“İş ehli olmayana tevdi edildiği zaman, kıyameti bekle” mealinde bir hadis-i şerif vardır.
Bu hadisi iki yönden yorumlamak mümkündür; işlerin ehline
verilmemesini bir kıyamet alâmeti olarak anlamak, bir de bir iş ehline
verilmezse o işin kıyametinin yaklaştığına hükmetmek.
Ülkemizde işi ehline vermek konusu yanlış anlaşılmıştır maalesef, iş
vermek konumunda olanlar, işin ehli yerine kendi “ehl”ini seçerek ona
verirler. İktidarda olanların çalışmak için kendilerine yakın kişileri
ve kurumları (hak etmiyor olsalar bile) “ille de bizden olsun, ister
çamurdan olsun” hesabını seçtiklerini herkes bilir. Hatta ilginçtir,
bunu “yakınlarını korumayı” emreden âyetler mucibince yaptıklarını
söyleyip katmerli cürüm işleyenlere bile rastlanmıştır.
Haşmetli devletlüler için küçük, sıradan vatandaş için büyük
sayılacak küçük kadrolara memur alımı KPSS sınavı ile yapılmaktadır.
Ancak gelir getirisi ve prestiji yüksek kadrolara eleman alımında farklı
yöntemler kullanıldığı görülebiliyor. En çok görüleni, alınması
planlanan kişilerin özelliklerini, yapılacak işle ilgisi olmasa bile
başvuru şartları arasında saymak! Meselâ TÜBİTAK’ta atom araştırmaları
üzerine yazılım geliştirecek, Çince veya Urduca bilen bir bilgisayar
mühendisi ilânı görürsem şaşırmıyorum ve istenen diğer özellikleri
taşısam bile başvurmuyorum. Almak istedikleri kişi belli ki vakt-i
zamanında, hangi maslahata binaen olduğunu bilmediğim şekilde,
belirtilen dillerin kursuna gitmiş ve sertifikasını almış diyorum. KPSS
sınavının yapıldığı bugünlerde, bazı kurumların KPSS şartını kaldırmış
olduklarını duymak üzüntü verici oldu.
Türkiye’de her kurum böyle mi? Özel yetkinlikleri ve kişisel
özellikleri, insaflı ve adaletli bir şekilde değerlendiren ve ona göre
insanlara davranan bir yer hiç mi yok? Tabiî ki var: TSK! Zorunlu
askerlik görevi vesilesiyle toplumun her kesiminden insan, hayatının
belli bir döneminde buraya uğrar. Atom mühendisinden filoloğuna, bale ve
opera sanatçısından muhallebicisine çok geniş bir yelpazede insan
kaynağından söz ediyoruz. Herkese yetkinliğine uygun bir iş bulmak gibi
bir imkânı olmasa da komutanlarımız, her işi yapabilecek en uzman kişiyi
seçmeye azamî gayret sarf ediyorlar. Meselâ bir piyano mu taşınacak,
bakıyorsunuz kolluk çavuşu koşa koşa gelip konservatuvar mezunu iki
kişiyi alıp gidiyor!
Benim askerlik yaptığım yerde, bir gün bir uzman çavuşumuz acilen bir
ziraat mühendisi arayışına girdi. Küçük bir alaydık, aramızda fazla
meslek çeşitliliği yoktu ve yapılacak iş hakkında detay da verilmemişti.
İçimizde Ziraat Fakültesi mezunu bir arkadaş bulduk ve kendisi ile
helâlleşip gönderdik. Bahçe hayvanları konusunda uzmanlığı olduğunu
söylese de, Nizamiye Karakolu’nda bulunan çiçeklerin yapraklarının
tozlarını almak için olabilecek en uzman kişi oydu. Sivildeki işi
yatırım analistliği olan, dünyanın herhangi bir köşesindeki herhangi bir
ülkede, en iyi yatırımın nasıl yapılabileceğini bilen, adım atmadığı
bir ülke kalmamış, bir yıllık kazancı ile askerlik yaptığı süre boyunca o
alaydaki uzman çavuş ve astsubayların tamamının maaşını ödeyebilecek
bir arkadaşımız vardı. Çok şanslıydı ki uzmanlık alanına göre
değerlendirildi ve kantinci oldu.
Bir gece apar topar koğuşumdan nöbetçi erler eşliğinde alındım.
Nöbetçi astsubay, nöbetçi subay derken, alay komutanının isteği üzerine
gittiğimi anladım, ama kimse niçin çağrıldığımı bilmiyordu. En son beni
subay gazinosunun kapısında alıp içeriye götürecek olan komutan,
“ilahiyatçı çavuş sensin demek” dedi. (Ben tabiî ki, şaşırdım; zira
çavuştum evet, ama ilahiyatçı değildim. Muhtemelen dini bir vecibe için
çağırmış olmalıydılar, ilahiyatçı aradıklarına göre… Gecenin o saatinde
hangi dinî vecibe lâzım olmuştu acaba ve daha da önemlisi, ben
yapabilecek miydim?) İlahiyat değil mühendislik fakültesi mezunu
olduğumu söyledim. “Olsun” dedi ve Arapça biliyor olmanın yeterli
olacağını ekledi komutan. (Namazlarını kılan, Kur’ân okuyan ve Arapça
bilen kişileri kodlama biçimi olarak “ilahiyatçı çavuş” ilginç gelmişti
bana) İçeriye girdiğimde benden beklenen şeyin, duvarda asılı olan bir
resmin altında yazan bir yazıyı okumak olduğunu söylediler. Bütün
yetkinlikleri etkili kullanmak diye buna derim işte, ama yazıyı da
okuyamadım iyi mi? Elle yazılmış, resim kopyalanınca da iyice
silikleşmiş bir yazıydı!
***
Özel şirketlerde de durum çok iç açıcı değil. Kurumsal denebilecek
şirketlerde bile yönetici konumdaki bazı insanlar, kendi makamını
elinden alması riskine binaen bir altlarındaki konuma, orayı hak eden
birilerini yerleştirmezler. “Düşük profil”, her daim yönlendirilebilecek
ve asla kendisine rakip olamayacak bulunmaz bir nimettir. Gözü kapalı
her söyleneni “yıldırım hızıyla” harfiyyen uygulayacak ve inisiyatif
kullanmayacak bir modern köle isteniyor çoğunlukla.
Bu zihniyetle devam ettiğimiz sürece, elin oğlu sanayi devrimi
(sanayi 4.0) konuşurken, biz hâlâ Saray’ın devrimini konuşur dururuz!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/isi-ehline-vermek_397868
Tarih: 23 Mayıs 2016
Bu Blogda Ara
Arşiv
Offshores, Off Shourse ve Off Shoes
Vergilerin hiç olmadığı veya yok denecek kadar az olduğu bölge ve ülkelere vergi cenneti (offshore) denir.
Vergi cennetlerinin 3 tane belirgin özelliği vardır:
Dünyadaki çeşitli vergi cennetlerinden biri olan Panama’da yerleşik bir avukatlık ve danışmanlık şirketi Mossack Fonseca’ya ait terabyte’larca boyutta ve milyonlarca sayıda belge gazetelere sızdı. Sızan belgelerde pek çok ünlünün ve siyasetçinin adı geçiyor. İsmi geçen siyasetçilerden olan İzlanda Başbakanı istifa etmek zorunda kaldı. Türkiye’den yaklaşık 500 kişinin ismi ve aralarında en büyük şirketlerin de dahil olduğu 11 şirketin bu belgelerde yer aldığı şimdilik açıklandı. Tabiî ki ismi geçen şahıs ve şirketlerin gayr-i meşrû bir iş yaptıkları anlamında gelmeyebileceği bilgisini yukarıda vermiştik.
Ülkemizde maalesef vergi kanunları kötü tasarlanmıştır. Vergi mükelleflerinin hepsine potansiyel vergi kaçakçısı muamelesi yapılıp, alınabilmesi garanti olan bütün vergilere fazlaca yüklenilmektedir. İşçi, memur ve bütün ücretli çalışanların maaşları ellerine ulaşmadan, vergileri, kendileri adına işverenleri tarafından devlete ödenmektedir. Meselâ, her sene gelir vergisi dilimleri çok düşük miktarlarda arttırılırken, enflasyon başını alıp gidebilmektedir. KDV, ÖTV, MTV ve daha bir çok vergi türü burada sayılabilir.
“Büyük para” kazanan mükellefler için devlet, “nasılsa bir yolunu bulup kaçıracak bunlar, iyisi mi almam gereken verginin iki-üç katını isteyeyim, kaçırsa bile zarar etmem” düşüncesiyle vergi istemekte, mükellef de bu vergi yükünden kaçmak için elinden geleni yapmaktadır. Olan, her kaydını nizamî olarak tutan kişilere olur, onlar da bir noktadan sonra isyan edebilir. Ülkede kazanılan para, vergisi verilmeden, vergi cennetlerine aktıkça vatandaşın sırtındaki vergi yükü biraz daha artmakta, bu da bir sonraki dönemde daha çok paranın dışarı kaçmasına sebep olmaktadır. Kısır döngüyü kırmanın yolu, makul oranlara dayanan ve adil bir vergi reformu yapmaktır.
