasarısını meclisinden geçirdi. Ülkemizi yönetenlerin “dostum” diyebildiği ülkeler çok sınırlandı. Dünyaya liderlik yapıyorduk, ne ara İslâm ülkelerinden aidatlarımızı bile toplayamayan hale geldik, anlamadım…
Yazılabilecek çok şey varken şimdilik bu kadarla iktifa edelim.
Tabiî ki bu sonuçlara bir günde ulaşılmadı. İyi işlerin tamamı reise verildi, kötü giden bir iş oldu mu ya içeriden birileri ihanet etti, ya da dışarıdan birileri iktidarı kandırdı. Hiç tevil edilemeyen ya da söylem değişikliği gerektiren durumlarda “üst akıl” ve “alt akıl” ikilisi vatandaşın önüne konuldu, “istediğini al takıl” dendi.
Uzaya fırlatılan bir roketi düşünün. İtici kuvvet uygulayan motorlara, görevlerini yeterince ifa ettikleri düşünülünce bir tekme atılıyor ve o ağırlıktan kurtulunuyor. Hatta, rokette geri kalanlar “biz daha hızlı gidecektik de o attığımız modül bize ağırlık yaptı” diyorlar. Modülün atılmadan önceki, yakıtı bitmiş halinin fotoğrafını gösteriyorlar.
“Bizi kandırdılar” denerek roketten atılanlardan bazıları: Erkan Mumcu, Abdüllatif Şener, Nazlı Ilıcak, Ertuğrul Günay, Hüseyin Çelik, Yaşar Yakış, Sadullah Ergin, Bülent Arınç…
Kurumsal olarak da önce “paralel” kandırdı. Sonra ölmüş olan “Kandil” diriltildi, dirilen Kandil kandırdı. Kandilin yaptığına tam olarak “Kandiliriliş” diyebiliriz. ABD kandırdı; Suriye’nin üzerine saldı, ama kendisi hiç gelmedi. “kardeşim Esed” kandırdı, kandırınca “zalim Esad” oldu. İran kandırdı; önce eksenimizi kaydırdı, sonra Ortadoğu’da dengeleri değiştirmeye çalıştı, uğruna eksenimizi kaydırmışken ABD ile anlaştı. Almanya durur mu, o da kandırdı.
Şimdi yeni bir kandırılış hikâyesi yazılıyor, sabık Başbakan Ahmet Davutoğlu üzerinden. Dış politika başta olmak üzere bütün hataları üzerine yıkıp “bizi de kandırdı, biz de mağduruz” diyecekler.
“Kutlu Yürüyüş”teki “Yeniden Kandıriliş” işte budur…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yeniden-kandirilis_400298Güvenlik: Sınırlarımızın ötesinden gelen füzeler şehirlerimize düşüyor, ülkemizin güneydoğusu yangın yeri, nerede ne zaman bomba patlayacağı bilinmiyor. Canlı bombaları bilmiyor değiliz, ancak patlamadan da yakalayamıyoruz. Patladıktan sonra da geç oluyor tabi…
Toplumsal huzur: Siyasal kutuplaşma, hayatın her alanında. Herkes bir diğerine bakarken “acaba kimin adamı?” diye geçiriyor içinden. Kırk yıllık arkadaşları ile selâmı sabahı kesenler de var, aile içerisindeki gerilime dayanamayıp boşananlar da. Millî birliğe vesile olan millî maçlar bile artık bu işe yaramıyor, saygı duruşunu ıslıklayanlar da var, millî oyuncu kendi tuttuğu takımdan değilse küfür eden de. Toplum, hiç olmadığı kadar gergin.
Eğitim: Tek parti iktidarında, 13 küsur senede Millî Eğitim Bakanlığı yapan 7 kişi var. Her bakan neredeyse bir önceki sistemi silip, baştan yeni bir sistem getirmeye çalıştı. Onca itiraza rağmen 4+4+4 sistemi yeni hayata geçirilmişken, şimdilerde 3+3+3+4 şeklinde yepyeni bir sistem konuşuluyor. Eğitimde bir çağı kapatıp yenisini açma hayaliyle sunulan Fatih Projesi’nde en son haciz haberleri duyduk. Haciz neyse de, taciz haberleri eğitim durumumuzu özetliyor.
Ekonomi: Millî gelir düşmüş, büyüme rakamları, Cumhuriyet tarihinin ortalamasının altında, işsizlik had safhada. Esnaf kan ağlıyor; geri dönemeyen krediler, karşılıksız çeklerde patlama, kredi kartları limitleri dolduğundan artık kullanılamaz hale gelmiş, mecburen nakit kredi çekiliyor. İflâs erteleme başvuruları alabildiğine… İmalat sektörü daralmış, ihracat azalmış. 2023 hedeflerine ulaşmak neredeyse imkânsız. Esas daralmanın sonbaharda görülebileceğine işaret ediyor uzmanlar.
Dış Politika: İflâs eden Mısır ve Suriye stratejileri, İran ve Irak ile gerilimli ilişkiler, Rusya ile yaşanan uçak krizi ve bu krizin turizmimizle ihracatımızı vuran ekonomik etkisi… Müttefikimiz ABD kırmızı çizgilerimizi birer birer pembeleştiriyor, Avrupa Birliği mültecilerden korksa bile bize kapıları açmıyor, onu geçtim, mülteci anlaşmasından doğan 3 milyar euro paramızı bile vermiyor. Almanya malûm yasa tasarısını meclisinden geçirdi. Ülkemizi yönetenlerin “dostum” diyebildiği ülkeler çok sınırlandı. Dünyaya liderlik yapıyorduk, ne ara İslâm ülkelerinden aidatlarımızı bile toplayamayan hale geldik, anlamadım…
Yazılabilecek çok şey varken şimdilik bu kadarla iktifa edelim.
Tabiî ki bu sonuçlara bir günde ulaşılmadı. İyi işlerin tamamı reise verildi, kötü giden bir iş oldu mu ya içeriden birileri ihanet etti, ya da dışarıdan birileri iktidarı kandırdı. Hiç tevil edilemeyen ya da söylem değişikliği gerektiren durumlarda “üst akıl” ve “alt akıl” ikilisi vatandaşın önüne konuldu, “istediğini al takıl” dendi.
Uzaya fırlatılan bir roketi düşünün. İtici kuvvet uygulayan motorlara, görevlerini yeterince ifa ettikleri düşünülünce bir tekme atılıyor ve o ağırlıktan kurtulunuyor. Hatta, rokette geri kalanlar “biz daha hızlı gidecektik de o attığımız modül bize ağırlık yaptı” diyorlar. Modülün atılmadan önceki, yakıtı bitmiş halinin fotoğrafını gösteriyorlar.
“Bizi kandırdılar” denerek roketten atılanlardan bazıları: Erkan Mumcu, Abdüllatif Şener, Nazlı Ilıcak, Ertuğrul Günay, Hüseyin Çelik, Yaşar Yakış, Sadullah Ergin, Bülent Arınç…
Kurumsal olarak da önce “paralel” kandırdı. Sonra ölmüş olan “Kandil” diriltildi, dirilen Kandil kandırdı. Kandilin yaptığına tam olarak “Kandiliriliş” diyebiliriz. ABD kandırdı; Suriye’nin üzerine saldı, ama kendisi hiç gelmedi. “kardeşim Esed” kandırdı, kandırınca “zalim Esad” oldu. İran kandırdı; önce eksenimizi kaydırdı, sonra Ortadoğu’da dengeleri değiştirmeye çalıştı, uğruna eksenimizi kaydırmışken ABD ile anlaştı. Almanya durur mu, o da kandırdı.
Şimdi yeni bir kandırılış hikâyesi yazılıyor, sabık Başbakan Ahmet Davutoğlu üzerinden. Dış politika başta olmak üzere bütün hataları üzerine yıkıp “bizi de kandırdı, biz de mağduruz” diyecekler.
“Kutlu Yürüyüş”teki “Yeniden Kandıriliş” işte budur…
Yüksek Yüksek Tahsillere Ömür Vermesinler!
Türkiye’de, iyi bir gelecek kurmanın
yolunun iyi bir üniversiteyi bitirmek olduğuna ilişkin yaygın bir inanış
hâkimdir. Doğru ya da yanlış olduğu tartışılabilir, ama ülke
gerçeklerine uygun olduğu kesin. İyi
firmalar, iş ilanlarında hep iyi üniversitelerden mezun olma şartını
koyuyorlar. Gerçi, ayrımcılığa neden oluyor diye bu konuda yasal bir
düzenleme getirildi, ama anlayış değişmediği sürece, o firmaların insan
kaynakları muhtemelen, başvuruları ilk turda üniversitelere göre ayırır,
ikinci turda belirli üniversitelerden mezun olanları değerlendirir. Bir
arkadaşım anlatmıştı; Kadının biri dolmuşta giderken, yanında oturan ve
yolda tanıştığı diğer bir kadına oğlunun ODTÜ’yü kazandığını anlatıyor
ve bütün dünyanın duymasını istercesine bağıra bağıra bunu yapıyormuş.
“Zaten şekerim, Türkiye’de ODTÜ, İTTÜ ve BOĞAZİTTÜ haricinde okunacak
okul mu var?” dediğinde dolmuş kopmuş haliyle…
İlkokuldan itibaren hayat bu
istikamette şekillendirilmeye çalışılır. İyi bir ilkokulda, iyi bir
ortaokula, iyi bir ortaokulda iyi bir liseye ve iyi bir lisede de tabiî
ki iyi bir üniversiteye gidecek bir yol vardır. Doksanlı yılların
başında lise bittikten sonra, üniversite kazanılmadıysa dersaneye
gidilirdi. İkinci el bir araba fiyatı ölçüsü hiç değişmediği hâlde,
dersaneler gittikçe hayatımızın parçası oldu. Okumaya niyeti ve yeteneği
olsun olmasın, herkes, diğer herkes dersaneye gittiği için gitmeye
başladı. İmkânı olanlar tabii bunun yanında özel ders de alıyor.
İlkokulun sonundan başlayıp üniversiteye kadar gelen ve hayatlara ipotek
koyan bu sınavlar silsilesi, çoktan seçmeli sorulardan oluşunca, çocuk
ve gençlerimiz beyinlerini “test food” denebilecek bilgi gıdasıyla
dolduruyorlar.
Mevcut sınav sistemi, her ne kadar bizi
memnun etmese bile, ehven-i şer kabilinden uygulanabilir en adil
çözümlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Açık uçlu soru yöntemiyle
lise sonu sınavların yapıldığı ve bu sınavların sonuçlarının doğrudan
üniversiteye yerleşimde kullanılmadığı ülkeler yok değil. Lise notlarına
ve öğretmenlerin öğrencileri hakkındaki referans mektubuna bakarak
üniversiteye yerleştirmek gibi yöntemler kullanan ülkeler bile var. Adam
kayırma, hemşericilik ve rüşvet gibi suistimal tekniklerine, hayat
tarzı ve sosyal ilişkiler bakımından çok müsait bir toplumumuz olduğu
için, maalesef bu tarz yöntemler şimdilik bize göre değil.
Mühendislik fakültesinde okuyan böyle birini düşünün, size ne kadarlık iş yaptığınızı sorsa ve sizden “5 joule” şeklinde bir cevap alsa, bunun çok mu, yoksa az mı olduğu konusunda bir fikri olmayabilir. Hesap-kitap işlerine girmeden sezgisel olarak herhangi bir yargıda bulunamayabilir demek istiyorum. Kabaca 5 joule büyüklüğündeki iş, bir kilo ağırlığındaki bir kütleyi yarım metre kadar havaya kaldırmaya yarar. Bir kilo ve yarım metre birimlerini duyduğumuzda nasıl bize azlık ve çokluk konusunda bir fikir veriyorsa, bana göre iyi bir mühendislik öğrencisi de fiziksel birimler ve büyüklüklerini sezgisel boyutta anlamlandırabilmelidir. (Ben de aynı sistemle okuduğum için kondansatörlerde kullanılan birimler olan Farad ve Henry’yi sadece sınavlarda çözebilecek kadar öğrendim ve bu birimleri duyduğumda bende hiçbir duygusal tepki oluşmuyor ne yazık ki…)
Hafta içi okul, hafta sonu dersane/özel ders, akşamları test çözme derken, maalesef gençlerimiz hayatlarının o döneminde yapılmazsa, ileride yapılamayacak veya yapılsa bile aynı etkiyi oluşturamayacak aktivitelerden mahrum kalıyorlar. Bir hobi edinemiyorlar, yabancı dil öğrenemiyorlar, bir müzik enstrümanı kullanmayı deneyemiyorlar ve en tehlikelisi, dinî vecibelerini öğrenmeyi bile erteleyebiliyorlar. Teessüf ederek söylüyorum, buna daha çok anne baba ön ayak olabiliyor. Her dünya görüşünden insanda aynı şeyi gözlemleyebilirsiniz.
Oysa asıl içerisinde olduğumuz ve ebedî
saadet veya ebedî azap ile sonuçlanabilecek sınavımızı ihmal etmeyelim
ve unutmayalım ki, “LeYSe lil insani illa ma se’a”, yani “Muhakkak ki
insana çalıştığından başkası yoktur.” (Necm suresi 39. Ayet)
Etiketler:
AYT,
dersane,
fakülte,
Genç Yorum,
imtihan,
LYS,
mühendislik,
ömür,
ÖSS,
ÖYS,
sınav,
tercih,
test,
TYT,
üniversite,
yüksek tahsil
Yargı-Çay!
Yargıtay başkanı ve yüksek yargı üyelerinin Reis-i Cumhur ile Rize
ziyareti yapıp çay toplaması, yargı bağımsızlığı tartışmalarını
beraberinde getirdi. Tartışmaların odağındaki isim olan Yargıtay Başkanı
İsmail Rüştü Cirit “Ben onu anlayamadım neden eleştiri konusu oldu.
Devlet oradaydı. Türkler, Türk geleneklerimize göre devlet başkanına çok
ayrı bir değer veririz. Devlet başkanı, devletin başı ve birliğimizin
sembolüdür. Onun katılmış olduğu, meclis başkanının, milli güvenlik
sekreterinin katılmış olduğu, tüm yüksek yargının katılmış olduğu bir
çay toplantısının yapılmış olması ve buna iştirak etmemiz kadar doğal
bir şey olamaz” dedi.
Bu ifadeye göre ya önceki yargıtay başkanları gelenek göreneklerimize bu kadar bağlı değildi, ya da önceki cumhurbaşkanlarımız çay partisi verdiğinde yargı mensuplarını çağırmamıştı. Veyahut önceki Reis-i Cumhurlarımızın çay dahil bütün partilerle bugünkünden daha farklı etkileşimleri olmuş olabilir. Gelenek demişken aklıma, hakkındaki rüşvet iddialarını cevaplarken hediyeleşmenin bir Türk geleneği olduğunu söyleyen bir siyasi geldi. Gelenek bilmek, hayat kurtarabiliyormuş bazı durumlarda.
AKP cenahına göre de bu olay normaldi. Numan Kurtulmuş önce “Yargı kurum ve kuruluşları son olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en üst makamı olan Cumhurbaşkanlığı makamına bağlıdır” dedi, tepkilerin ardından “Bağlı sözü doğru olmadı” diye düzeltti.
Kurtulmuş’un bu sözü bana “Organize İşler” filminde geçen “Müslüm bey, benim o kelimeyi kullanmam güzel olmamış da, arkadaşların çok tekrar etmesi tabi, hiç hoş olmamış yani..” repliğini hatırlattı.
Peki AKP’li arkadaşlar bu konuda başka neler söylemişti? Burhan Kuzu ile Galip Ensarioğlu’nun konuşmalarını hatırlayalım mesela; Ensarioğlu “Yasama bizde, yürütme bizde, yargı bizde, her şey bizde” demiş, Kuzu da “Oğlan bizim, kız bizim, niye denetleyelim?” diye cevap vermişti.
Burhan Kuzu’nun sözünde geçen “kız”, şu adaleti temsil ettiği söylenen, bir elinde kılıç, ötekinde tartı olan ve gözleri bağlı duran heykeldeki kız olmalı. O heykel artık Yeni Türkiye şartlarına göre değişmelidir. Adalet kızının gözlerini bağlamak nedir Allah aşkına? Adaletin gözü açık olacak, hiç bir şey kaçmayacak gözünden. Bağlanması gereken bir yer arıyorsan, başını bağlayacaksın başını! Tabi, iki manada da bağlanmalı adalet kızının başı. Münasip bir kısmet bulmak da Burhan Kuzu’nun görevi. Ölü ele geçirilen teröristlerin etnik kökenini tespit için kullandığı yöntemleri düşününce, en iyi o anlar zannedersem bu izdivaç işlerinden. “Oğlan bizim, kız bizim” diyerek aslında baklayı ağzından çıkardı, kendisinin de katkısıyla adaletimiz everiliyor!
Kız tamam da, “Oğlan” kim acaba? Onu söylemedi ama yakında o da çıkar herhalde. Bir “çay” içmeye giderler muhakkak… Adalette şeffaflık önemlidir, açık çay olur içtikleri. Muhabbet iyi giderse fazla uzatmadan, hayırlı işlerde acele edip evermek lazım bunları. Hemen söz kesilir, ki adaletin kestiği söz acıtmaz. Halkımız da SMS’ler ile görüşlerini belirtir. Böylece ilk kez halk oyu ile seçilen yerli ve milli damat adayımız, fiili eniştemiz olur. Türk tipi bir düğün yapılmalıdır. Kınasında da “çay”da çıra oynanır, “yüksek yüksek mahkemelere kız vermesinler” türküsü söylenir, adettendir. Üç tane de çocukları olur; Yasama, Yürütme ve Yargı koyarlar adlarını. Ne güzel, tek elde ve tek evde toplanır bütün kuvvetler!
Bir de hala utanmadan “yargının çay toplamakla ne işi olur?” diyenleri anlamıyorum. Mesele bir iki çay yaprağı değil, hala anlamadınız mı?
Yargıçlarımıza çay toplatıp “yargıçay” yaptık. Sırada, Amerika’nın meşhur (en azından Türkiye’de meşhur) savcısı Preet Bharara var. Onu da çağırıp çay toplattık mı tamamdır. Artık ona da kendi memleketinde “Preetea” mi derler yoksa “pretty” mi derler bilemem…
Bu ifadeye göre ya önceki yargıtay başkanları gelenek göreneklerimize bu kadar bağlı değildi, ya da önceki cumhurbaşkanlarımız çay partisi verdiğinde yargı mensuplarını çağırmamıştı. Veyahut önceki Reis-i Cumhurlarımızın çay dahil bütün partilerle bugünkünden daha farklı etkileşimleri olmuş olabilir. Gelenek demişken aklıma, hakkındaki rüşvet iddialarını cevaplarken hediyeleşmenin bir Türk geleneği olduğunu söyleyen bir siyasi geldi. Gelenek bilmek, hayat kurtarabiliyormuş bazı durumlarda.
AKP cenahına göre de bu olay normaldi. Numan Kurtulmuş önce “Yargı kurum ve kuruluşları son olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en üst makamı olan Cumhurbaşkanlığı makamına bağlıdır” dedi, tepkilerin ardından “Bağlı sözü doğru olmadı” diye düzeltti.
Kurtulmuş’un bu sözü bana “Organize İşler” filminde geçen “Müslüm bey, benim o kelimeyi kullanmam güzel olmamış da, arkadaşların çok tekrar etmesi tabi, hiç hoş olmamış yani..” repliğini hatırlattı.
Peki AKP’li arkadaşlar bu konuda başka neler söylemişti? Burhan Kuzu ile Galip Ensarioğlu’nun konuşmalarını hatırlayalım mesela; Ensarioğlu “Yasama bizde, yürütme bizde, yargı bizde, her şey bizde” demiş, Kuzu da “Oğlan bizim, kız bizim, niye denetleyelim?” diye cevap vermişti.
Burhan Kuzu’nun sözünde geçen “kız”, şu adaleti temsil ettiği söylenen, bir elinde kılıç, ötekinde tartı olan ve gözleri bağlı duran heykeldeki kız olmalı. O heykel artık Yeni Türkiye şartlarına göre değişmelidir. Adalet kızının gözlerini bağlamak nedir Allah aşkına? Adaletin gözü açık olacak, hiç bir şey kaçmayacak gözünden. Bağlanması gereken bir yer arıyorsan, başını bağlayacaksın başını! Tabi, iki manada da bağlanmalı adalet kızının başı. Münasip bir kısmet bulmak da Burhan Kuzu’nun görevi. Ölü ele geçirilen teröristlerin etnik kökenini tespit için kullandığı yöntemleri düşününce, en iyi o anlar zannedersem bu izdivaç işlerinden. “Oğlan bizim, kız bizim” diyerek aslında baklayı ağzından çıkardı, kendisinin de katkısıyla adaletimiz everiliyor!
Kız tamam da, “Oğlan” kim acaba? Onu söylemedi ama yakında o da çıkar herhalde. Bir “çay” içmeye giderler muhakkak… Adalette şeffaflık önemlidir, açık çay olur içtikleri. Muhabbet iyi giderse fazla uzatmadan, hayırlı işlerde acele edip evermek lazım bunları. Hemen söz kesilir, ki adaletin kestiği söz acıtmaz. Halkımız da SMS’ler ile görüşlerini belirtir. Böylece ilk kez halk oyu ile seçilen yerli ve milli damat adayımız, fiili eniştemiz olur. Türk tipi bir düğün yapılmalıdır. Kınasında da “çay”da çıra oynanır, “yüksek yüksek mahkemelere kız vermesinler” türküsü söylenir, adettendir. Üç tane de çocukları olur; Yasama, Yürütme ve Yargı koyarlar adlarını. Ne güzel, tek elde ve tek evde toplanır bütün kuvvetler!
Bir de hala utanmadan “yargının çay toplamakla ne işi olur?” diyenleri anlamıyorum. Mesele bir iki çay yaprağı değil, hala anlamadınız mı?
Yargıçlarımıza çay toplatıp “yargıçay” yaptık. Sırada, Amerika’nın meşhur (en azından Türkiye’de meşhur) savcısı Preet Bharara var. Onu da çağırıp çay toplattık mı tamamdır. Artık ona da kendi memleketinde “Preetea” mi derler yoksa “pretty” mi derler bilemem…
Etiketler:
Burhan Kuzu,
çay,
danıştay,
hukuk,
kız,
preet bharara,
serbest,
yargı,
yargı kızı,
yargıçay,
yasama,
yürütme
Yerli ve Milli UFO
Hollywood filmlerinde görmeye alıştığımız bazı klişeler vardır;
psikolojisi bozuk seri katiller, karmaşık düzenekleri aşmayı başararak
yapılan soygunlar, içlerinden geçilerek kaçılabilen havalandırma
sistemleri, içini ninja kaplumbağaların mesken edinebileceği, iki adam
boyu yarıçaplı kanalizasyon tünelleri gibi…
Bu vesile ile Birleşik Devletler’in alt yapı sistemlerinin ne kadar gelişmiş olduğu, havalandırma, yangın söndürme gibi otomasyon gerektiren sistemlerin, bilgi teknolojilerinin elverdiği bütün imkânlar kullanılarak uzaktan ve merkezi olarak kontrol edildiği fikri bilinç altına işlenir.
Ben bu filmlere baktığım zaman içlenirim. Çünkü insan hayatının önceliklendiği bir hayat tarzının ifadesidir, malzemenin ve teknolojinin en yenisi ve en kalitelisi kamu hizmetlerinde kullanılmaktadır. Aslına bakarsanız, bu filmler kullanılarak dünya insanlarına da çeşitli mesajlar veriliyor. Mevcut gündem konuları, ABD’nin ulusal çıkarları veya küresel hesapları doğrultusunda gerektiğinde çarpıtılarak yorumlanabiliyor. Vatandaşlarına “kuşa bak, kuşa” demek için, içine gerçek askerî kaynak veya ulusal güvenlik uzmanı karıştırarak UFO hikâyeleri yayıyorlar meselâ. “Selâm dünyalı, biz dostuz” diyen uzaylıların filmleri çekilir ve gündem değişir.
Bizim ülkemizde gündem değiştirmek için bugüne kadar hep farklı yöntemler kullanıldı.
Meselâ 34 sivilin vefat ettiği Uludere vak’asından sonra, “Kürt açılımı, Kürt ajitasyonu… kürtaj… evet kürtaj!” şeklinde bir akıl yürütme sonucu olduğu izlenimini verecek şekilde, gündem kürtaj konusuna çekildi ve “her kürtaj bir Uludere’dir” denildi. Kahve köşelerinin muhabbet değiştirme sözü olan “ne olacak bu Fenerin hali?” sorusunun siyaseten muadili “bizim millî içkimiz ayrandır” olmuştur. Sıkışık gündemlerin can simididir.