Geçtiğimiz hafta, Cumhurbaşkanı, artan işsizlik rakamları karşısında iş adamlarına bir çağrıda bulunmuş ve “TOBB’un üye sayısı bugün bir buçuk milyonu bulmuş durumda. Buradaki her üye, bir kişi işe alsa bir buçuk milyon işsize iş imkânı sağlamış oluruz” demişti. İlk bakışta anlamlı gelen bu teklif, karşılıksız çeklerin, geri ödenemeyen kredilerin ve iflâs erteleme taleplerinin sayısının katlandığı, kısaca adı konmamış bir ekonomik kriz yaşadığımız bugünlerde, çok makul ve sürdürülebilir görünmemektedir. Hazır ülkeden kaçan paralar sözkonusu olmuşken, bu paraları içerde tutmanın yöntemleri üzerinde durulsa daha iyi olmaz mı?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/offshores-off-shourse-ve-off-shoes_397060
Tarih: 16 Mayıs 2016
Vergi cennetlerinin 3 tane belirgin özelliği vardır:
- Vergi olmaması, denetim olmadığı anlamına gelir. (Bazı ülkelerde yıllık olarak ödenen sabit ve cüz’i bir vergi vardır.)
- Ülke dışı kişi ve kurumlarla herhangi bir bilgi paylaşılmaz. Müşteri isimleri ve malvarlıkları hakkında açıklama yapılmaz.
- Firmaların çoğu hayalîdir, kâğıt üstündedir.
- Vergi oranlarının sıfıra yakın oluşu, bürokratik işlemlerin azlığı ve basitliği, ucuz işgücü gibi sebeplerle bazı yatırımcılar, işletme kârını arttırmak için çağrı merkezi veya danışmanlık hizmetleri gibi bazı birimlerini vergi cennetlerinde konumlandırabilirler. Kanunî ve meşrû işler yapıp, bazı avantajlarından dolayı vergi cennetlerini kullanırlar. Dünya çapında bilinen büyük firmalar da bu yöntemle yatırımlar yapabilmektedir. Bunlar, “namusuyla” ülkesinden vergi kaçırmaktadır, “beyaz” alan diyebiliriz.
- Herhangi bir kriz ânında elinde avucunda ne varsa kaptırma riski olan kişiler, vergi cennetlerine paralarını transfer ederek ortadan kaybederler. Bir nev’î sigortaya alırlar. Kimler meselâ? Ülkesinde siyasî olarak muhalif olan ve hükümetin türlü yalan-yanlış bahaneyle malvarlığına el koyması riski bulunan iş adamları… Özellikle hukuk sisteminin iyi çalışmadığı veya totaliter rejimlerde bu risk fazladır. İflâs erteleme talebinde bulunan ve icra durumunda elindeki herşeyi kaptırmak istemeyen iş adamları da paralarını bu yolla kaçırabilmektedir. Bir diğer örnek de ortağından veya eşinden ayrılma sürecinde, tazminat ödeme ihtimaline karşı paralarını kaçıranlardır. Bu alan “gri”dir. Suistimale çok açıktır.
- Uyuşturucu, akaryakıt, silâh veya kaçakçılığı yapılabilecek herhangi bir meta ile yapılan ticaret sonucu eline kara para geçen insanlar, paraları aklamak için vergi cennetlerini kullanabilmektedir. Yolsuzluk yapan siyasetçiler, terör örgütleri, gizli operasyonlar yapan istihbarat teşkilâtları ve bunlara benzer her türlü gayr-i meşrû işlem bu kapsamda sayılabilir. Bu alan epeyce “kara”dır.
Dünyadaki çeşitli vergi cennetlerinden biri olan Panama’da yerleşik bir avukatlık ve danışmanlık şirketi Mossack Fonseca’ya ait terabyte’larca boyutta ve milyonlarca sayıda belge gazetelere sızdı. Sızan belgelerde pek çok ünlünün ve siyasetçinin adı geçiyor. İsmi geçen siyasetçilerden olan İzlanda Başbakanı istifa etmek zorunda kaldı. Türkiye’den yaklaşık 500 kişinin ismi ve aralarında en büyük şirketlerin de dahil olduğu 11 şirketin bu belgelerde yer aldığı şimdilik açıklandı. Tabiî ki ismi geçen şahıs ve şirketlerin gayr-i meşrû bir iş yaptıkları anlamında gelmeyebileceği bilgisini yukarıda vermiştik.
Ülkemizde maalesef vergi kanunları kötü tasarlanmıştır. Vergi mükelleflerinin hepsine potansiyel vergi kaçakçısı muamelesi yapılıp, alınabilmesi garanti olan bütün vergilere fazlaca yüklenilmektedir. İşçi, memur ve bütün ücretli çalışanların maaşları ellerine ulaşmadan, vergileri, kendileri adına işverenleri tarafından devlete ödenmektedir. Meselâ, her sene gelir vergisi dilimleri çok düşük miktarlarda arttırılırken, enflasyon başını alıp gidebilmektedir. KDV, ÖTV, MTV ve daha bir çok vergi türü burada sayılabilir.
“Büyük para” kazanan mükellefler için devlet, “nasılsa bir yolunu bulup kaçıracak bunlar, iyisi mi almam gereken verginin iki-üç katını isteyeyim, kaçırsa bile zarar etmem” düşüncesiyle vergi istemekte, mükellef de bu vergi yükünden kaçmak için elinden geleni yapmaktadır. Olan, her kaydını nizamî olarak tutan kişilere olur, onlar da bir noktadan sonra isyan edebilir. Ülkede kazanılan para, vergisi verilmeden, vergi cennetlerine aktıkça vatandaşın sırtındaki vergi yükü biraz daha artmakta, bu da bir sonraki dönemde daha çok paranın dışarı kaçmasına sebep olmaktadır. Kısır döngüyü kırmanın yolu, makul oranlara dayanan ve adil bir vergi reformu yapmaktır.
Geçtiğimiz hafta, Cumhurbaşkanı, artan işsizlik rakamları karşısında iş adamlarına bir çağrıda bulunmuş ve “TOBB’un üye sayısı bugün bir buçuk milyonu bulmuş durumda. Buradaki her üye, bir kişi işe alsa bir buçuk milyon işsize iş imkânı sağlamış oluruz” demişti. İlk bakışta anlamlı gelen bu teklif, karşılıksız çeklerin, geri ödenemeyen kredilerin ve iflâs erteleme taleplerinin sayısının katlandığı, kısaca adı konmamış bir ekonomik kriz yaşadığımız bugünlerde, çok makul ve sürdürülebilir görünmemektedir. Hazır ülkeden kaçan paralar sözkonusu olmuşken, bu paraları içerde tutmanın yöntemleri üzerinde durulsa daha iyi olmaz mı?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/offshores-off-shourse-ve-off-shoes_397060
Tarih: 16 Mayıs 2016
Kilis - Silik
Kilis’e, 18 Ocak 2016 tarihinden bu yana, sistematik olmadığı
söylenemeyecek bir biçimde, sınırımızın ötesinde IŞİD kontrolünde
bulunan bir bölgeden roket ve füze saldırıları gerçekleştirilmektedir.
Bu saldırılar karşısında birilerinin eliyle, olmadı diliyle müdahale etmesi beklenirdi. Kalplerden buğz edilip edilmediğini bilemeyiz, ama çatlak testiler teoremi bize çatlak bir testinin içinde ne varsa dışına sızacağını söyler.
Öncelikle devletimizin resmî haber ajansı ve resmî haber kanalları, olayı “füzelerin düştüğü” şeklinde yorumladı. Filhakika, füzeler yerçekimi yüzünden düşüyordu. Düşmesi bir yana, düştüğü yerde patlıyordu üstelik ve “Briketleri” de kırıyordu! Hani “Briketleri” kırmasa… lâfı bile olmazdı yani.
Bu sathi bakış açısı ile bakarsak, ateşli bir silâhla vurulmuş ve ölmüş bir insan için: “7.62 mm çapında ve ilk hızı yaklaşık 800 m/s olan bir metal vücuda saplanmış, ondan öldü” diyebiliriz. Hatta hiç kurşunu da görmeyip, iç organ ve dokuların zedelenmesi sonucu ölüm gerçekleşti hükmüne varabiliriz. Nitekim Diyarbakır Lice’de yaşanan bir heykel krizi hususunda görüşleri sorulan dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala da “Fiber glas maddeyle yapılmış basit bir heykel. Vaveyla koparanlar bu işten beslenenler” demişti.
Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu sadece yandaş kanallardan takip eden vatandaşlar, bir Steven Spielberg filminde olduğunu zannetmiş olabilir; uzaydan düşen gizemli parçalar, nereden ve nasıl geldiği bilinmeyen düşmanlar… Olağan hayatın akışı içerisinde herhangi bir olaymış ve herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde görülebilirmiş gibi davranıldı.