Küresel “riyaset” kulvarında yedi düvele karşı yarıştığımız şu “ustalık” günlerinde, vizyonumuzla bağdaşır tarzda gündem değiştirme faaliyetleri ihtiyacı ayyuka çıkmıştı ki, yüreklere su serpen iki gelişme peşi sıra oldu. İlkinde, Orman ve Su işleri Bakanımız Veysel Eroğlu “NASA da kim? Biz onlardan iyiyiz!” diyerek, 2023 hedeflerimize yakışır şekilde tartışma düzlemini uzaysal koordinatlara taşıdı. NASA ile karşılaştırılma ve NASA’nın buna adamakıllı cevap vermesi, ülke çapında inanılmaz bir özgüven patlamasına neden oldu. Aradan daha bir buçuk ay geçmişti ki, THY’nin Bodrum-İstanbul seferini yapan TK-2525 sefer sayılı uçağının pilotları, Silivri semalarında uçarken kuleye “Üzerimizden 2 bin veya 3 bin feetten (600-900 metre) tanımlanamayan bir cisim yeşil ışık saçarak önümüzden kat etti. Birdenbire kayboldu. Muhtemel UFO diye tahmin ediyoruz” diyerek bir UFO raporu verdiler.
Önceki yıllarda köylülerimiz tarafından taşla karşılanan UFO’ya nazaran, daha sağlam bir hikâyesi var. Bir kere, hemen öncesinde zihinler uzaysal tartışmalara hazırlandı. Pilotların konuşmalarının kaydı var ve aynı gün Muğla’nın Fethiye ilçesine tatile giden bir vatandaş da aynı evsafa sahip bir cisim gördüğünü söylemiş.
Turizm konusunda ciddî sıkıntı çektiğimiz bu günlerde bu haber çok umut verici duruyor. Arkasında “yaklaşma UFO’lursun, geçme pişman olursun” yazıyor mu, henüz bilmiyoruz, ama o yeşil rengiyle millî sıfatını sonuna kadar hak ediyor bana göre. Silivri gibi “derinliği” meşhur bir konumda görülmesi de kaynağının yerli olduğu hakkında yeterince fikir veriyor. İktidar partisi bir sonraki seçimlere “Hamdolsun, ilk yerli ve millî UFO’muz göklerde; filmdi, gerçek oldu” yazılı pankartlarla girerse hiç şaşırmayacağım. Kayıtlara geçen yerli ve millî ilk UFO’muz vatana millete hayırlı ve uğurlu olsun, bol bol turist getirsin inşallah.
Yerli ve millî bir UFO kavramı ister istemez, çalışmayan uzay gemisinin yokuştan vurdurulması, akşam gemiden inerken kara kutunun sökülerek elde eve taşınması, gemi arkası hayatın anlamına dair vurucu arabesk ifadeler, “saatte kaç km yapabiliyor bu makine?” ve “çok mu yakıyor?” gibi soruları akla getiriyor. Yani gündem değişikliği için birebir, malzeme bol. Artık bu fikre odaklanıp Türk sinemasında da kendi UFO’muzu işleyen yapımlar görebiliriz.
Benim şahsî fikrimi soracak olursanız bu yeşil cisim, yükselen yeni sermayenin dayandığı yeşil renkli emlâk balonunu simgelemektedir. Yükseklere çıktıkça basınç düşer, dış basıncı dengelemeye çalışan iç basınç dayanamaz ve balon patlar. 20 bin fit seviyelerinde görüldüyse vay halimize!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yerli-ve-milli-ufo_398704
Yayın Tarihi: 30 Mayıs 2016
Bu vesile ile Birleşik Devletler’in alt yapı sistemlerinin ne kadar gelişmiş olduğu, havalandırma, yangın söndürme gibi otomasyon gerektiren sistemlerin, bilgi teknolojilerinin elverdiği bütün imkânlar kullanılarak uzaktan ve merkezi olarak kontrol edildiği fikri bilinç altına işlenir.
Ben bu filmlere baktığım zaman içlenirim. Çünkü insan hayatının önceliklendiği bir hayat tarzının ifadesidir, malzemenin ve teknolojinin en yenisi ve en kalitelisi kamu hizmetlerinde kullanılmaktadır. Aslına bakarsanız, bu filmler kullanılarak dünya insanlarına da çeşitli mesajlar veriliyor. Mevcut gündem konuları, ABD’nin ulusal çıkarları veya küresel hesapları doğrultusunda gerektiğinde çarpıtılarak yorumlanabiliyor. Vatandaşlarına “kuşa bak, kuşa” demek için, içine gerçek askerî kaynak veya ulusal güvenlik uzmanı karıştırarak UFO hikâyeleri yayıyorlar meselâ. “Selâm dünyalı, biz dostuz” diyen uzaylıların filmleri çekilir ve gündem değişir.
Bizim ülkemizde gündem değiştirmek için bugüne kadar hep farklı yöntemler kullanıldı.
Meselâ 34 sivilin vefat ettiği Uludere vak’asından sonra, “Kürt açılımı, Kürt ajitasyonu… kürtaj… evet kürtaj!” şeklinde bir akıl yürütme sonucu olduğu izlenimini verecek şekilde, gündem kürtaj konusuna çekildi ve “her kürtaj bir Uludere’dir” denildi. Kahve köşelerinin muhabbet değiştirme sözü olan “ne olacak bu Fenerin hali?” sorusunun siyaseten muadili “bizim millî içkimiz ayrandır” olmuştur. Sıkışık gündemlerin can simididir.
Küresel “riyaset” kulvarında yedi düvele karşı yarıştığımız şu “ustalık” günlerinde, vizyonumuzla bağdaşır tarzda gündem değiştirme faaliyetleri ihtiyacı ayyuka çıkmıştı ki, yüreklere su serpen iki gelişme peşi sıra oldu. İlkinde, Orman ve Su işleri Bakanımız Veysel Eroğlu “NASA da kim? Biz onlardan iyiyiz!” diyerek, 2023 hedeflerimize yakışır şekilde tartışma düzlemini uzaysal koordinatlara taşıdı. NASA ile karşılaştırılma ve NASA’nın buna adamakıllı cevap vermesi, ülke çapında inanılmaz bir özgüven patlamasına neden oldu. Aradan daha bir buçuk ay geçmişti ki, THY’nin Bodrum-İstanbul seferini yapan TK-2525 sefer sayılı uçağının pilotları, Silivri semalarında uçarken kuleye “Üzerimizden 2 bin veya 3 bin feetten (600-900 metre) tanımlanamayan bir cisim yeşil ışık saçarak önümüzden kat etti. Birdenbire kayboldu. Muhtemel UFO diye tahmin ediyoruz” diyerek bir UFO raporu verdiler.
Önceki yıllarda köylülerimiz tarafından taşla karşılanan UFO’ya nazaran, daha sağlam bir hikâyesi var. Bir kere, hemen öncesinde zihinler uzaysal tartışmalara hazırlandı. Pilotların konuşmalarının kaydı var ve aynı gün Muğla’nın Fethiye ilçesine tatile giden bir vatandaş da aynı evsafa sahip bir cisim gördüğünü söylemiş.
Turizm konusunda ciddî sıkıntı çektiğimiz bu günlerde bu haber çok umut verici duruyor. Arkasında “yaklaşma UFO’lursun, geçme pişman olursun” yazıyor mu, henüz bilmiyoruz, ama o yeşil rengiyle millî sıfatını sonuna kadar hak ediyor bana göre. Silivri gibi “derinliği” meşhur bir konumda görülmesi de kaynağının yerli olduğu hakkında yeterince fikir veriyor. İktidar partisi bir sonraki seçimlere “Hamdolsun, ilk yerli ve millî UFO’muz göklerde; filmdi, gerçek oldu” yazılı pankartlarla girerse hiç şaşırmayacağım. Kayıtlara geçen yerli ve millî ilk UFO’muz vatana millete hayırlı ve uğurlu olsun, bol bol turist getirsin inşallah.
Yerli ve millî bir UFO kavramı ister istemez, çalışmayan uzay gemisinin yokuştan vurdurulması, akşam gemiden inerken kara kutunun sökülerek elde eve taşınması, gemi arkası hayatın anlamına dair vurucu arabesk ifadeler, “saatte kaç km yapabiliyor bu makine?” ve “çok mu yakıyor?” gibi soruları akla getiriyor. Yani gündem değişikliği için birebir, malzeme bol. Artık bu fikre odaklanıp Türk sinemasında da kendi UFO’muzu işleyen yapımlar görebiliriz.
Benim şahsî fikrimi soracak olursanız bu yeşil cisim, yükselen yeni sermayenin dayandığı yeşil renkli emlâk balonunu simgelemektedir. Yükseklere çıktıkça basınç düşer, dış basıncı dengelemeye çalışan iç basınç dayanamaz ve balon patlar. 20 bin fit seviyelerinde görüldüyse vay halimize!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yerli-ve-milli-ufo_398704
Yayın Tarihi: 30 Mayıs 2016
İşi Ehline Vermek
“İş ehli olmayana tevdi edildiği zaman, kıyameti bekle” mealinde bir hadis-i şerif vardır.
Bu hadisi iki yönden yorumlamak mümkündür; işlerin ehline verilmemesini bir kıyamet alâmeti olarak anlamak, bir de bir iş ehline verilmezse o işin kıyametinin yaklaştığına hükmetmek.
Ülkemizde işi ehline vermek konusu yanlış anlaşılmıştır maalesef, iş vermek konumunda olanlar, işin ehli yerine kendi “ehl”ini seçerek ona verirler. İktidarda olanların çalışmak için kendilerine yakın kişileri ve kurumları (hak etmiyor olsalar bile) “ille de bizden olsun, ister çamurdan olsun” hesabını seçtiklerini herkes bilir. Hatta ilginçtir, bunu “yakınlarını korumayı” emreden âyetler mucibince yaptıklarını söyleyip katmerli cürüm işleyenlere bile rastlanmıştır.
Haşmetli devletlüler için küçük, sıradan vatandaş için büyük sayılacak küçük kadrolara memur alımı KPSS sınavı ile yapılmaktadır. Ancak gelir getirisi ve prestiji yüksek kadrolara eleman alımında farklı yöntemler kullanıldığı görülebiliyor. En çok görüleni, alınması planlanan kişilerin özelliklerini, yapılacak işle ilgisi olmasa bile başvuru şartları arasında saymak! Meselâ TÜBİTAK’ta atom araştırmaları üzerine yazılım geliştirecek, Çince veya Urduca bilen bir bilgisayar mühendisi ilânı görürsem şaşırmıyorum ve istenen diğer özellikleri taşısam bile başvurmuyorum. Almak istedikleri kişi belli ki vakt-i zamanında, hangi maslahata binaen olduğunu bilmediğim şekilde, belirtilen dillerin kursuna gitmiş ve sertifikasını almış diyorum. KPSS sınavının yapıldığı bugünlerde, bazı kurumların KPSS şartını kaldırmış olduklarını duymak üzüntü verici oldu.
Türkiye’de her kurum böyle mi? Özel yetkinlikleri ve kişisel özellikleri, insaflı ve adaletli bir şekilde değerlendiren ve ona göre insanlara davranan bir yer hiç mi yok? Tabiî ki var: TSK! Zorunlu askerlik görevi vesilesiyle toplumun her kesiminden insan, hayatının belli bir döneminde buraya uğrar. Atom mühendisinden filoloğuna, bale ve opera sanatçısından muhallebicisine çok geniş bir yelpazede insan kaynağından söz ediyoruz. Herkese yetkinliğine uygun bir iş bulmak gibi bir imkânı olmasa da komutanlarımız, her işi yapabilecek en uzman kişiyi seçmeye azamî gayret sarf ediyorlar. Meselâ bir piyano mu taşınacak, bakıyorsunuz kolluk çavuşu koşa koşa gelip konservatuvar mezunu iki kişiyi alıp gidiyor!
Benim askerlik yaptığım yerde, bir gün bir uzman çavuşumuz acilen bir ziraat mühendisi arayışına girdi. Küçük bir alaydık, aramızda fazla meslek çeşitliliği yoktu ve yapılacak iş hakkında detay da verilmemişti. İçimizde Ziraat Fakültesi mezunu bir arkadaş bulduk ve kendisi ile helâlleşip gönderdik. Bahçe hayvanları konusunda uzmanlığı olduğunu söylese de, Nizamiye Karakolu’nda bulunan çiçeklerin yapraklarının tozlarını almak için olabilecek en uzman kişi oydu. Sivildeki işi yatırım analistliği olan, dünyanın herhangi bir köşesindeki herhangi bir ülkede, en iyi yatırımın nasıl yapılabileceğini bilen, adım atmadığı bir ülke kalmamış, bir yıllık kazancı ile askerlik yaptığı süre boyunca o alaydaki uzman çavuş ve astsubayların tamamının maaşını ödeyebilecek bir arkadaşımız vardı. Çok şanslıydı ki uzmanlık alanına göre değerlendirildi ve kantinci oldu.
Bir gece apar topar koğuşumdan nöbetçi erler eşliğinde alındım. Nöbetçi astsubay, nöbetçi subay derken, alay komutanının isteği üzerine gittiğimi anladım, ama kimse niçin çağrıldığımı bilmiyordu. En son beni subay gazinosunun kapısında alıp içeriye götürecek olan komutan, “ilahiyatçı çavuş sensin demek” dedi. (Ben tabiî ki, şaşırdım; zira çavuştum evet, ama ilahiyatçı değildim. Muhtemelen dini bir vecibe için çağırmış olmalıydılar, ilahiyatçı aradıklarına göre… Gecenin o saatinde hangi dinî vecibe lâzım olmuştu acaba ve daha da önemlisi, ben yapabilecek miydim?) İlahiyat değil mühendislik fakültesi mezunu olduğumu söyledim. “Olsun” dedi ve Arapça biliyor olmanın yeterli olacağını ekledi komutan. (Namazlarını kılan, Kur’ân okuyan ve Arapça bilen kişileri kodlama biçimi olarak “ilahiyatçı çavuş” ilginç gelmişti bana) İçeriye girdiğimde benden beklenen şeyin, duvarda asılı olan bir resmin altında yazan bir yazıyı okumak olduğunu söylediler. Bütün yetkinlikleri etkili kullanmak diye buna derim işte, ama yazıyı da okuyamadım iyi mi? Elle yazılmış, resim kopyalanınca da iyice silikleşmiş bir yazıydı!
***
Özel şirketlerde de durum çok iç açıcı değil. Kurumsal denebilecek şirketlerde bile yönetici konumdaki bazı insanlar, kendi makamını elinden alması riskine binaen bir altlarındaki konuma, orayı hak eden birilerini yerleştirmezler. “Düşük profil”, her daim yönlendirilebilecek ve asla kendisine rakip olamayacak bulunmaz bir nimettir. Gözü kapalı her söyleneni “yıldırım hızıyla” harfiyyen uygulayacak ve inisiyatif kullanmayacak bir modern köle isteniyor çoğunlukla.
Bu zihniyetle devam ettiğimiz sürece, elin oğlu sanayi devrimi (sanayi 4.0) konuşurken, biz hâlâ Saray’ın devrimini konuşur dururuz!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/isi-ehline-vermek_397868
Tarih: 23 Mayıs 2016
Bu hadisi iki yönden yorumlamak mümkündür; işlerin ehline verilmemesini bir kıyamet alâmeti olarak anlamak, bir de bir iş ehline verilmezse o işin kıyametinin yaklaştığına hükmetmek.
Ülkemizde işi ehline vermek konusu yanlış anlaşılmıştır maalesef, iş vermek konumunda olanlar, işin ehli yerine kendi “ehl”ini seçerek ona verirler. İktidarda olanların çalışmak için kendilerine yakın kişileri ve kurumları (hak etmiyor olsalar bile) “ille de bizden olsun, ister çamurdan olsun” hesabını seçtiklerini herkes bilir. Hatta ilginçtir, bunu “yakınlarını korumayı” emreden âyetler mucibince yaptıklarını söyleyip katmerli cürüm işleyenlere bile rastlanmıştır.
Haşmetli devletlüler için küçük, sıradan vatandaş için büyük sayılacak küçük kadrolara memur alımı KPSS sınavı ile yapılmaktadır. Ancak gelir getirisi ve prestiji yüksek kadrolara eleman alımında farklı yöntemler kullanıldığı görülebiliyor. En çok görüleni, alınması planlanan kişilerin özelliklerini, yapılacak işle ilgisi olmasa bile başvuru şartları arasında saymak! Meselâ TÜBİTAK’ta atom araştırmaları üzerine yazılım geliştirecek, Çince veya Urduca bilen bir bilgisayar mühendisi ilânı görürsem şaşırmıyorum ve istenen diğer özellikleri taşısam bile başvurmuyorum. Almak istedikleri kişi belli ki vakt-i zamanında, hangi maslahata binaen olduğunu bilmediğim şekilde, belirtilen dillerin kursuna gitmiş ve sertifikasını almış diyorum. KPSS sınavının yapıldığı bugünlerde, bazı kurumların KPSS şartını kaldırmış olduklarını duymak üzüntü verici oldu.
Türkiye’de her kurum böyle mi? Özel yetkinlikleri ve kişisel özellikleri, insaflı ve adaletli bir şekilde değerlendiren ve ona göre insanlara davranan bir yer hiç mi yok? Tabiî ki var: TSK! Zorunlu askerlik görevi vesilesiyle toplumun her kesiminden insan, hayatının belli bir döneminde buraya uğrar. Atom mühendisinden filoloğuna, bale ve opera sanatçısından muhallebicisine çok geniş bir yelpazede insan kaynağından söz ediyoruz. Herkese yetkinliğine uygun bir iş bulmak gibi bir imkânı olmasa da komutanlarımız, her işi yapabilecek en uzman kişiyi seçmeye azamî gayret sarf ediyorlar. Meselâ bir piyano mu taşınacak, bakıyorsunuz kolluk çavuşu koşa koşa gelip konservatuvar mezunu iki kişiyi alıp gidiyor!
Benim askerlik yaptığım yerde, bir gün bir uzman çavuşumuz acilen bir ziraat mühendisi arayışına girdi. Küçük bir alaydık, aramızda fazla meslek çeşitliliği yoktu ve yapılacak iş hakkında detay da verilmemişti. İçimizde Ziraat Fakültesi mezunu bir arkadaş bulduk ve kendisi ile helâlleşip gönderdik. Bahçe hayvanları konusunda uzmanlığı olduğunu söylese de, Nizamiye Karakolu’nda bulunan çiçeklerin yapraklarının tozlarını almak için olabilecek en uzman kişi oydu. Sivildeki işi yatırım analistliği olan, dünyanın herhangi bir köşesindeki herhangi bir ülkede, en iyi yatırımın nasıl yapılabileceğini bilen, adım atmadığı bir ülke kalmamış, bir yıllık kazancı ile askerlik yaptığı süre boyunca o alaydaki uzman çavuş ve astsubayların tamamının maaşını ödeyebilecek bir arkadaşımız vardı. Çok şanslıydı ki uzmanlık alanına göre değerlendirildi ve kantinci oldu.
Bir gece apar topar koğuşumdan nöbetçi erler eşliğinde alındım. Nöbetçi astsubay, nöbetçi subay derken, alay komutanının isteği üzerine gittiğimi anladım, ama kimse niçin çağrıldığımı bilmiyordu. En son beni subay gazinosunun kapısında alıp içeriye götürecek olan komutan, “ilahiyatçı çavuş sensin demek” dedi. (Ben tabiî ki, şaşırdım; zira çavuştum evet, ama ilahiyatçı değildim. Muhtemelen dini bir vecibe için çağırmış olmalıydılar, ilahiyatçı aradıklarına göre… Gecenin o saatinde hangi dinî vecibe lâzım olmuştu acaba ve daha da önemlisi, ben yapabilecek miydim?) İlahiyat değil mühendislik fakültesi mezunu olduğumu söyledim. “Olsun” dedi ve Arapça biliyor olmanın yeterli olacağını ekledi komutan. (Namazlarını kılan, Kur’ân okuyan ve Arapça bilen kişileri kodlama biçimi olarak “ilahiyatçı çavuş” ilginç gelmişti bana) İçeriye girdiğimde benden beklenen şeyin, duvarda asılı olan bir resmin altında yazan bir yazıyı okumak olduğunu söylediler. Bütün yetkinlikleri etkili kullanmak diye buna derim işte, ama yazıyı da okuyamadım iyi mi? Elle yazılmış, resim kopyalanınca da iyice silikleşmiş bir yazıydı!
***
Özel şirketlerde de durum çok iç açıcı değil. Kurumsal denebilecek şirketlerde bile yönetici konumdaki bazı insanlar, kendi makamını elinden alması riskine binaen bir altlarındaki konuma, orayı hak eden birilerini yerleştirmezler. “Düşük profil”, her daim yönlendirilebilecek ve asla kendisine rakip olamayacak bulunmaz bir nimettir. Gözü kapalı her söyleneni “yıldırım hızıyla” harfiyyen uygulayacak ve inisiyatif kullanmayacak bir modern köle isteniyor çoğunlukla.
Bu zihniyetle devam ettiğimiz sürece, elin oğlu sanayi devrimi (sanayi 4.0) konuşurken, biz hâlâ Saray’ın devrimini konuşur dururuz!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/isi-ehline-vermek_397868
Tarih: 23 Mayıs 2016
Offshores, Off Shourse ve Off Shoes
Vergilerin hiç olmadığı veya yok denecek kadar az olduğu bölge ve ülkelere vergi cenneti (offshore) denir.
Vergi cennetlerinin 3 tane belirgin özelliği vardır:
Dünyadaki çeşitli vergi cennetlerinden biri olan Panama’da yerleşik bir avukatlık ve danışmanlık şirketi Mossack Fonseca’ya ait terabyte’larca boyutta ve milyonlarca sayıda belge gazetelere sızdı. Sızan belgelerde pek çok ünlünün ve siyasetçinin adı geçiyor. İsmi geçen siyasetçilerden olan İzlanda Başbakanı istifa etmek zorunda kaldı. Türkiye’den yaklaşık 500 kişinin ismi ve aralarında en büyük şirketlerin de dahil olduğu 11 şirketin bu belgelerde yer aldığı şimdilik açıklandı. Tabiî ki ismi geçen şahıs ve şirketlerin gayr-i meşrû bir iş yaptıkları anlamında gelmeyebileceği bilgisini yukarıda vermiştik.
Ülkemizde maalesef vergi kanunları kötü tasarlanmıştır. Vergi mükelleflerinin hepsine potansiyel vergi kaçakçısı muamelesi yapılıp, alınabilmesi garanti olan bütün vergilere fazlaca yüklenilmektedir. İşçi, memur ve bütün ücretli çalışanların maaşları ellerine ulaşmadan, vergileri, kendileri adına işverenleri tarafından devlete ödenmektedir. Meselâ, her sene gelir vergisi dilimleri çok düşük miktarlarda arttırılırken, enflasyon başını alıp gidebilmektedir. KDV, ÖTV, MTV ve daha bir çok vergi türü burada sayılabilir.
“Büyük para” kazanan mükellefler için devlet, “nasılsa bir yolunu bulup kaçıracak bunlar, iyisi mi almam gereken verginin iki-üç katını isteyeyim, kaçırsa bile zarar etmem” düşüncesiyle vergi istemekte, mükellef de bu vergi yükünden kaçmak için elinden geleni yapmaktadır. Olan, her kaydını nizamî olarak tutan kişilere olur, onlar da bir noktadan sonra isyan edebilir. Ülkede kazanılan para, vergisi verilmeden, vergi cennetlerine aktıkça vatandaşın sırtındaki vergi yükü biraz daha artmakta, bu da bir sonraki dönemde daha çok paranın dışarı kaçmasına sebep olmaktadır. Kısır döngüyü kırmanın yolu, makul oranlara dayanan ve adil bir vergi reformu yapmaktır.
Geçtiğimiz hafta, Cumhurbaşkanı, artan işsizlik rakamları karşısında iş adamlarına bir çağrıda bulunmuş ve “TOBB’un üye sayısı bugün bir buçuk milyonu bulmuş durumda. Buradaki her üye, bir kişi işe alsa bir buçuk milyon işsize iş imkânı sağlamış oluruz” demişti. İlk bakışta anlamlı gelen bu teklif, karşılıksız çeklerin, geri ödenemeyen kredilerin ve iflâs erteleme taleplerinin sayısının katlandığı, kısaca adı konmamış bir ekonomik kriz yaşadığımız bugünlerde, çok makul ve sürdürülebilir görünmemektedir. Hazır ülkeden kaçan paralar sözkonusu olmuşken, bu paraları içerde tutmanın yöntemleri üzerinde durulsa daha iyi olmaz mı?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/offshores-off-shourse-ve-off-shoes_397060
Tarih: 16 Mayıs 2016
Vergi cennetlerinin 3 tane belirgin özelliği vardır:
- Vergi olmaması, denetim olmadığı anlamına gelir. (Bazı ülkelerde yıllık olarak ödenen sabit ve cüz’i bir vergi vardır.)
- Ülke dışı kişi ve kurumlarla herhangi bir bilgi paylaşılmaz. Müşteri isimleri ve malvarlıkları hakkında açıklama yapılmaz.
- Firmaların çoğu hayalîdir, kâğıt üstündedir.