Kilis Vali’miz, bir “level” üstten konuştu: “Süpermen değilim, roketleri havada yakalayamam!” Sosyal medya mecralarında Batman Valisi’nin yardıma gitmesinin gerekli olup olmadığı tartışıldı. Kendisine, Aşık Mahsun-i Şerif’ten mülhem şu dörtlüğü ithaf etmek isterim:
“Süpermen değilem, hemen havalansam
Uçsam da füzelere kafa atsam
Lâkabımdan başka süper nem kaldı,
Yırtık pelerinle bir yaralı süpermen kaldı”
(Mısraların ilk harflerine dikkat edilirse “SULY” kelimesi göze çarpıyor. Süleyman Bey’e bir akrostiş yapmaya çalıştım, ama görünüşe bakılırsa biraz daha çalışmam lâzım)
Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), “HALKIN ROKET MERMİSİ DÜŞMELERİNE KARŞI ALACAĞI TEDBİRLER” başlıklı bir broşür bastırdı. Broşürün başlığı, konunun tabiî bir afet gibi kabul edildiği konusunda fikir vermiyor değil. “Düşme” vurgusu tekrarlanmış, “halkın alacağı tedbirler” denerek, herkes kendini korusa kimsenin ölmeyeceği açıkça belirtilmiştir.
Hava sahamızı 30 saniye bile ihlâl eden uçakları hassasiyetle belirleyip, gerektiğinde düşürebiliyoruz. Ancak aylardır Kilis’e atılan mermilerin tam olarak kim tarafından atıldığını bilmiyoruz. Dahası, bölge insanımızı hava saldırılarına karşı koruyacak bir hava savunma sistemimiz, saldırı sırasında sığınılabilecek güvenli sığınaklarımız da yok.
Geldiğimiz noktada şehre 60’tan fazla mermi düştü ve 20’den fazla can aldı. Bölge nüfusu hızla başka yerlere göç ediyor, şimdiden % 30 göç var. Güvenlik güçlerimiz ise bir şeyler yapılmasını isteyen vatandaşlarımızın muhtemel taşkınlıklarına engel olma hesapları yapıyor. Şehrin interneti kesiliyor, ki seslerinin duyulmaması adına müthiş bir şey! Gazetelere ilân vererek yardım çığlıklarını duyurmaya çalışıyorlar.
Sonuçları itibarıyla başarısızlığı gün yüzüne çıkmaya başlayan dış politikalarımızın mimarlarından olan Başbakan Ahmet Davutoğlu görevini bırakacağını duyurdu. Çılgın bir proje olan “Pelikanal İstanbul” hayata geçirilip kara ile (düzeltiyorum AK ile) bağlantısı kesilmiş bir ada haline getirilmek istendi. Projeyi duyunca çok uçuk bulanlar oldu, ama sonuçta “azl”in elinden hiçbir şey kurtulamazdı. Dursunali Akınet’ın Yolun Sonu Görünüyor adlı türküsünden ilhamla, bir dörtlük de Davutoğlu için yazalım:
“Erdoğan’ın alır kendi
Ne Hoca der, ne efendi
Sayılı günler tükendi,
Davutoğlu azledildi”
Bütün ülke olarak bizi etkileyen ve en çok Kilisli vatandaşlarımızın yaşayarak hissettiği sürecin aktörlerinden biri, İbrahim Özdabak karikatüründe resmedildiği gibi, adeta ilkokuldan kalma hatıralarımızdan çıkan “pelikan” silgisi ile “SİLİK” hale geldi. Kilis ile ne alâkası var diyeceksiniz, ben biraz tersten bakmayı seviyorum: KİLİS – SİLİK!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/kilis-silik_396296
Tarih: 9 Mayıs 2016
Bu saldırılar karşısında birilerinin eliyle, olmadı diliyle müdahale etmesi beklenirdi. Kalplerden buğz edilip edilmediğini bilemeyiz, ama çatlak testiler teoremi bize çatlak bir testinin içinde ne varsa dışına sızacağını söyler.
Öncelikle devletimizin resmî haber ajansı ve resmî haber kanalları, olayı “füzelerin düştüğü” şeklinde yorumladı. Filhakika, füzeler yerçekimi yüzünden düşüyordu. Düşmesi bir yana, düştüğü yerde patlıyordu üstelik ve “Briketleri” de kırıyordu! Hani “Briketleri” kırmasa… lâfı bile olmazdı yani.
Bu sathi bakış açısı ile bakarsak, ateşli bir silâhla vurulmuş ve ölmüş bir insan için: “7.62 mm çapında ve ilk hızı yaklaşık 800 m/s olan bir metal vücuda saplanmış, ondan öldü” diyebiliriz. Hatta hiç kurşunu da görmeyip, iç organ ve dokuların zedelenmesi sonucu ölüm gerçekleşti hükmüne varabiliriz. Nitekim Diyarbakır Lice’de yaşanan bir heykel krizi hususunda görüşleri sorulan dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala da “Fiber glas maddeyle yapılmış basit bir heykel. Vaveyla koparanlar bu işten beslenenler” demişti.
Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu sadece yandaş kanallardan takip eden vatandaşlar, bir Steven Spielberg filminde olduğunu zannetmiş olabilir; uzaydan düşen gizemli parçalar, nereden ve nasıl geldiği bilinmeyen düşmanlar… Olağan hayatın akışı içerisinde herhangi bir olaymış ve herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde görülebilirmiş gibi davranıldı.
Kilis Vali’miz, bir “level” üstten konuştu: “Süpermen değilim, roketleri havada yakalayamam!” Sosyal medya mecralarında Batman Valisi’nin yardıma gitmesinin gerekli olup olmadığı tartışıldı. Kendisine, Aşık Mahsun-i Şerif’ten mülhem şu dörtlüğü ithaf etmek isterim:
“Süpermen değilem, hemen havalansam
Uçsam da füzelere kafa atsam
Lâkabımdan başka süper nem kaldı,
Yırtık pelerinle bir yaralı süpermen kaldı”
(Mısraların ilk harflerine dikkat edilirse “SULY” kelimesi göze çarpıyor. Süleyman Bey’e bir akrostiş yapmaya çalıştım, ama görünüşe bakılırsa biraz daha çalışmam lâzım)
Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), “HALKIN ROKET MERMİSİ DÜŞMELERİNE KARŞI ALACAĞI TEDBİRLER” başlıklı bir broşür bastırdı. Broşürün başlığı, konunun tabiî bir afet gibi kabul edildiği konusunda fikir vermiyor değil. “Düşme” vurgusu tekrarlanmış, “halkın alacağı tedbirler” denerek, herkes kendini korusa kimsenin ölmeyeceği açıkça belirtilmiştir.
Hava sahamızı 30 saniye bile ihlâl eden uçakları hassasiyetle belirleyip, gerektiğinde düşürebiliyoruz. Ancak aylardır Kilis’e atılan mermilerin tam olarak kim tarafından atıldığını bilmiyoruz. Dahası, bölge insanımızı hava saldırılarına karşı koruyacak bir hava savunma sistemimiz, saldırı sırasında sığınılabilecek güvenli sığınaklarımız da yok.
Geldiğimiz noktada şehre 60’tan fazla mermi düştü ve 20’den fazla can aldı. Bölge nüfusu hızla başka yerlere göç ediyor, şimdiden % 30 göç var. Güvenlik güçlerimiz ise bir şeyler yapılmasını isteyen vatandaşlarımızın muhtemel taşkınlıklarına engel olma hesapları yapıyor. Şehrin interneti kesiliyor, ki seslerinin duyulmaması adına müthiş bir şey! Gazetelere ilân vererek yardım çığlıklarını duyurmaya çalışıyorlar.
Sonuçları itibarıyla başarısızlığı gün yüzüne çıkmaya başlayan dış politikalarımızın mimarlarından olan Başbakan Ahmet Davutoğlu görevini bırakacağını duyurdu. Çılgın bir proje olan “Pelikanal İstanbul” hayata geçirilip kara ile (düzeltiyorum AK ile) bağlantısı kesilmiş bir ada haline getirilmek istendi. Projeyi duyunca çok uçuk bulanlar oldu, ama sonuçta “azl”in elinden hiçbir şey kurtulamazdı. Dursunali Akınet’ın Yolun Sonu Görünüyor adlı türküsünden ilhamla, bir dörtlük de Davutoğlu için yazalım:
“Erdoğan’ın alır kendi
Ne Hoca der, ne efendi
Sayılı günler tükendi,
Davutoğlu azledildi”
Bütün ülke olarak bizi etkileyen ve en çok Kilisli vatandaşlarımızın yaşayarak hissettiği sürecin aktörlerinden biri, İbrahim Özdabak karikatüründe resmedildiği gibi, adeta ilkokuldan kalma hatıralarımızdan çıkan “pelikan” silgisi ile “SİLİK” hale geldi. Kilis ile ne alâkası var diyeceksiniz, ben biraz tersten bakmayı seviyorum: KİLİS – SİLİK!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/kilis-silik_396296
Tarih: 9 Mayıs 2016
Mülkün Temeli Olarak “Adale”
Normal bir “mülkte” yani devlette “adalet mülkün temelidir”. Tembeller ülkesinde “atalet mülkün temelidir”, hatta atalet mümkün ki temellidir.