- Vergi oranlarının sıfıra yakın oluşu, bürokratik işlemlerin azlığı ve basitliği, ucuz işgücü gibi sebeplerle bazı yatırımcılar, işletme kârını arttırmak için çağrı merkezi veya danışmanlık hizmetleri gibi bazı birimlerini vergi cennetlerinde konumlandırabilirler. Kanunî ve meşrû işler yapıp, bazı avantajlarından dolayı vergi cennetlerini kullanırlar. Dünya çapında bilinen büyük firmalar da bu yöntemle yatırımlar yapabilmektedir. Bunlar, “namusuyla” ülkesinden vergi kaçırmaktadır, “beyaz” alan diyebiliriz.
- Herhangi bir kriz ânında elinde avucunda ne varsa kaptırma riski olan kişiler, vergi cennetlerine paralarını transfer ederek ortadan kaybederler. Bir nev’î sigortaya alırlar. Kimler meselâ? Ülkesinde siyasî olarak muhalif olan ve hükümetin türlü yalan-yanlış bahaneyle malvarlığına el koyması riski bulunan iş adamları… Özellikle hukuk sisteminin iyi çalışmadığı veya totaliter rejimlerde bu risk fazladır. İflâs erteleme talebinde bulunan ve icra durumunda elindeki herşeyi kaptırmak istemeyen iş adamları da paralarını bu yolla kaçırabilmektedir. Bir diğer örnek de ortağından veya eşinden ayrılma sürecinde, tazminat ödeme ihtimaline karşı paralarını kaçıranlardır. Bu alan “gri”dir. Suistimale çok açıktır.
- Uyuşturucu, akaryakıt, silâh veya kaçakçılığı yapılabilecek herhangi bir meta ile yapılan ticaret sonucu eline kara para geçen insanlar, paraları aklamak için vergi cennetlerini kullanabilmektedir. Yolsuzluk yapan siyasetçiler, terör örgütleri, gizli operasyonlar yapan istihbarat teşkilâtları ve bunlara benzer her türlü gayr-i meşrû işlem bu kapsamda sayılabilir. Bu alan epeyce “kara”dır.
Dünyadaki çeşitli vergi cennetlerinden biri olan Panama’da yerleşik bir avukatlık ve danışmanlık şirketi Mossack Fonseca’ya ait terabyte’larca boyutta ve milyonlarca sayıda belge gazetelere sızdı. Sızan belgelerde pek çok ünlünün ve siyasetçinin adı geçiyor. İsmi geçen siyasetçilerden olan İzlanda Başbakanı istifa etmek zorunda kaldı. Türkiye’den yaklaşık 500 kişinin ismi ve aralarında en büyük şirketlerin de dahil olduğu 11 şirketin bu belgelerde yer aldığı şimdilik açıklandı. Tabiî ki ismi geçen şahıs ve şirketlerin gayr-i meşrû bir iş yaptıkları anlamında gelmeyebileceği bilgisini yukarıda vermiştik.
Ülkemizde maalesef vergi kanunları kötü tasarlanmıştır. Vergi mükelleflerinin hepsine potansiyel vergi kaçakçısı muamelesi yapılıp, alınabilmesi garanti olan bütün vergilere fazlaca yüklenilmektedir. İşçi, memur ve bütün ücretli çalışanların maaşları ellerine ulaşmadan, vergileri, kendileri adına işverenleri tarafından devlete ödenmektedir. Meselâ, her sene gelir vergisi dilimleri çok düşük miktarlarda arttırılırken, enflasyon başını alıp gidebilmektedir. KDV, ÖTV, MTV ve daha bir çok vergi türü burada sayılabilir.
“Büyük para” kazanan mükellefler için devlet, “nasılsa bir yolunu bulup kaçıracak bunlar, iyisi mi almam gereken verginin iki-üç katını isteyeyim, kaçırsa bile zarar etmem” düşüncesiyle vergi istemekte, mükellef de bu vergi yükünden kaçmak için elinden geleni yapmaktadır. Olan, her kaydını nizamî olarak tutan kişilere olur, onlar da bir noktadan sonra isyan edebilir. Ülkede kazanılan para, vergisi verilmeden, vergi cennetlerine aktıkça vatandaşın sırtındaki vergi yükü biraz daha artmakta, bu da bir sonraki dönemde daha çok paranın dışarı kaçmasına sebep olmaktadır. Kısır döngüyü kırmanın yolu, makul oranlara dayanan ve adil bir vergi reformu yapmaktır.
Geçtiğimiz hafta, Cumhurbaşkanı, artan işsizlik rakamları karşısında iş adamlarına bir çağrıda bulunmuş ve “TOBB’un üye sayısı bugün bir buçuk milyonu bulmuş durumda. Buradaki her üye, bir kişi işe alsa bir buçuk milyon işsize iş imkânı sağlamış oluruz” demişti. İlk bakışta anlamlı gelen bu teklif, karşılıksız çeklerin, geri ödenemeyen kredilerin ve iflâs erteleme taleplerinin sayısının katlandığı, kısaca adı konmamış bir ekonomik kriz yaşadığımız bugünlerde, çok makul ve sürdürülebilir görünmemektedir. Hazır ülkeden kaçan paralar sözkonusu olmuşken, bu paraları içerde tutmanın yöntemleri üzerinde durulsa daha iyi olmaz mı?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/offshores-off-shourse-ve-off-shoes_397060
Tarih: 16 Mayıs 2016
Kilis - Silik
Kilis’e, 18 Ocak 2016 tarihinden bu yana, sistematik olmadığı
söylenemeyecek bir biçimde, sınırımızın ötesinde IŞİD kontrolünde
bulunan bir bölgeden roket ve füze saldırıları gerçekleştirilmektedir.
Bu saldırılar karşısında birilerinin eliyle, olmadı diliyle müdahale etmesi beklenirdi. Kalplerden buğz edilip edilmediğini bilemeyiz, ama çatlak testiler teoremi bize çatlak bir testinin içinde ne varsa dışına sızacağını söyler.
Öncelikle devletimizin resmî haber ajansı ve resmî haber kanalları, olayı “füzelerin düştüğü” şeklinde yorumladı. Filhakika, füzeler yerçekimi yüzünden düşüyordu. Düşmesi bir yana, düştüğü yerde patlıyordu üstelik ve “Briketleri” de kırıyordu! Hani “Briketleri” kırmasa… lâfı bile olmazdı yani.
Bu sathi bakış açısı ile bakarsak, ateşli bir silâhla vurulmuş ve ölmüş bir insan için: “7.62 mm çapında ve ilk hızı yaklaşık 800 m/s olan bir metal vücuda saplanmış, ondan öldü” diyebiliriz. Hatta hiç kurşunu da görmeyip, iç organ ve dokuların zedelenmesi sonucu ölüm gerçekleşti hükmüne varabiliriz. Nitekim Diyarbakır Lice’de yaşanan bir heykel krizi hususunda görüşleri sorulan dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala da “Fiber glas maddeyle yapılmış basit bir heykel. Vaveyla koparanlar bu işten beslenenler” demişti.
Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu sadece yandaş kanallardan takip eden vatandaşlar, bir Steven Spielberg filminde olduğunu zannetmiş olabilir; uzaydan düşen gizemli parçalar, nereden ve nasıl geldiği bilinmeyen düşmanlar… Olağan hayatın akışı içerisinde herhangi bir olaymış ve herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde görülebilirmiş gibi davranıldı.
Kilis Vali’miz, bir “level” üstten konuştu: “Süpermen değilim, roketleri havada yakalayamam!” Sosyal medya mecralarında Batman Valisi’nin yardıma gitmesinin gerekli olup olmadığı tartışıldı. Kendisine, Aşık Mahsun-i Şerif’ten mülhem şu dörtlüğü ithaf etmek isterim:
“Süpermen değilem, hemen havalansam
Uçsam da füzelere kafa atsam
Lâkabımdan başka süper nem kaldı,
Yırtık pelerinle bir yaralı süpermen kaldı”
(Mısraların ilk harflerine dikkat edilirse “SULY” kelimesi göze çarpıyor. Süleyman Bey’e bir akrostiş yapmaya çalıştım, ama görünüşe bakılırsa biraz daha çalışmam lâzım)
Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), “HALKIN ROKET MERMİSİ DÜŞMELERİNE KARŞI ALACAĞI TEDBİRLER” başlıklı bir broşür bastırdı. Broşürün başlığı, konunun tabiî bir afet gibi kabul edildiği konusunda fikir vermiyor değil. “Düşme” vurgusu tekrarlanmış, “halkın alacağı tedbirler” denerek, herkes kendini korusa kimsenin ölmeyeceği açıkça belirtilmiştir.
Hava sahamızı 30 saniye bile ihlâl eden uçakları hassasiyetle belirleyip, gerektiğinde düşürebiliyoruz. Ancak aylardır Kilis’e atılan mermilerin tam olarak kim tarafından atıldığını bilmiyoruz. Dahası, bölge insanımızı hava saldırılarına karşı koruyacak bir hava savunma sistemimiz, saldırı sırasında sığınılabilecek güvenli sığınaklarımız da yok.
Geldiğimiz noktada şehre 60’tan fazla mermi düştü ve 20’den fazla can aldı. Bölge nüfusu hızla başka yerlere göç ediyor, şimdiden % 30 göç var. Güvenlik güçlerimiz ise bir şeyler yapılmasını isteyen vatandaşlarımızın muhtemel taşkınlıklarına engel olma hesapları yapıyor. Şehrin interneti kesiliyor, ki seslerinin duyulmaması adına müthiş bir şey! Gazetelere ilân vererek yardım çığlıklarını duyurmaya çalışıyorlar.
Sonuçları itibarıyla başarısızlığı gün yüzüne çıkmaya başlayan dış politikalarımızın mimarlarından olan Başbakan Ahmet Davutoğlu görevini bırakacağını duyurdu. Çılgın bir proje olan “Pelikanal İstanbul” hayata geçirilip kara ile (düzeltiyorum AK ile) bağlantısı kesilmiş bir ada haline getirilmek istendi. Projeyi duyunca çok uçuk bulanlar oldu, ama sonuçta “azl”in elinden hiçbir şey kurtulamazdı. Dursunali Akınet’ın Yolun Sonu Görünüyor adlı türküsünden ilhamla, bir dörtlük de Davutoğlu için yazalım:
“Erdoğan’ın alır kendi
Ne Hoca der, ne efendi
Sayılı günler tükendi,
Davutoğlu azledildi”
Bütün ülke olarak bizi etkileyen ve en çok Kilisli vatandaşlarımızın yaşayarak hissettiği sürecin aktörlerinden biri, İbrahim Özdabak karikatüründe resmedildiği gibi, adeta ilkokuldan kalma hatıralarımızdan çıkan “pelikan” silgisi ile “SİLİK” hale geldi. Kilis ile ne alâkası var diyeceksiniz, ben biraz tersten bakmayı seviyorum: KİLİS – SİLİK!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/kilis-silik_396296
Tarih: 9 Mayıs 2016
Bu saldırılar karşısında birilerinin eliyle, olmadı diliyle müdahale etmesi beklenirdi. Kalplerden buğz edilip edilmediğini bilemeyiz, ama çatlak testiler teoremi bize çatlak bir testinin içinde ne varsa dışına sızacağını söyler.
Öncelikle devletimizin resmî haber ajansı ve resmî haber kanalları, olayı “füzelerin düştüğü” şeklinde yorumladı. Filhakika, füzeler yerçekimi yüzünden düşüyordu. Düşmesi bir yana, düştüğü yerde patlıyordu üstelik ve “Briketleri” de kırıyordu! Hani “Briketleri” kırmasa… lâfı bile olmazdı yani.
Bu sathi bakış açısı ile bakarsak, ateşli bir silâhla vurulmuş ve ölmüş bir insan için: “7.62 mm çapında ve ilk hızı yaklaşık 800 m/s olan bir metal vücuda saplanmış, ondan öldü” diyebiliriz. Hatta hiç kurşunu da görmeyip, iç organ ve dokuların zedelenmesi sonucu ölüm gerçekleşti hükmüne varabiliriz. Nitekim Diyarbakır Lice’de yaşanan bir heykel krizi hususunda görüşleri sorulan dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala da “Fiber glas maddeyle yapılmış basit bir heykel. Vaveyla koparanlar bu işten beslenenler” demişti.
Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu sadece yandaş kanallardan takip eden vatandaşlar, bir Steven Spielberg filminde olduğunu zannetmiş olabilir; uzaydan düşen gizemli parçalar, nereden ve nasıl geldiği bilinmeyen düşmanlar… Olağan hayatın akışı içerisinde herhangi bir olaymış ve herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde görülebilirmiş gibi davranıldı.