Kanunların güçlü olanlardan yana işlediği ve hatta güçlülerin kendilerine özel kanun çıkarabildiği mülklerde de temel “adale”, yani kas gücüdür.
Yargıtay başkanı, Türkiye’de yargıya olan güvenin yüzde yetmişler seviyesinden yüzde otuzlara düştüğünü açıkladı. Kaybolan güven yanlış ellere geçmesin diye mi düşünüldü bilmiyorum, ismi Adil olan birinin şirketi tarafından yapılan anketle Sabah Gazetesi’ne verildi.
Anayasa Mahkemesi Başkanı, AYM’ye yapılan bireysel başvuruları değerlendirirken, “Hak ihlâli ile sonuçlanan kararlardan yüzde 73’ü adil yargılanma, yüzde 6’sı kişi hak ve hürriyetinin ihlâli, yüzde 3’ü ise ifade özgürlüğüne ilişkin verildi. Dağılım son derece önemlidir. Ülkemizde özellikle yargıya ilişkin yapısal sorunlara işaret etmektedir” dedi.
Hayvanat bahçesi adresini sormak veya patates fiyatlarına isyan etmek, sıradan bir vatandaş tarafından yapıldığında devletin cumhurbaşkanına hakaret suçundan mahkemeye verilme ile sonuçlanabilirken, gücün sahibi olanlar hakkında açılan hakaret dâvâlarında, AİHM kararlarına atıfta bulunularak, konunun düşünce ve ifade özgürlüğü bağlamında mütalâa edilmesi istenebiliyor. Bizde zaten “işi düşünce” özgürlüğü hatırlamak modadır.
Peki adaletten ümidini kesen vatandaş ne yapıyor? Cezayı kendi kesip, imkânları çerçevesinde uygulamaya kalkıyor, ki son derece tehlikeli bir durumdur. Meselâ türlü sapkın fiiller gerçekleştirmiş ve cinayet işlemiş biri, müebbet hapis cezası alsa bile kamu vicdanı soğumuyor, bir şekilde halk vicdanında idama mahkûm edilen kişinin cezası infaz ediliyor. En son, Karaman sapığının mahkemesi jet hızıyla karara bağlandı ve tek bir kişi, sokaktaki vatandaş için astronomik sayılabilecek beşyüz küsur sene ceza aldı. Velâkin, hapiste yatarak geçireceği sürenin 28, bilemedin 32 yıl olacağı konuşuldu. Parodi haber siteleri şimdiden, bu şahsın hapisteyken vurulabileceği imasında bulunarak, cenazesinin gömülemeyeceği alanların belirlendiğine ilişkin haberler girdi.Şiddet ve şiddete bağlı cinayet haberleri çığ gibi arttı. Özellikle aile içi şiddet vak’aları mahkemeleri bezdirdi. Adalet Bakanımız bile “devlet olarak karı-koca arasındaki meselelere karışmamız ne kadar doğru olur?” manasında bir açıklama yaptı. Çocuklara Yönelik İstismarı Araştırma Komisyonu’nda konuşan AKP Milletvekili Hatice Dudu Özkal, (Karaman hadisesi hakkında) “Herkes çocuğuna sahip çıksaydı böyle sapkınlıklar yaşanmazdı” dedi. Haberi okuyunca sapık insanların ebeveynini kastettiğini zannetmiştim. Meğerse mağdur ailelerden bahsediyormuş. Bakan ve milletvekili seviyesindeki bu açıklamalardan anlıyorum ki hükümetimiz, açıkça herkesi, bir haksızlıkla karşılaşırsa, kendi adalet anlayışı çerçevesinde ve mümkün mertebe devleti işe karıştırmadan çözmeye teşvik ediyor!
Ciddî bir okuyucu kitlesi bulunan ekşisözlük platformunda her gün onlarca “rezalet” başlığıyla girilen tanımlarda, herkes başından geçen bir haksızlığı anlatıyor. Sipariş verdiği pizzanın geç gelmesinden tutun, öldürme ile tehdite kadar her seviyede “şikâyet” bu başlıklar altında yazılıyor. Adlî mercilere gitmek yerine neden bu yöntem tercih ediliyor? Çünkü o platformda yazan arkadaşlar biliyorlar ki tüketici olarak haklılığını ispat etmeye çalışmak ve bir sonuç elde etmek çok zor. Yazarımız, kendisini kızdıran firma veya kişiler hakkında açıyor bir “falanca firmanın filanca tarihli rezaleti” başlığı, Allah ne verdiyse giydiriyor. Sözlük yazarları genelde sivri dilli ve akıcı anlatıma sahip insanlar olunca, yazdıkları belki de milyonlarca insana ulaşabiliyor. Böylece firma itibar kaybına uğrayabiliyor. Son kullanıcıya hitap eden bir firma ise satışları doğrudan etkilenebiliyor. Bir çeşit doğrudan cezalandırma sistemi.
Sesini duyurabilmek için sosyal medyanın herhangi bir platformunu tercih etmek iyi, ama bunun denetimini kim, nasıl yapacak? Asılsız bir karalama kampanyası ile karşılaşan firmalar, hakkını nasıl alabilecek? Tüketici problemleri başlı başına bir yazı konusu. Adalet arayışındaki vatandaşlar, hakkını kendi imkânlarıyla muhafaza etmek için süper kahraman güçlerine sahip olmalı ki “Adaletin Şafağı” tecelli etsin. “Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat tevzi olunmuş olur” kaidesince “Adaletin Yeni Şafakları” türer durur. Allah cümlemizi, adaletin muhtemel bütün yeni şafaklarının şerrinden korusun!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/mulkun-temeli-olarak-adale_395492
Tarih: 2 Mayıs 2016
Etiketler:
adale,
adalet,
ekşisözlük,
mülk,
pazarola,
sosyal medya,
temel
Wi-Fi Fetvası
11 Nisan 2016 tarihli bir habere göre, Birleşik Arap Emirlikleri’nin Dubai şehrinde İslâmî İşler ve Hayır Faaliyetleri Başkanlığı, komşunun kablosuz internet bağlantısından izinsiz faydalanmanın caiz olmadığını belirtti.
Bu haberi Sözcü gazetesi “akıl almaz fetva” başlığıyla verdi. “Bir insanın kendisine ait olmayan herhangi bir şeyi, izinsizce kullanmasının caiz olmadığı yönünde verilen hükümde aklın almadığı nedir?” sorusu pekçok kişi gibi benim de kafamı kurcaladı. Bu gazetenin aklının Wi-Fi, IP numarası gibi teknik konuları almadığı belli. Yoksa Yeni Asya gazetesi ile ilgili havuz medyasının uydurduğu ve anında yalanlanıp hakkında suç duyurusunda bulunulan bir haberi ertesi gün yayınlayıp, üstüne de beş defa twitter hesabından tekrarlamazdı.
Komşu komşunun Wi-Fi’sini izinsiz kullanabiliyorsa, Dubai bilişim güvenliği konusunda ya çok ileri ki, herkes birbirinin şifresini kırabiliyor, istediği sisteme girebiliyor… Yahut çok geri ki, kimse şifre koruması kullanmıyor. Memlekette bant genişliği ve altyapı problemi de yok anlaşılan, operatörleri düşünüp “servis sağlayıcıdan da izin almak gerekir” demediklerine göre…
Bizim ülkemizde böyle bir fetva verilse operatörler ortalığı ayağa kaldırır. Çünkü komşunun külüne bile muhtaç olunabileceği gerçeği çerçevesinde 7 komşu birleşip kurbanlık danaya girer gibi, bir adet internet aboneliğini ortak kullanırlar. Bunu bilen ve bu yüzden bütün kullanıcılarına potansiyel “hırsız” gözüyle bakan operatörler de “adil kullanım kotası” ismini verdikleri belli bir boyuttaki dowload sonrası hızını öyle bir kısarlar ki müşterileri internet yolunun kalan kısmına katırlarla devam ederler. Bununla da yetinmezler, dünyanın en pahalı internetini sunma yolunda yarışırlar. En zengin ülkelerden biri olan Lüksemburg’un beş katı kadar internete para veriyoruz meselâ. Bu ülkedeki internet kullanma oranının Avrupa’nın en yükseği olduğunu da söyleyelim. “Sürümden kazanıyorlardır onlar…” derseniz, “siz de ucuzlatın ve bizi süründürmeden, sürümden kazanın” derim.