Kilis Vali’miz, bir “level” üstten konuştu: “Süpermen değilim, roketleri havada yakalayamam!” Sosyal medya mecralarında Batman Valisi’nin yardıma gitmesinin gerekli olup olmadığı tartışıldı. Kendisine, Aşık Mahsun-i Şerif’ten mülhem şu dörtlüğü ithaf etmek isterim:
“Süpermen değilem, hemen havalansam
Uçsam da füzelere kafa atsam
Lâkabımdan başka süper nem kaldı,
Yırtık pelerinle bir yaralı süpermen kaldı”
(Mısraların ilk harflerine dikkat edilirse “SULY” kelimesi göze çarpıyor. Süleyman Bey’e bir akrostiş yapmaya çalıştım, ama görünüşe bakılırsa biraz daha çalışmam lâzım)
Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), “HALKIN ROKET MERMİSİ DÜŞMELERİNE KARŞI ALACAĞI TEDBİRLER” başlıklı bir broşür bastırdı. Broşürün başlığı, konunun tabiî bir afet gibi kabul edildiği konusunda fikir vermiyor değil. “Düşme” vurgusu tekrarlanmış, “halkın alacağı tedbirler” denerek, herkes kendini korusa kimsenin ölmeyeceği açıkça belirtilmiştir.
Hava sahamızı 30 saniye bile ihlâl eden uçakları hassasiyetle belirleyip, gerektiğinde düşürebiliyoruz. Ancak aylardır Kilis’e atılan mermilerin tam olarak kim tarafından atıldığını bilmiyoruz. Dahası, bölge insanımızı hava saldırılarına karşı koruyacak bir hava savunma sistemimiz, saldırı sırasında sığınılabilecek güvenli sığınaklarımız da yok.
Geldiğimiz noktada şehre 60’tan fazla mermi düştü ve 20’den fazla can aldı. Bölge nüfusu hızla başka yerlere göç ediyor, şimdiden % 30 göç var. Güvenlik güçlerimiz ise bir şeyler yapılmasını isteyen vatandaşlarımızın muhtemel taşkınlıklarına engel olma hesapları yapıyor. Şehrin interneti kesiliyor, ki seslerinin duyulmaması adına müthiş bir şey! Gazetelere ilân vererek yardım çığlıklarını duyurmaya çalışıyorlar.
Sonuçları itibarıyla başarısızlığı gün yüzüne çıkmaya başlayan dış politikalarımızın mimarlarından olan Başbakan Ahmet Davutoğlu görevini bırakacağını duyurdu. Çılgın bir proje olan “Pelikanal İstanbul” hayata geçirilip kara ile (düzeltiyorum AK ile) bağlantısı kesilmiş bir ada haline getirilmek istendi. Projeyi duyunca çok uçuk bulanlar oldu, ama sonuçta “azl”in elinden hiçbir şey kurtulamazdı. Dursunali Akınet’ın Yolun Sonu Görünüyor adlı türküsünden ilhamla, bir dörtlük de Davutoğlu için yazalım:
“Erdoğan’ın alır kendi
Ne Hoca der, ne efendi
Sayılı günler tükendi,
Davutoğlu azledildi”
Bütün ülke olarak bizi etkileyen ve en çok Kilisli vatandaşlarımızın yaşayarak hissettiği sürecin aktörlerinden biri, İbrahim Özdabak karikatüründe resmedildiği gibi, adeta ilkokuldan kalma hatıralarımızdan çıkan “pelikan” silgisi ile “SİLİK” hale geldi. Kilis ile ne alâkası var diyeceksiniz, ben biraz tersten bakmayı seviyorum: KİLİS – SİLİK!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/kilis-silik_396296
Tarih: 9 Mayıs 2016
Mülkün Temeli Olarak “Adale”
Normal bir “mülkte” yani devlette “adalet mülkün temelidir”. Tembeller ülkesinde “atalet mülkün temelidir”, hatta atalet mümkün ki temellidir.
Kanunların güçlü olanlardan yana işlediği ve hatta güçlülerin kendilerine özel kanun çıkarabildiği mülklerde de temel “adale”, yani kas gücüdür.
Yargıtay başkanı, Türkiye’de yargıya olan güvenin yüzde yetmişler seviyesinden yüzde otuzlara düştüğünü açıkladı. Kaybolan güven yanlış ellere geçmesin diye mi düşünüldü bilmiyorum, ismi Adil olan birinin şirketi tarafından yapılan anketle Sabah Gazetesi’ne verildi.
Anayasa Mahkemesi Başkanı, AYM’ye yapılan bireysel başvuruları değerlendirirken, “Hak ihlâli ile sonuçlanan kararlardan yüzde 73’ü adil yargılanma, yüzde 6’sı kişi hak ve hürriyetinin ihlâli, yüzde 3’ü ise ifade özgürlüğüne ilişkin verildi. Dağılım son derece önemlidir. Ülkemizde özellikle yargıya ilişkin yapısal sorunlara işaret etmektedir” dedi.
Hayvanat bahçesi adresini sormak veya patates fiyatlarına isyan etmek, sıradan bir vatandaş tarafından yapıldığında devletin cumhurbaşkanına hakaret suçundan mahkemeye verilme ile sonuçlanabilirken, gücün sahibi olanlar hakkında açılan hakaret dâvâlarında, AİHM kararlarına atıfta bulunularak, konunun düşünce ve ifade özgürlüğü bağlamında mütalâa edilmesi istenebiliyor. Bizde zaten “işi düşünce” özgürlüğü hatırlamak modadır.
Peki adaletten ümidini kesen vatandaş ne yapıyor? Cezayı kendi kesip, imkânları çerçevesinde uygulamaya kalkıyor, ki son derece tehlikeli bir durumdur. Meselâ türlü sapkın fiiller gerçekleştirmiş ve cinayet işlemiş biri, müebbet hapis cezası alsa bile kamu vicdanı soğumuyor, bir şekilde halk vicdanında idama mahkûm edilen kişinin cezası infaz ediliyor. En son, Karaman sapığının mahkemesi jet hızıyla karara bağlandı ve tek bir kişi, sokaktaki vatandaş için astronomik sayılabilecek beşyüz küsur sene ceza aldı. Velâkin, hapiste yatarak geçireceği sürenin 28, bilemedin 32 yıl olacağı konuşuldu. Parodi haber siteleri şimdiden, bu şahsın hapisteyken vurulabileceği imasında bulunarak, cenazesinin gömülemeyeceği alanların belirlendiğine ilişkin haberler girdi.Şiddet ve şiddete bağlı cinayet haberleri çığ gibi arttı. Özellikle aile içi şiddet vak’aları mahkemeleri bezdirdi. Adalet Bakanımız bile “devlet olarak karı-koca arasındaki meselelere karışmamız ne kadar doğru olur?” manasında bir açıklama yaptı. Çocuklara Yönelik İstismarı Araştırma Komisyonu’nda konuşan AKP Milletvekili Hatice Dudu Özkal, (Karaman hadisesi hakkında) “Herkes çocuğuna sahip çıksaydı böyle sapkınlıklar yaşanmazdı” dedi. Haberi okuyunca sapık insanların ebeveynini kastettiğini zannetmiştim. Meğerse mağdur ailelerden bahsediyormuş. Bakan ve milletvekili seviyesindeki bu açıklamalardan anlıyorum ki hükümetimiz, açıkça herkesi, bir haksızlıkla karşılaşırsa, kendi adalet anlayışı çerçevesinde ve mümkün mertebe devleti işe karıştırmadan çözmeye teşvik ediyor!
Ciddî bir okuyucu kitlesi bulunan ekşisözlük platformunda her gün onlarca “rezalet” başlığıyla girilen tanımlarda, herkes başından geçen bir haksızlığı anlatıyor. Sipariş verdiği pizzanın geç gelmesinden tutun, öldürme ile tehdite kadar her seviyede “şikâyet” bu başlıklar altında yazılıyor. Adlî mercilere gitmek yerine neden bu yöntem tercih ediliyor? Çünkü o platformda yazan arkadaşlar biliyorlar ki tüketici olarak haklılığını ispat etmeye çalışmak ve bir sonuç elde etmek çok zor. Yazarımız, kendisini kızdıran firma veya kişiler hakkında açıyor bir “falanca firmanın filanca tarihli rezaleti” başlığı, Allah ne verdiyse giydiriyor. Sözlük yazarları genelde sivri dilli ve akıcı anlatıma sahip insanlar olunca, yazdıkları belki de milyonlarca insana ulaşabiliyor. Böylece firma itibar kaybına uğrayabiliyor. Son kullanıcıya hitap eden bir firma ise satışları doğrudan etkilenebiliyor. Bir çeşit doğrudan cezalandırma sistemi.
Sesini duyurabilmek için sosyal medyanın herhangi bir platformunu tercih etmek iyi, ama bunun denetimini kim, nasıl yapacak? Asılsız bir karalama kampanyası ile karşılaşan firmalar, hakkını nasıl alabilecek? Tüketici problemleri başlı başına bir yazı konusu. Adalet arayışındaki vatandaşlar, hakkını kendi imkânlarıyla muhafaza etmek için süper kahraman güçlerine sahip olmalı ki “Adaletin Şafağı” tecelli etsin. “Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat tevzi olunmuş olur” kaidesince “Adaletin Yeni Şafakları” türer durur. Allah cümlemizi, adaletin muhtemel bütün yeni şafaklarının şerrinden korusun!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/mulkun-temeli-olarak-adale_395492
Tarih: 2 Mayıs 2016
Etiketler:
adale,
adalet,
ekşisözlük,
mülk,
pazarola,
sosyal medya,
temel
Wi-Fi Fetvası
11 Nisan 2016 tarihli bir habere göre, Birleşik Arap Emirlikleri’nin Dubai şehrinde İslâmî İşler ve Hayır Faaliyetleri Başkanlığı, komşunun kablosuz internet bağlantısından izinsiz faydalanmanın caiz olmadığını belirtti.
Bu haberi Sözcü gazetesi “akıl almaz fetva” başlığıyla verdi. “Bir insanın kendisine ait olmayan herhangi bir şeyi, izinsizce kullanmasının caiz olmadığı yönünde verilen hükümde aklın almadığı nedir?” sorusu pekçok kişi gibi benim de kafamı kurcaladı. Bu gazetenin aklının Wi-Fi, IP numarası gibi teknik konuları almadığı belli. Yoksa Yeni Asya gazetesi ile ilgili havuz medyasının uydurduğu ve anında yalanlanıp hakkında suç duyurusunda bulunulan bir haberi ertesi gün yayınlayıp, üstüne de beş defa twitter hesabından tekrarlamazdı.
Komşu komşunun Wi-Fi’sini izinsiz kullanabiliyorsa, Dubai bilişim güvenliği konusunda ya çok ileri ki, herkes birbirinin şifresini kırabiliyor, istediği sisteme girebiliyor… Yahut çok geri ki, kimse şifre koruması kullanmıyor. Memlekette bant genişliği ve altyapı problemi de yok anlaşılan, operatörleri düşünüp “servis sağlayıcıdan da izin almak gerekir” demediklerine göre…
Bizim ülkemizde böyle bir fetva verilse operatörler ortalığı ayağa kaldırır. Çünkü komşunun külüne bile muhtaç olunabileceği gerçeği çerçevesinde 7 komşu birleşip kurbanlık danaya girer gibi, bir adet internet aboneliğini ortak kullanırlar. Bunu bilen ve bu yüzden bütün kullanıcılarına potansiyel “hırsız” gözüyle bakan operatörler de “adil kullanım kotası” ismini verdikleri belli bir boyuttaki dowload sonrası hızını öyle bir kısarlar ki müşterileri internet yolunun kalan kısmına katırlarla devam ederler. Bununla da yetinmezler, dünyanın en pahalı internetini sunma yolunda yarışırlar. En zengin ülkelerden biri olan Lüksemburg’un beş katı kadar internete para veriyoruz meselâ. Bu ülkedeki internet kullanma oranının Avrupa’nın en yükseği olduğunu da söyleyelim. “Sürümden kazanıyorlardır onlar…” derseniz, “siz de ucuzlatın ve bizi süründürmeden, sürümden kazanın” derim.
İnternet kullanımı kişiye özeldir, değilse mutlaka olmalıdır. Siber suçların tavan yaptığı günümüzde bu şahsîlik daha da önem taşıyor. Şöyle düşünelim, adınıza kayıtlı bir internet hattınız var. Komşunuz da ayrı bir abonelik tesis etmek istemediğinden ve masrafları yarıya indirmek maksadıyla size ortak olmak istiyor ve şifrenizi paylaşıyorsunuz. Komşu veya komşularınız ile onların evine gelen misafirlerin mobil internete verecek parası olmayanlar olarak hatırı sayılır sayıda cihaz ve kullanıcı tek bir IP numarasından internete çıkıyor ve bu sizin adınıza kayıtlı! Yani bu hattı kullanan cihazlardan birinden suç teşkil edecek bir işlem yapılsa, savcılık sizin yakanıza yapışır, çık işin içinden çıkabilirsen. “Canım ben komşularımı tanıyorum, öyle insanlar değiller” şeklinde bir yaklaşım da doğru değildir. Komşunuzu tanırsınız, ama cihazını tanıyamazsınız. Sahibi de cihazında kesin olarak virüs, casus yazılım gibi kımıl zararlıları olup olmadığını bilemeyebilir.