İnternet kullanımı kişiye özeldir, değilse mutlaka olmalıdır. Siber suçların tavan yaptığı günümüzde bu şahsîlik daha da önem taşıyor. Şöyle düşünelim, adınıza kayıtlı bir internet hattınız var. Komşunuz da ayrı bir abonelik tesis etmek istemediğinden ve masrafları yarıya indirmek maksadıyla size ortak olmak istiyor ve şifrenizi paylaşıyorsunuz. Komşu veya komşularınız ile onların evine gelen misafirlerin mobil internete verecek parası olmayanlar olarak hatırı sayılır sayıda cihaz ve kullanıcı tek bir IP numarasından internete çıkıyor ve bu sizin adınıza kayıtlı! Yani bu hattı kullanan cihazlardan birinden suç teşkil edecek bir işlem yapılsa, savcılık sizin yakanıza yapışır, çık işin içinden çıkabilirsen. “Canım ben komşularımı tanıyorum, öyle insanlar değiller” şeklinde bir yaklaşım da doğru değildir. Komşunuzu tanırsınız, ama cihazını tanıyamazsınız. Sahibi de cihazında kesin olarak virüs, casus yazılım gibi kımıl zararlıları olup olmadığını bilemeyebilir.
Türkiye’de 2005 yılında, ülkede o zamana kadarki en büyük “hack” işlemini yaptığı tesbit edilip FBI, Fas Polisi ve Türk Polisi ortak operasyonuyla sabah 07.00’da Adana’da yakalanan bilgisayar korsanı 116 ülkedeki bilgisayarı hack’lemişti. Gariban annesi, oğlunun hiçbir suçunun olmadığını ve çoğunlukla dışarı bile çıkmadığını söylüyordu ki, doğru kişinini yakalandığını anlamak için bu bile tek başına yeterliydi. O dönemler kumpas, dış mihrak, üst akıl ve paralel gibi mefhumlar olmadığından suçlayacak kimse de yoktu tabiî…
Bana göre en iyi yol, operatörlerin verdikleri internet için cihaz sayısına göre fiyat belirlemesi olacaktır. Tek cihaz kullanan abone ile 20 cihaz kullanan abonenin kullandıkları bant genişlikleri ve internet trafiği aynı değilse aynı ücreti ödemeleri de mantıklı değildir. Suistimal eden aboneler yüzünden ben neden pahalı ve kalitesi düşük internet hizmeti alayım?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/wi-fi-fetvasi_393807
Tarih: 18 Nisan 2016
Kimlik Bunalımı
Kimlik Bunalımı |
Geçen hafta itibarıyla, Türkiye’de yaşayan yaklaşık 50 milyon kişinin kimlik bilgileri internet denen dehşetengiz teknoloji sayesinde ayağımıza geldi.
Yırtılmış, yıpranmış, eskimiş kimliklerimizden okuyamadığımız bilgiler varsa artık hiç dert değil, bir tık ötemizde bulunan bir web sayfasında isim, soyisim veya kimlik numarası ile sorgulayabileceğimiz formatta sergileniyor. 50 milyonluk veriyi evde zor tutuyorduk her halde ki, yayınlayanlar bir de sitem etmişler “aldığımız veri tabanı indekslerini düzeltmek zorunda kaldık” diye.
Hükümet kanadından farklı tepkiler geldi. Bir bakanımız yayınlanan bilgilerin güncel olmadığını söyledi. Devlet nezdindeki temel kimlik bilgilerimizden bazılarının bizim bildiğimizden farklı olabileceği düşüncesi, beni derin endişelere gark etti. Meselâ, ismimiz olarak bildiğimiz kelimelerin yanında nüfus kayıtlarında “gezici,” “paralel”, “Alevî” ve benzeri başka sıfatlar da mı vardı ki?
İçişleri Bakanımız, veri sızması işinin kendi bakanlıkları bünyesinden gerçekleşmediğini, verilerin yerinde durduğunu ve vatandaşın rahat olması gerektiğini söyledi. Bu açıklama sanki yanlış olmuş gibi geldi bana, zira bu açıklama ile rahatlayabilecek tek kişi, veri sızdırmadığından emin olan sayın Ala’dır.
Bugüne kadar en güvenli sistemlerden birine sahip olduğu iddia edilen Apple firması, FBI’ın bir teröriste ait olduğunu öne sürdüğü bir telefonun şifresinin kırılması talebini reddedince konu mahkemeye taşındı. Daha aysonu gelmeden, dâvâya bakan hâkimin afyonu bile patlamadan FBI, ayfonu patlattığını ve Apple firmasından artık işbirliği beklemediklerini duyurdu. Dünyanın en gizli kapaklı işlerinin döndüğü Panama’daki bir hukuk şirketinin 11.5 milyon sayfadan oluşan bilgileri sızdırıldı. Bütün bu gelişmeler çok ciddî bir güvenlik problemi ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Kişisel verilerimiz kullanılarak yapılabilecek işlemleri burada sayıp, “şeytana yol göstermenin” gereği yok. Ancak herhangi bir suistimal olup olmadığını kontrol edebilmek için ipuçlarını sayacağım.
Öncelikle bir e-devlet şifreniz yoksa en yakın PTT şubesine giderek 2 TL karşılığında şifrenizi temin edebilirsiniz. Şifre ile giriş yapıldıktan sonra vatandaşlara elektronik hizmet sunan devlet kuruluşları listesi görülecektir.
Kimlik bilgilerim kullanılarak benden habersiz yapılmış olabilecek işlemleri takip etmek için ben, belli aralıklarla e-devlet sistemine girerek şu bilgileri kontrol ediyorum:
Adalet Bakanlığı – Adlî Sicil Kaydı: Adıma kaydedilmiş herhangi bir sabıka var mı?
Adalet Bakanlığı – Mahkeme Dâvâ Dosyası Sorgulama: Adıma açılmış herhangi bir dâvâ var mı?
Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu – Mobil/Sabit/İnternet/Kablo Tv/Uydu İşletmecilerinden Borç/Alacak Sorgulama ve Ödeme/iade İşlemleri: Açıklama gerektirmiyor, alacak borç durumunu listeliyor. Biri haberim olmadan bir abonelik başlatmış mı, borcum var mı?
Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu – Kayıp/Çalıntı İhbar Sorgulama/İptal: Telefonum ve sim kartım için kayıp/çalıntı ihbarı var mı?
Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu – Mobil Hat Sorgulama: Adıma kayıtlı mobil hatlar ve operatörleri listeleniyor, adıma başka bir hat açılmış mı?
Emniyet Genel Müdürlüğü – Adıma Tescilli Araç Sorgulama: Adıma kayıtlı araçlar listeleniyor. Adıma bir araç tescil edilmiş mi? “Arabam yok, aslında biri tescil etse fena olmazdı sanki…” demeyin, gider bir yerlerde patlatırlarsa, hafazanallah…
Emniyet Genel Müdürlüğü – Sürücü Belgesi ve Şahıslara Yazılan Ceza Sorgulama: Adıma veya sürücü belgeme herhangi bir ceza yazılmış mı?
Emniyet Genel Müdürlüğü – Yurda Giriş/Çıkış Belge Sorgulama: Kendimden habersiz yurt dışına çıkış yaptım mı?
Gelir İdaresi Başkanlığı – Vergi Borcu Sorgulama: Vergi borcum var mı? “Adıma şirket kurup beni borçlandımışlar mı” kontrolü…
Karayolları Genel Müdürlüğü – OGS İhlâl Bilgileri Sorgulama: Adıma kayıtlı OGS ihlâli var mı?
Nüfus Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü – NVİ Adres Bilgilerim: İkamet ettiğim adres bilgisi değişmiş mi?
PTT – Hızlı Geçiş Sistemi (HGS) İhlâlli Geçiş Bilgileri Sorgulama: Adıma kayıtlı HGS ihlâli var mı?
Sağlık Bakanlığı – e-Nabız Kişisel Sağlık Sistemi: Hastane ziyaretlerim, tahlillerim, reçetelerim, raporlarım gibi sağlık bilgilerimde herhangi bir anormal kayıt var mı?
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü – Tapu Bilgileri Sorgulama: Adıma kayıtlı bir tapu var mı?
Yargıtay – Siyasî Parti Üyeliği Sorgulama: Bu sorgu, bugünlerde daha fazla önem taşımaya başladı. Terörle ilgili ısmarlanan yasalar çıktığında önemi anlaşılacak gibi.
***
Zaman zaman ülke meseleleri ile ilgili olarak görüşlerini serdeden herhangi bir bürokrat, akademisyen veya iş adamı için “ya sen kimsin?”, “önce cübbeni/baretini/önlüğünü çıkar…”, “tanıyamadım, bir de cübbesiz görürsem belki… yok yine çıkaramadım” gibi tepkilerle karşılaşabiliyordu ülkemizde. Kavga eden vatandaşlarımız bile birbirine “kimsin?”, “asıl sen kimsin?” gibi tanışma soruları sorup sonrasında çarpışıyordu. Artık rahatlıkla söyleyebiliriz ki sormaya gerek kalmadı.
Tam da çipli kimlik kartlarına geçiş yapacağımız ve belli konularda NASA’yı bile geride bugünlerde, kimlik bilgilerimizin ifşası manidardır. Kimsenin şüphesi olmasın, 2023’e iki mars bir düz hedefiyle adım adım yaklaşıyoruz. Lozan’ın gizli maddeleri strotosferi geçmemize izin vermiyordu. Stratejik yükseklikle inşallah kimse bizi tutamayacak…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/kimlik-bunalimi_392935
Tarih: 11 Nisan 2016
4G ve AR-GE
1 Nisan 2016 itibarıyla 4G teknolojisinden biraz hallice olanına, 4.5G’ye geçiş yaptık.
Malum, geçen sene 4G ihalesi yapılmazdan hemen önce, memleketin enva-i çeşit dertleriyle muzdarip ve bütün fenlerde ihtisas sahibi haşmetli devletlülerimiz, iki sene daha 3G ile idare edip 5G’ye geçmenin daha uygun olacağını, aksi takdirde Türkiye’nin adeta 4G’li çöplük haline geleceğini söylediler.
Bu açıklamanın üzerine ihale ertelendi ve bir kaç ay sonra yapıldı. 5G için erken olduğu kesindi ama 4G’yi de aşmak gerekiyordu. “4G alalım ama biraz da suyundan koyun” denilerek adı hala tartışılan 4.5G ihalesi yapıldı. Neticede “4.5’tan 5” notlar almaya alışan vatandaş, bunu da yuvarlayacaktı.
Ülkemizde mobil teknolojilerin asli misyonu iletişim ihtiyacını karşılamak olmamıştır. Sinyalleri havada serbestçe dolaşan bu cihazları, sahipleri de etrafa “hava” atmak için kullanagelmiştir. 90’lı yıllarda cep telefonu taşımak pahalı bir işti. Tek satır ekranı olan, SMS gönderemeyen ama gönderilmiş SMS’lerden sadece sonuncusunu hafızasında tutabilen ve mesajın kimden geldiğini bile gösteremeyen, şarjı bittiğinde, pili telefondan çıkarılıp ayrı bir istasyona takılarak şarj edilebilen, kesintisiz erişim sağlamak için yedek batarya, şarj ünitesi ve onun devasa adaptörünü taşımak için orta halli bir sırt çantasının gerektiği cihazların satış fiyatı neydi biliyor musunuz? Tam 1500 dolar! Aksesuarları hariç tabii… Konuşma ücretlerinin yüksekliğinden hiç bahsetmiyorum bile.
Cihazların çeşitlendiği, özelliklerin arttığı ve nisbeten fiyatlarının düştüğü 2000’li yılların başında da cihazların boyutları hava atma vesilesine dönüştü. Telefon ne kadar küçükse, o kadar fiyakalı sayılıyordu. Sanayide çalışan, asgari ücretle maaş alan insanlarımız bile bu yarışta geri kalmak istemeyebiliyordu. Sanayide çalışan adamın eli ve parmakları haliyle büyük olur, bu evsafta bir tanıdığım, -ki ismini burada söyleyip kendisini rencide etmek istemiyorum- o dönemin en küçük ve pahalı telefonunu almış fakat tuşlarına basabilmek için bir tükenmez kalem kullanmak zorunda kalmıştı.
Telefonların akıllanması ile birlikte ekranlar büyüdü ve fiyatlar yine yükseldi, ikinci el bir araba fiyatlarına ulaştı. Melodi olarak istediğimiz sesi ve müziği kullanabiliyorduk ki “hava atmak” için iyi bir fırsattı bu. Öyle ki camilerde “Rab” ile bağlantı kurmaya çalışan mü’minler aniden çalan bir “rap” müziği parçasıyla irkilebiliyor ve bağlantılarını kaybediyordu. Daha da ilginci, cep telefonunun sesini açık unutan ve cemaate rap müzik dinleten genç bir kardeş olsa da, hemen yanındaki 70 yaşındaki sakallı amcaların da kendi telefonları çalmış olabilirmiş gibi kontrol etmesidir. “Amcam bu melodi senin telefonundan çıkmış olabilir mi?” diye sormak istemişimdir hep.
Cep telefonlarının bir sosyal statü göstergesi olarak kullanımı hala önceliğini koruyor. Telefon alınırken ihtiyaçlarla örtüşmesi aranmıyor maalesef. Son 15 yılda 20 milyar dolar civarında ithal telefonlara para ödemiş olmamız düşündürücüdür. Sahip olunan akıllı telefon sayısı ile mobil internet kullanım oranları arasında uçurum vardır: Akıllı telefon kullananların neredeyse yarısına yakını, anlamlı sayılabilecek miktarda (aylık 250 mb ve üzeri) mobil internet kullanmıyor. Bedava Wi-Fi bulunca nasıl davrandıklarına ilişkin bir veri bulamadım tabi!
Cep telefonlarının sosyal statü göstergesi olma ve anlık iletişim sağlama haricinde bir de interneti kullanarak veriye ulaşma fonksiyonu vardır. Bu anlamda şimdiki nesil çok şanslı sayılır. Benim de içinde bulunduğum “gölgelerin gücü adına” güce sahip olan nesil yerine “google’lerin gücü adına, bilgi bende artık” diyebiliyor. Biz “yağ satarım, bal satarım…” oyunu oynarken, şimdiki çocuklar nerdeyse “web tasarım, web tasarım… ” oyunu oynayacaklar. Eskiden çocuklar ip atlama ile uğraşırken şimdikiler IP NAT’lama ile uğraşabiliyorlar.
Mobil teknolojilerdeki G’ler arttıkça inşallah AR-GE’ler de artacaktır. 5G teknolojileri ile birlikte “nesnelerin interneti” kavramının çok daha fazla hayatımıza gireceği söyleniyor. Nesnelerin internet bağlantılarını kullanabilen ve akıllı bir hale gelmesi çok heyecan verici. Düşünsenize, saatiniz gereğinden fazla akıllı, soruyorsunuz “saat kaç” diye, o da size “biri çeyrek geçiyor ama kim olduğunu söylemem…” diyor. Ya da şöyle bir diyalog da olabilir:
“Saat onu geçti mi?”
“Hep onu mu düşünüyorsun?”
“Ne sulu şeymişsin sen öyle?”
“11 sularında böyle oluyorum abi.”
“Tamam, anladım uzatma…”
Yeni geçtiğimiz G sistemini tam olarak kullanabilmek için baz istasyonlarının fiber bağlantılara sahip olması, telefonlarımızın bu teknolojiyi desteklemesi ve sim kartlarımızın da buna uyumlu olması gerekiyor. Eskiden adı sadece Ulaştırma olan ve şimdiki adını ezberleyemediğim bakanlıktan bakan düzeyinde gelen açıklamada 2023 yılında % 90 civarlarında bir kapsama olabileceği söylendi. Yani altyapı olarak çok hazır değiliz. 3G’nin iç acılarının kaç derece olduğunu toplayamamışken 4G’ye geçtik. Tabi GSM operatörleri bu gerekli altyapı çalışmalarının maliyetini vatandaştan çıkaracaklar gibi. Bütün haber siteleri bu “aşırı hızlı” yeni interneti kullanan vatandaşların kotalarını aşma tehlikesi olduğuna ilişkin haberler geçti. Bunun kasıtlı yapıldığını ve bilinç altına ek paket alınması gerektiğinin yerleştirildiğini düşünüyorum. Benim internetim istediği kadar hızlansın, web sunucuları bant genişliklerini artırmadıkları sürece neredeyse aynı hızda trafik akacaktır. Mobilden internet kullanım alışkanlığımda hiçbir değişiklik yapmazsam, ek herhangi bir paket almak durumunda kalmam yani. Tabi durmadan hız testi yapan arkadaşları da uyarmak gerekir: her bir hız testi 100 mb civarında bir download yapıyor, haberiniz olsun!
1 Nisan günü ilk saatlerde ben de merakla telefonumun mobil internetini kontrol ettim. Ekranda acaba ne yazacaktı 4G, LTE, 4.5G? Belki de GSM operatörüm yandaşlığı abartacak ve RTE yazacaktı, kimbilir… Yarım saat kadar beklememe rağmen telefonum “H+” gösteriyordu, sabah işe giderken 4G yazdığını görebildim. Son olarak operatörüm bana “genç adamsın, cebinde bulunsun” diyerek ben istemediğim halde 10 GB’lık ve bir sefere mahsus bir 4G tanışma paketi yükledi. Eroine alıştırır gibi verdiklerinden midir bilmiyorum, kortkum ve kullanmayı düşünmüyorum. “Mevcut internet paketim yeter mi?” diyerek operatörlerin tuzağına düşmeyin derim.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/4g-ve-ar-ge_392095
Tarih: 4 Nisan 2016
Malum, geçen sene 4G ihalesi yapılmazdan hemen önce, memleketin enva-i çeşit dertleriyle muzdarip ve bütün fenlerde ihtisas sahibi haşmetli devletlülerimiz, iki sene daha 3G ile idare edip 5G’ye geçmenin daha uygun olacağını, aksi takdirde Türkiye’nin adeta 4G’li çöplük haline geleceğini söylediler.