Türkiye’de 2005 yılında, ülkede o zamana kadarki en büyük “hack” işlemini yaptığı tesbit edilip FBI, Fas Polisi ve Türk Polisi ortak operasyonuyla sabah 07.00’da Adana’da yakalanan bilgisayar korsanı 116 ülkedeki bilgisayarı hack’lemişti. Gariban annesi, oğlunun hiçbir suçunun olmadığını ve çoğunlukla dışarı bile çıkmadığını söylüyordu ki, doğru kişinini yakalandığını anlamak için bu bile tek başına yeterliydi. O dönemler kumpas, dış mihrak, üst akıl ve paralel gibi mefhumlar olmadığından suçlayacak kimse de yoktu tabiî…
Bana göre en iyi yol, operatörlerin verdikleri internet için cihaz sayısına göre fiyat belirlemesi olacaktır. Tek cihaz kullanan abone ile 20 cihaz kullanan abonenin kullandıkları bant genişlikleri ve internet trafiği aynı değilse aynı ücreti ödemeleri de mantıklı değildir. Suistimal eden aboneler yüzünden ben neden pahalı ve kalitesi düşük internet hizmeti alayım?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/wi-fi-fetvasi_393807
Tarih: 18 Nisan 2016
Kimlik Bunalımı
Kimlik Bunalımı |
Geçen hafta itibarıyla, Türkiye’de yaşayan yaklaşık 50 milyon kişinin kimlik bilgileri internet denen dehşetengiz teknoloji sayesinde ayağımıza geldi.
Yırtılmış, yıpranmış, eskimiş kimliklerimizden okuyamadığımız bilgiler varsa artık hiç dert değil, bir tık ötemizde bulunan bir web sayfasında isim, soyisim veya kimlik numarası ile sorgulayabileceğimiz formatta sergileniyor. 50 milyonluk veriyi evde zor tutuyorduk her halde ki, yayınlayanlar bir de sitem etmişler “aldığımız veri tabanı indekslerini düzeltmek zorunda kaldık” diye.
Hükümet kanadından farklı tepkiler geldi. Bir bakanımız yayınlanan bilgilerin güncel olmadığını söyledi. Devlet nezdindeki temel kimlik bilgilerimizden bazılarının bizim bildiğimizden farklı olabileceği düşüncesi, beni derin endişelere gark etti. Meselâ, ismimiz olarak bildiğimiz kelimelerin yanında nüfus kayıtlarında “gezici,” “paralel”, “Alevî” ve benzeri başka sıfatlar da mı vardı ki?
İçişleri Bakanımız, veri sızması işinin kendi bakanlıkları bünyesinden gerçekleşmediğini, verilerin yerinde durduğunu ve vatandaşın rahat olması gerektiğini söyledi. Bu açıklama sanki yanlış olmuş gibi geldi bana, zira bu açıklama ile rahatlayabilecek tek kişi, veri sızdırmadığından emin olan sayın Ala’dır.
Bugüne kadar en güvenli sistemlerden birine sahip olduğu iddia edilen Apple firması, FBI’ın bir teröriste ait olduğunu öne sürdüğü bir telefonun şifresinin kırılması talebini reddedince konu mahkemeye taşındı. Daha aysonu gelmeden, dâvâya bakan hâkimin afyonu bile patlamadan FBI, ayfonu patlattığını ve Apple firmasından artık işbirliği beklemediklerini duyurdu. Dünyanın en gizli kapaklı işlerinin döndüğü Panama’daki bir hukuk şirketinin 11.5 milyon sayfadan oluşan bilgileri sızdırıldı. Bütün bu gelişmeler çok ciddî bir güvenlik problemi ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Kişisel verilerimiz kullanılarak yapılabilecek işlemleri burada sayıp, “şeytana yol göstermenin” gereği yok. Ancak herhangi bir suistimal olup olmadığını kontrol edebilmek için ipuçlarını sayacağım.
Öncelikle bir e-devlet şifreniz yoksa en yakın PTT şubesine giderek 2 TL karşılığında şifrenizi temin edebilirsiniz. Şifre ile giriş yapıldıktan sonra vatandaşlara elektronik hizmet sunan devlet kuruluşları listesi görülecektir.
Kimlik bilgilerim kullanılarak benden habersiz yapılmış olabilecek işlemleri takip etmek için ben, belli aralıklarla e-devlet sistemine girerek şu bilgileri kontrol ediyorum:
Adalet Bakanlığı – Adlî Sicil Kaydı: Adıma kaydedilmiş herhangi bir sabıka var mı?
Adalet Bakanlığı – Mahkeme Dâvâ Dosyası Sorgulama: Adıma açılmış herhangi bir dâvâ var mı?
Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu – Mobil/Sabit/İnternet/Kablo Tv/Uydu İşletmecilerinden Borç/Alacak Sorgulama ve Ödeme/iade İşlemleri: Açıklama gerektirmiyor, alacak borç durumunu listeliyor. Biri haberim olmadan bir abonelik başlatmış mı, borcum var mı?
Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu – Kayıp/Çalıntı İhbar Sorgulama/İptal: Telefonum ve sim kartım için kayıp/çalıntı ihbarı var mı?
Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu – Mobil Hat Sorgulama: Adıma kayıtlı mobil hatlar ve operatörleri listeleniyor, adıma başka bir hat açılmış mı?
Emniyet Genel Müdürlüğü – Adıma Tescilli Araç Sorgulama: Adıma kayıtlı araçlar listeleniyor. Adıma bir araç tescil edilmiş mi? “Arabam yok, aslında biri tescil etse fena olmazdı sanki…” demeyin, gider bir yerlerde patlatırlarsa, hafazanallah…
Emniyet Genel Müdürlüğü – Sürücü Belgesi ve Şahıslara Yazılan Ceza Sorgulama: Adıma veya sürücü belgeme herhangi bir ceza yazılmış mı?
Emniyet Genel Müdürlüğü – Yurda Giriş/Çıkış Belge Sorgulama: Kendimden habersiz yurt dışına çıkış yaptım mı?
Gelir İdaresi Başkanlığı – Vergi Borcu Sorgulama: Vergi borcum var mı? “Adıma şirket kurup beni borçlandımışlar mı” kontrolü…
Karayolları Genel Müdürlüğü – OGS İhlâl Bilgileri Sorgulama: Adıma kayıtlı OGS ihlâli var mı?
Nüfus Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü – NVİ Adres Bilgilerim: İkamet ettiğim adres bilgisi değişmiş mi?
PTT – Hızlı Geçiş Sistemi (HGS) İhlâlli Geçiş Bilgileri Sorgulama: Adıma kayıtlı HGS ihlâli var mı?
Sağlık Bakanlığı – e-Nabız Kişisel Sağlık Sistemi: Hastane ziyaretlerim, tahlillerim, reçetelerim, raporlarım gibi sağlık bilgilerimde herhangi bir anormal kayıt var mı?
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü – Tapu Bilgileri Sorgulama: Adıma kayıtlı bir tapu var mı?
Yargıtay – Siyasî Parti Üyeliği Sorgulama: Bu sorgu, bugünlerde daha fazla önem taşımaya başladı. Terörle ilgili ısmarlanan yasalar çıktığında önemi anlaşılacak gibi.
***
Zaman zaman ülke meseleleri ile ilgili olarak görüşlerini serdeden herhangi bir bürokrat, akademisyen veya iş adamı için “ya sen kimsin?”, “önce cübbeni/baretini/önlüğünü çıkar…”, “tanıyamadım, bir de cübbesiz görürsem belki… yok yine çıkaramadım” gibi tepkilerle karşılaşabiliyordu ülkemizde. Kavga eden vatandaşlarımız bile birbirine “kimsin?”, “asıl sen kimsin?” gibi tanışma soruları sorup sonrasında çarpışıyordu. Artık rahatlıkla söyleyebiliriz ki sormaya gerek kalmadı.
Tam da çipli kimlik kartlarına geçiş yapacağımız ve belli konularda NASA’yı bile geride bugünlerde, kimlik bilgilerimizin ifşası manidardır. Kimsenin şüphesi olmasın, 2023’e iki mars bir düz hedefiyle adım adım yaklaşıyoruz. Lozan’ın gizli maddeleri strotosferi geçmemize izin vermiyordu. Stratejik yükseklikle inşallah kimse bizi tutamayacak…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/kimlik-bunalimi_392935
Tarih: 11 Nisan 2016
4G ve AR-GE
1 Nisan 2016 itibarıyla 4G teknolojisinden biraz hallice olanına, 4.5G’ye geçiş yaptık.
Malum, geçen sene 4G ihalesi yapılmazdan hemen önce, memleketin enva-i çeşit dertleriyle muzdarip ve bütün fenlerde ihtisas sahibi haşmetli devletlülerimiz, iki sene daha 3G ile idare edip 5G’ye geçmenin daha uygun olacağını, aksi takdirde Türkiye’nin adeta 4G’li çöplük haline geleceğini söylediler.
Bu açıklamanın üzerine ihale ertelendi ve bir kaç ay sonra yapıldı. 5G için erken olduğu kesindi ama 4G’yi de aşmak gerekiyordu. “4G alalım ama biraz da suyundan koyun” denilerek adı hala tartışılan 4.5G ihalesi yapıldı. Neticede “4.5’tan 5” notlar almaya alışan vatandaş, bunu da yuvarlayacaktı.
Ülkemizde mobil teknolojilerin asli misyonu iletişim ihtiyacını karşılamak olmamıştır. Sinyalleri havada serbestçe dolaşan bu cihazları, sahipleri de etrafa “hava” atmak için kullanagelmiştir. 90’lı yıllarda cep telefonu taşımak pahalı bir işti. Tek satır ekranı olan, SMS gönderemeyen ama gönderilmiş SMS’lerden sadece sonuncusunu hafızasında tutabilen ve mesajın kimden geldiğini bile gösteremeyen, şarjı bittiğinde, pili telefondan çıkarılıp ayrı bir istasyona takılarak şarj edilebilen, kesintisiz erişim sağlamak için yedek batarya, şarj ünitesi ve onun devasa adaptörünü taşımak için orta halli bir sırt çantasının gerektiği cihazların satış fiyatı neydi biliyor musunuz? Tam 1500 dolar! Aksesuarları hariç tabii… Konuşma ücretlerinin yüksekliğinden hiç bahsetmiyorum bile.
Cihazların çeşitlendiği, özelliklerin arttığı ve nisbeten fiyatlarının düştüğü 2000’li yılların başında da cihazların boyutları hava atma vesilesine dönüştü. Telefon ne kadar küçükse, o kadar fiyakalı sayılıyordu. Sanayide çalışan, asgari ücretle maaş alan insanlarımız bile bu yarışta geri kalmak istemeyebiliyordu. Sanayide çalışan adamın eli ve parmakları haliyle büyük olur, bu evsafta bir tanıdığım, -ki ismini burada söyleyip kendisini rencide etmek istemiyorum- o dönemin en küçük ve pahalı telefonunu almış fakat tuşlarına basabilmek için bir tükenmez kalem kullanmak zorunda kalmıştı.
Telefonların akıllanması ile birlikte ekranlar büyüdü ve fiyatlar yine yükseldi, ikinci el bir araba fiyatlarına ulaştı. Melodi olarak istediğimiz sesi ve müziği kullanabiliyorduk ki “hava atmak” için iyi bir fırsattı bu. Öyle ki camilerde “Rab” ile bağlantı kurmaya çalışan mü’minler aniden çalan bir “rap” müziği parçasıyla irkilebiliyor ve bağlantılarını kaybediyordu. Daha da ilginci, cep telefonunun sesini açık unutan ve cemaate rap müzik dinleten genç bir kardeş olsa da, hemen yanındaki 70 yaşındaki sakallı amcaların da kendi telefonları çalmış olabilirmiş gibi kontrol etmesidir. “Amcam bu melodi senin telefonundan çıkmış olabilir mi?” diye sormak istemişimdir hep.