Bu açıklamanın üzerine ihale ertelendi ve bir kaç ay sonra yapıldı. 5G için erken olduğu kesindi ama 4G’yi de aşmak gerekiyordu. “4G alalım ama biraz da suyundan koyun” denilerek adı hala tartışılan 4.5G ihalesi yapıldı. Neticede “4.5’tan 5” notlar almaya alışan vatandaş, bunu da yuvarlayacaktı.
Ülkemizde mobil teknolojilerin asli misyonu iletişim ihtiyacını karşılamak olmamıştır. Sinyalleri havada serbestçe dolaşan bu cihazları, sahipleri de etrafa “hava” atmak için kullanagelmiştir. 90’lı yıllarda cep telefonu taşımak pahalı bir işti. Tek satır ekranı olan, SMS gönderemeyen ama gönderilmiş SMS’lerden sadece sonuncusunu hafızasında tutabilen ve mesajın kimden geldiğini bile gösteremeyen, şarjı bittiğinde, pili telefondan çıkarılıp ayrı bir istasyona takılarak şarj edilebilen, kesintisiz erişim sağlamak için yedek batarya, şarj ünitesi ve onun devasa adaptörünü taşımak için orta halli bir sırt çantasının gerektiği cihazların satış fiyatı neydi biliyor musunuz? Tam 1500 dolar! Aksesuarları hariç tabii… Konuşma ücretlerinin yüksekliğinden hiç bahsetmiyorum bile.
Cihazların çeşitlendiği, özelliklerin arttığı ve nisbeten fiyatlarının düştüğü 2000’li yılların başında da cihazların boyutları hava atma vesilesine dönüştü. Telefon ne kadar küçükse, o kadar fiyakalı sayılıyordu. Sanayide çalışan, asgari ücretle maaş alan insanlarımız bile bu yarışta geri kalmak istemeyebiliyordu. Sanayide çalışan adamın eli ve parmakları haliyle büyük olur, bu evsafta bir tanıdığım, -ki ismini burada söyleyip kendisini rencide etmek istemiyorum- o dönemin en küçük ve pahalı telefonunu almış fakat tuşlarına basabilmek için bir tükenmez kalem kullanmak zorunda kalmıştı.
Telefonların akıllanması ile birlikte ekranlar büyüdü ve fiyatlar yine yükseldi, ikinci el bir araba fiyatlarına ulaştı. Melodi olarak istediğimiz sesi ve müziği kullanabiliyorduk ki “hava atmak” için iyi bir fırsattı bu. Öyle ki camilerde “Rab” ile bağlantı kurmaya çalışan mü’minler aniden çalan bir “rap” müziği parçasıyla irkilebiliyor ve bağlantılarını kaybediyordu. Daha da ilginci, cep telefonunun sesini açık unutan ve cemaate rap müzik dinleten genç bir kardeş olsa da, hemen yanındaki 70 yaşındaki sakallı amcaların da kendi telefonları çalmış olabilirmiş gibi kontrol etmesidir. “Amcam bu melodi senin telefonundan çıkmış olabilir mi?” diye sormak istemişimdir hep.
Cep telefonlarının bir sosyal statü göstergesi olarak kullanımı hala önceliğini koruyor. Telefon alınırken ihtiyaçlarla örtüşmesi aranmıyor maalesef. Son 15 yılda 20 milyar dolar civarında ithal telefonlara para ödemiş olmamız düşündürücüdür. Sahip olunan akıllı telefon sayısı ile mobil internet kullanım oranları arasında uçurum vardır: Akıllı telefon kullananların neredeyse yarısına yakını, anlamlı sayılabilecek miktarda (aylık 250 mb ve üzeri) mobil internet kullanmıyor. Bedava Wi-Fi bulunca nasıl davrandıklarına ilişkin bir veri bulamadım tabi!
Cep telefonlarının sosyal statü göstergesi olma ve anlık iletişim sağlama haricinde bir de interneti kullanarak veriye ulaşma fonksiyonu vardır. Bu anlamda şimdiki nesil çok şanslı sayılır. Benim de içinde bulunduğum “gölgelerin gücü adına” güce sahip olan nesil yerine “google’lerin gücü adına, bilgi bende artık” diyebiliyor. Biz “yağ satarım, bal satarım…” oyunu oynarken, şimdiki çocuklar nerdeyse “web tasarım, web tasarım… ” oyunu oynayacaklar. Eskiden çocuklar ip atlama ile uğraşırken şimdikiler IP NAT’lama ile uğraşabiliyorlar.
Mobil teknolojilerdeki G’ler arttıkça inşallah AR-GE’ler de artacaktır. 5G teknolojileri ile birlikte “nesnelerin interneti” kavramının çok daha fazla hayatımıza gireceği söyleniyor. Nesnelerin internet bağlantılarını kullanabilen ve akıllı bir hale gelmesi çok heyecan verici. Düşünsenize, saatiniz gereğinden fazla akıllı, soruyorsunuz “saat kaç” diye, o da size “biri çeyrek geçiyor ama kim olduğunu söylemem…” diyor. Ya da şöyle bir diyalog da olabilir:
“Saat onu geçti mi?”
“Hep onu mu düşünüyorsun?”
“Ne sulu şeymişsin sen öyle?”
“11 sularında böyle oluyorum abi.”
“Tamam, anladım uzatma…”
Yeni geçtiğimiz G sistemini tam olarak kullanabilmek için baz istasyonlarının fiber bağlantılara sahip olması, telefonlarımızın bu teknolojiyi desteklemesi ve sim kartlarımızın da buna uyumlu olması gerekiyor. Eskiden adı sadece Ulaştırma olan ve şimdiki adını ezberleyemediğim bakanlıktan bakan düzeyinde gelen açıklamada 2023 yılında % 90 civarlarında bir kapsama olabileceği söylendi. Yani altyapı olarak çok hazır değiliz. 3G’nin iç acılarının kaç derece olduğunu toplayamamışken 4G’ye geçtik. Tabi GSM operatörleri bu gerekli altyapı çalışmalarının maliyetini vatandaştan çıkaracaklar gibi. Bütün haber siteleri bu “aşırı hızlı” yeni interneti kullanan vatandaşların kotalarını aşma tehlikesi olduğuna ilişkin haberler geçti. Bunun kasıtlı yapıldığını ve bilinç altına ek paket alınması gerektiğinin yerleştirildiğini düşünüyorum. Benim internetim istediği kadar hızlansın, web sunucuları bant genişliklerini artırmadıkları sürece neredeyse aynı hızda trafik akacaktır. Mobilden internet kullanım alışkanlığımda hiçbir değişiklik yapmazsam, ek herhangi bir paket almak durumunda kalmam yani. Tabi durmadan hız testi yapan arkadaşları da uyarmak gerekir: her bir hız testi 100 mb civarında bir download yapıyor, haberiniz olsun!
1 Nisan günü ilk saatlerde ben de merakla telefonumun mobil internetini kontrol ettim. Ekranda acaba ne yazacaktı 4G, LTE, 4.5G? Belki de GSM operatörüm yandaşlığı abartacak ve RTE yazacaktı, kimbilir… Yarım saat kadar beklememe rağmen telefonum “H+” gösteriyordu, sabah işe giderken 4G yazdığını görebildim. Son olarak operatörüm bana “genç adamsın, cebinde bulunsun” diyerek ben istemediğim halde 10 GB’lık ve bir sefere mahsus bir 4G tanışma paketi yükledi. Eroine alıştırır gibi verdiklerinden midir bilmiyorum, kortkum ve kullanmayı düşünmüyorum. “Mevcut internet paketim yeter mi?” diyerek operatörlerin tuzağına düşmeyin derim.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/4g-ve-ar-ge_392095
Tarih: 4 Nisan 2016
Yüzde Onluk Garaj
Zaman zaman duyarız: “mütevazi bir garajda geliştirilen falanca
yazılım-mobil uygulama, filanca algoritma-arama motoru veya feşmekânca
işletim sistemi bugün milyarlarca kullanıcıya ulaştı”. Tabi bunların
hepsi yurtdışında olur genelde. Sonra da “neden bizde böyle güzel
gelişmeler olmaz?” diye sorarız.
Neden olmaz, çünkü gençliğimizin önünde üretici düşünceyi kısıtlayan birtakım engeller var:
Bir kere, ilk ve ortaöğretim çağlarında gençlerimizin önünde sürekli sınav hedefleri var. İlkokul sonunda özel ortaokullara burslu olarak yerleşmek isteyenler okulların sınavlarına giriyor. Ortaokulda TEOG sınavları var. Aslında ortaokul ve lise sınavlarının tamamı bir hedefe matuf; iyi bir üniversitede iyi bir bölüm kazanmak! Aileler de çocukların hayatının tek gerçeği buymuş gibi davranıyorlar. Çocuk bir spora mı meraklı, “üniversiteyi bir kazan, sonra istediğini yaparsın”. Yabancı dil mi öğrenmek istiyor, “nasıl olsa üniversitede hazırlık okursun, orada öğrenirsin”. Haftaiçi okul, haftasonu dersane, kurs veya özel ders derken, çocukların hobi edinmeye zamanı kalmıyor. Anadolu’da bırakın garaj bulmayı, kışın tek odada soba yandığı için rahat bir çalışma ortamı bile bulamıyor.