Cep telefonlarının bir sosyal statü göstergesi olarak kullanımı hala önceliğini koruyor. Telefon alınırken ihtiyaçlarla örtüşmesi aranmıyor maalesef. Son 15 yılda 20 milyar dolar civarında ithal telefonlara para ödemiş olmamız düşündürücüdür. Sahip olunan akıllı telefon sayısı ile mobil internet kullanım oranları arasında uçurum vardır: Akıllı telefon kullananların neredeyse yarısına yakını, anlamlı sayılabilecek miktarda (aylık 250 mb ve üzeri) mobil internet kullanmıyor. Bedava Wi-Fi bulunca nasıl davrandıklarına ilişkin bir veri bulamadım tabi!
Cep telefonlarının sosyal statü göstergesi olma ve anlık iletişim sağlama haricinde bir de interneti kullanarak veriye ulaşma fonksiyonu vardır. Bu anlamda şimdiki nesil çok şanslı sayılır. Benim de içinde bulunduğum “gölgelerin gücü adına” güce sahip olan nesil yerine “google’lerin gücü adına, bilgi bende artık” diyebiliyor. Biz “yağ satarım, bal satarım…” oyunu oynarken, şimdiki çocuklar nerdeyse “web tasarım, web tasarım… ” oyunu oynayacaklar. Eskiden çocuklar ip atlama ile uğraşırken şimdikiler IP NAT’lama ile uğraşabiliyorlar.
Mobil teknolojilerdeki G’ler arttıkça inşallah AR-GE’ler de artacaktır. 5G teknolojileri ile birlikte “nesnelerin interneti” kavramının çok daha fazla hayatımıza gireceği söyleniyor. Nesnelerin internet bağlantılarını kullanabilen ve akıllı bir hale gelmesi çok heyecan verici. Düşünsenize, saatiniz gereğinden fazla akıllı, soruyorsunuz “saat kaç” diye, o da size “biri çeyrek geçiyor ama kim olduğunu söylemem…” diyor. Ya da şöyle bir diyalog da olabilir:
“Saat onu geçti mi?”
“Hep onu mu düşünüyorsun?”
“Ne sulu şeymişsin sen öyle?”
“11 sularında böyle oluyorum abi.”
“Tamam, anladım uzatma…”
Yeni geçtiğimiz G sistemini tam olarak kullanabilmek için baz istasyonlarının fiber bağlantılara sahip olması, telefonlarımızın bu teknolojiyi desteklemesi ve sim kartlarımızın da buna uyumlu olması gerekiyor. Eskiden adı sadece Ulaştırma olan ve şimdiki adını ezberleyemediğim bakanlıktan bakan düzeyinde gelen açıklamada 2023 yılında % 90 civarlarında bir kapsama olabileceği söylendi. Yani altyapı olarak çok hazır değiliz. 3G’nin iç acılarının kaç derece olduğunu toplayamamışken 4G’ye geçtik. Tabi GSM operatörleri bu gerekli altyapı çalışmalarının maliyetini vatandaştan çıkaracaklar gibi. Bütün haber siteleri bu “aşırı hızlı” yeni interneti kullanan vatandaşların kotalarını aşma tehlikesi olduğuna ilişkin haberler geçti. Bunun kasıtlı yapıldığını ve bilinç altına ek paket alınması gerektiğinin yerleştirildiğini düşünüyorum. Benim internetim istediği kadar hızlansın, web sunucuları bant genişliklerini artırmadıkları sürece neredeyse aynı hızda trafik akacaktır. Mobilden internet kullanım alışkanlığımda hiçbir değişiklik yapmazsam, ek herhangi bir paket almak durumunda kalmam yani. Tabi durmadan hız testi yapan arkadaşları da uyarmak gerekir: her bir hız testi 100 mb civarında bir download yapıyor, haberiniz olsun!
1 Nisan günü ilk saatlerde ben de merakla telefonumun mobil internetini kontrol ettim. Ekranda acaba ne yazacaktı 4G, LTE, 4.5G? Belki de GSM operatörüm yandaşlığı abartacak ve RTE yazacaktı, kimbilir… Yarım saat kadar beklememe rağmen telefonum “H+” gösteriyordu, sabah işe giderken 4G yazdığını görebildim. Son olarak operatörüm bana “genç adamsın, cebinde bulunsun” diyerek ben istemediğim halde 10 GB’lık ve bir sefere mahsus bir 4G tanışma paketi yükledi. Eroine alıştırır gibi verdiklerinden midir bilmiyorum, kortkum ve kullanmayı düşünmüyorum. “Mevcut internet paketim yeter mi?” diyerek operatörlerin tuzağına düşmeyin derim.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/4g-ve-ar-ge_392095
Tarih: 4 Nisan 2016
Malum, geçen sene 4G ihalesi yapılmazdan hemen önce, memleketin enva-i çeşit dertleriyle muzdarip ve bütün fenlerde ihtisas sahibi haşmetli devletlülerimiz, iki sene daha 3G ile idare edip 5G’ye geçmenin daha uygun olacağını, aksi takdirde Türkiye’nin adeta 4G’li çöplük haline geleceğini söylediler.
Bu açıklamanın üzerine ihale ertelendi ve bir kaç ay sonra yapıldı. 5G için erken olduğu kesindi ama 4G’yi de aşmak gerekiyordu. “4G alalım ama biraz da suyundan koyun” denilerek adı hala tartışılan 4.5G ihalesi yapıldı. Neticede “4.5’tan 5” notlar almaya alışan vatandaş, bunu da yuvarlayacaktı.
Ülkemizde mobil teknolojilerin asli misyonu iletişim ihtiyacını karşılamak olmamıştır. Sinyalleri havada serbestçe dolaşan bu cihazları, sahipleri de etrafa “hava” atmak için kullanagelmiştir. 90’lı yıllarda cep telefonu taşımak pahalı bir işti. Tek satır ekranı olan, SMS gönderemeyen ama gönderilmiş SMS’lerden sadece sonuncusunu hafızasında tutabilen ve mesajın kimden geldiğini bile gösteremeyen, şarjı bittiğinde, pili telefondan çıkarılıp ayrı bir istasyona takılarak şarj edilebilen, kesintisiz erişim sağlamak için yedek batarya, şarj ünitesi ve onun devasa adaptörünü taşımak için orta halli bir sırt çantasının gerektiği cihazların satış fiyatı neydi biliyor musunuz? Tam 1500 dolar! Aksesuarları hariç tabii… Konuşma ücretlerinin yüksekliğinden hiç bahsetmiyorum bile.
Cihazların çeşitlendiği, özelliklerin arttığı ve nisbeten fiyatlarının düştüğü 2000’li yılların başında da cihazların boyutları hava atma vesilesine dönüştü. Telefon ne kadar küçükse, o kadar fiyakalı sayılıyordu. Sanayide çalışan, asgari ücretle maaş alan insanlarımız bile bu yarışta geri kalmak istemeyebiliyordu. Sanayide çalışan adamın eli ve parmakları haliyle büyük olur, bu evsafta bir tanıdığım, -ki ismini burada söyleyip kendisini rencide etmek istemiyorum- o dönemin en küçük ve pahalı telefonunu almış fakat tuşlarına basabilmek için bir tükenmez kalem kullanmak zorunda kalmıştı.
Telefonların akıllanması ile birlikte ekranlar büyüdü ve fiyatlar yine yükseldi, ikinci el bir araba fiyatlarına ulaştı. Melodi olarak istediğimiz sesi ve müziği kullanabiliyorduk ki “hava atmak” için iyi bir fırsattı bu. Öyle ki camilerde “Rab” ile bağlantı kurmaya çalışan mü’minler aniden çalan bir “rap” müziği parçasıyla irkilebiliyor ve bağlantılarını kaybediyordu. Daha da ilginci, cep telefonunun sesini açık unutan ve cemaate rap müzik dinleten genç bir kardeş olsa da, hemen yanındaki 70 yaşındaki sakallı amcaların da kendi telefonları çalmış olabilirmiş gibi kontrol etmesidir. “Amcam bu melodi senin telefonundan çıkmış olabilir mi?” diye sormak istemişimdir hep.
Cep telefonlarının bir sosyal statü göstergesi olarak kullanımı hala önceliğini koruyor. Telefon alınırken ihtiyaçlarla örtüşmesi aranmıyor maalesef. Son 15 yılda 20 milyar dolar civarında ithal telefonlara para ödemiş olmamız düşündürücüdür. Sahip olunan akıllı telefon sayısı ile mobil internet kullanım oranları arasında uçurum vardır: Akıllı telefon kullananların neredeyse yarısına yakını, anlamlı sayılabilecek miktarda (aylık 250 mb ve üzeri) mobil internet kullanmıyor. Bedava Wi-Fi bulunca nasıl davrandıklarına ilişkin bir veri bulamadım tabi!
Cep telefonlarının sosyal statü göstergesi olma ve anlık iletişim sağlama haricinde bir de interneti kullanarak veriye ulaşma fonksiyonu vardır. Bu anlamda şimdiki nesil çok şanslı sayılır. Benim de içinde bulunduğum “gölgelerin gücü adına” güce sahip olan nesil yerine “google’lerin gücü adına, bilgi bende artık” diyebiliyor. Biz “yağ satarım, bal satarım…” oyunu oynarken, şimdiki çocuklar nerdeyse “web tasarım, web tasarım… ” oyunu oynayacaklar. Eskiden çocuklar ip atlama ile uğraşırken şimdikiler IP NAT’lama ile uğraşabiliyorlar.
Mobil teknolojilerdeki G’ler arttıkça inşallah AR-GE’ler de artacaktır. 5G teknolojileri ile birlikte “nesnelerin interneti” kavramının çok daha fazla hayatımıza gireceği söyleniyor. Nesnelerin internet bağlantılarını kullanabilen ve akıllı bir hale gelmesi çok heyecan verici. Düşünsenize, saatiniz gereğinden fazla akıllı, soruyorsunuz “saat kaç” diye, o da size “biri çeyrek geçiyor ama kim olduğunu söylemem…” diyor. Ya da şöyle bir diyalog da olabilir:
“Saat onu geçti mi?”
“Hep onu mu düşünüyorsun?”
“Ne sulu şeymişsin sen öyle?”
“11 sularında böyle oluyorum abi.”
“Tamam, anladım uzatma…”
Yeni geçtiğimiz G sistemini tam olarak kullanabilmek için baz istasyonlarının fiber bağlantılara sahip olması, telefonlarımızın bu teknolojiyi desteklemesi ve sim kartlarımızın da buna uyumlu olması gerekiyor. Eskiden adı sadece Ulaştırma olan ve şimdiki adını ezberleyemediğim bakanlıktan bakan düzeyinde gelen açıklamada 2023 yılında % 90 civarlarında bir kapsama olabileceği söylendi. Yani altyapı olarak çok hazır değiliz. 3G’nin iç acılarının kaç derece olduğunu toplayamamışken 4G’ye geçtik. Tabi GSM operatörleri bu gerekli altyapı çalışmalarının maliyetini vatandaştan çıkaracaklar gibi. Bütün haber siteleri bu “aşırı hızlı” yeni interneti kullanan vatandaşların kotalarını aşma tehlikesi olduğuna ilişkin haberler geçti. Bunun kasıtlı yapıldığını ve bilinç altına ek paket alınması gerektiğinin yerleştirildiğini düşünüyorum. Benim internetim istediği kadar hızlansın, web sunucuları bant genişliklerini artırmadıkları sürece neredeyse aynı hızda trafik akacaktır. Mobilden internet kullanım alışkanlığımda hiçbir değişiklik yapmazsam, ek herhangi bir paket almak durumunda kalmam yani. Tabi durmadan hız testi yapan arkadaşları da uyarmak gerekir: her bir hız testi 100 mb civarında bir download yapıyor, haberiniz olsun!
1 Nisan günü ilk saatlerde ben de merakla telefonumun mobil internetini kontrol ettim. Ekranda acaba ne yazacaktı 4G, LTE, 4.5G? Belki de GSM operatörüm yandaşlığı abartacak ve RTE yazacaktı, kimbilir… Yarım saat kadar beklememe rağmen telefonum “H+” gösteriyordu, sabah işe giderken 4G yazdığını görebildim. Son olarak operatörüm bana “genç adamsın, cebinde bulunsun” diyerek ben istemediğim halde 10 GB’lık ve bir sefere mahsus bir 4G tanışma paketi yükledi. Eroine alıştırır gibi verdiklerinden midir bilmiyorum, kortkum ve kullanmayı düşünmüyorum. “Mevcut internet paketim yeter mi?” diyerek operatörlerin tuzağına düşmeyin derim.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/4g-ve-ar-ge_392095
Tarih: 4 Nisan 2016
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Öne Çıkan Yayın
Şair Tüikî
Bu haftaki misafirimiz, şiirlerindeki serbest ölçüsü ile meşhur olmuş Şair Tüikî... Her ayın 3. günü yayınladığı şiirler toplumun bütün ke...