4+4+4 sistemi ile birlikte, artık lise bittiğinde 18 yaşında olması garanti edilmiş olan gencimizi bekleyen bir başka sürpriz var: GSS primi! “YGS’yi anladık da, ya GSS primi nasıl bir engeldir?” derseniz, devlet gencimize diyor ki: “18 yaşına geldiğine göre artık anan-baban sana bakmak zorunda değil, sigortalarından faydalanamazsın. Kendi sigortanın çaresine kendin bakacaksın.” Gencimiz cevaben “ama ben çalışmıyorum ki, paramı babam veriyor hâlâ… hem daha üniversite sınavına yeni girdik, söz bir yere yerleşeceğim” dese de, kendisine “evine gelir, testimizi yaparız, hem korkma dediğin gibi fakirsen sana prim ödetmeyiz be oğlum!” denir. Gelirler, gelir testi yaparlar ve derler ki “bu evin bir maaşı var, baban zorunda olmasa da sana bakıyor. Yani senin gelirin var. Ailede 4 kişisiniz, böl maaşı dörde, ne etti: 750 TL”. Babasının sigortasını kabul etmeyen devlet, babasının parasını gelir sayıyor ve bu gencimize aylık 65.88 TL tutarında bir prim çıkıyor. Meselâ adam başı gelir 1647 TL ile 3294 TL arasında olsaydı gencimizin aylık ödemesi gereken tutar 197.64 TL olacaktı. Allah muhafaza gelir testi yaptırmayan veya adam başı gelir tutarı 3294 TL ve yukarısı olanlar için sıkı durun: 395.28 TL! Kira gibi yemin ediyorum. Peki karşılığında ne alınıyor bu primin? Doğrudan bir ürün veya hizmet alınmıyor aslında. Yani “ya bir şey olursa” diye peşinen ödenecek bir meblâğ. GSS ile ilgili en güzel ve veciz anlatımı Yeni Yüzyıl Gazetesi’nde “Beyinsiz Adam” rumuzuyla yazan köşeyezarı yapmış. 12 Ocak 2016 tarihli yazısında “lahmacuncu” analojisi kuran yazar şöyle diyor:
…
Bir lahmacuncu var, sizi arıyor ve “Kardeş senin için lahmacun hazırladık, istediğin zaman gel al” diyor.
“Hayırdır ne alâka?… İstemiyorum” diyorsunuz. “Biz istiyoruz” diyorlar. Aradan yıllar geçiyor ve lahmacuncu sizi arıyor.
“Kardeş şu lahmacunların parasını ödesen?”
“Ne lahmacunu?”
“Biz üç yıldır her gün sana lahmacun hazırlıyoruz. Aslında hazırlamıyoruz da, istesen hazırlardık yani. Borcun 7 bin lira.”
“Mafya mısınız siz?”
Derken bir gün, açlıktan kırılırken lahmacuncuya gidiyorum. “Ya şu lahmacun hakkımı versenize, zaten almadığım halde borç yazıyorsunuz, bari yiyeyim, karnım aç” diyorum. “Veremeyiz” diyorlar, “önce şimdiye kadar yemediğiniz lahmacunların parasını ödemeniz lâzım”
…
Geçtiğimiz hafta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu’nun GSS ile ilgili açıklamaları olmuştu, buna göre; Türkiye genelinde 5 milyon 390 bin 455 kişi, gelir testi yaptırma yükümlülüğünde olmasına rağmen yaptırmamış! Bu durumdaki kişilerin toplam borcu: 10 milyar 962 milyon 923 bin lira! Kişi başı ortalama borç: 2 bin 33 TL. Çoğu bunun farkında değil, farkında olanlar da protesto maksadıyla veya en yakın seçime doğru bir borç silinmesi umudu ile borçlarını ödememekte ve borç günden güne artmakta.
Üniversiteyi kazanıncaya kadar hayatı donduran gençler, üniversite sonrasında da GSS’ye takılmamak için ilk hedef olarak sigortalı bir işe kapak atmayı düşünüyor velâkin bu sefer karşılarına askerlik yapmadıkları gerçeği çıkıyor. Tecrübesiz ve askerliğini yapmamış birine işverenler fazla sıcak bakmazlar tabi. Askerlik, iş derken evlilik yoluna giren bir genç, cesaret, şevk ve azim isteyen girişimcilik kapısını artık kapatmıştır, geçmiş olsun.
Geriye kalıyor üniversite yılları… Ümit ve hayallerin zirvede olduğu bu seneler de öğrenciler için maalesef, maddî olarak yokluk içerisinde geçer. Doğru düzgün ev ve mutfak eşyası alamaz, ama bilgisayarının fiyatı ikinci el bir araba fiyatı ile yarışabilir. Cep telefonları da full aksesuarlı ve son modellerden olur, ancak içerisinde dakikası ve interneti olmaz. Evdeki internet de komşularla ortak kullanılan internet olur ve ayın ilk haftasında adil kullanım kotasının hışmına uğrarlar.
Peki saydığımız bütün engellerden sıyrılarak bir şeyler yapmaya çalışanlar yok mudur? Tabiî ki vardır, ancak onları da bekleyen başka engeller vardır. Meselâ tüzel bir kişilik altında yapılmayan işleri kimse kaale almayacağı için şirket kurulması gerekir. Bu da herkese potansiyel “vergi kaçakçısı” muamelesi yapılan yerde çok zordur. Füze kalkanı alım şartnamesinin bir inşaat projesi şartnamesinden devşirildiği memleketimizde maalesef internet, mobil ve yazılım gibi teknolojik altyapıya dayanan projelere verilen teşvik ve destekler de bu tarz projelerin ruhuna ve özel yapısına uygun olmayabiliyor.
Sonuç olarak, kin ve garez kapıları kapanıp, garaj kapıları gençlerimize açılırsa, küresel projelere ev sahipliği yapabileceğimizi görürüz.
Haydi gençler, garajlara!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yuzde-onluk-garaj_391210
Tarih: 28 Mart 2016
Neden olmaz, çünkü gençliğimizin önünde üretici düşünceyi kısıtlayan birtakım engeller var:
Bir kere, ilk ve ortaöğretim çağlarında gençlerimizin önünde sürekli sınav hedefleri var. İlkokul sonunda özel ortaokullara burslu olarak yerleşmek isteyenler okulların sınavlarına giriyor. Ortaokulda TEOG sınavları var. Aslında ortaokul ve lise sınavlarının tamamı bir hedefe matuf; iyi bir üniversitede iyi bir bölüm kazanmak! Aileler de çocukların hayatının tek gerçeği buymuş gibi davranıyorlar. Çocuk bir spora mı meraklı, “üniversiteyi bir kazan, sonra istediğini yaparsın”. Yabancı dil mi öğrenmek istiyor, “nasıl olsa üniversitede hazırlık okursun, orada öğrenirsin”. Haftaiçi okul, haftasonu dersane, kurs veya özel ders derken, çocukların hobi edinmeye zamanı kalmıyor. Anadolu’da bırakın garaj bulmayı, kışın tek odada soba yandığı için rahat bir çalışma ortamı bile bulamıyor.
4+4+4 sistemi ile birlikte, artık lise bittiğinde 18 yaşında olması garanti edilmiş olan gencimizi bekleyen bir başka sürpriz var: GSS primi! “YGS’yi anladık da, ya GSS primi nasıl bir engeldir?” derseniz, devlet gencimize diyor ki: “18 yaşına geldiğine göre artık anan-baban sana bakmak zorunda değil, sigortalarından faydalanamazsın. Kendi sigortanın çaresine kendin bakacaksın.” Gencimiz cevaben “ama ben çalışmıyorum ki, paramı babam veriyor hâlâ… hem daha üniversite sınavına yeni girdik, söz bir yere yerleşeceğim” dese de, kendisine “evine gelir, testimizi yaparız, hem korkma dediğin gibi fakirsen sana prim ödetmeyiz be oğlum!” denir. Gelirler, gelir testi yaparlar ve derler ki “bu evin bir maaşı var, baban zorunda olmasa da sana bakıyor. Yani senin gelirin var. Ailede 4 kişisiniz, böl maaşı dörde, ne etti: 750 TL”. Babasının sigortasını kabul etmeyen devlet, babasının parasını gelir sayıyor ve bu gencimize aylık 65.88 TL tutarında bir prim çıkıyor. Meselâ adam başı gelir 1647 TL ile 3294 TL arasında olsaydı gencimizin aylık ödemesi gereken tutar 197.64 TL olacaktı. Allah muhafaza gelir testi yaptırmayan veya adam başı gelir tutarı 3294 TL ve yukarısı olanlar için sıkı durun: 395.28 TL! Kira gibi yemin ediyorum. Peki karşılığında ne alınıyor bu primin? Doğrudan bir ürün veya hizmet alınmıyor aslında. Yani “ya bir şey olursa” diye peşinen ödenecek bir meblâğ. GSS ile ilgili en güzel ve veciz anlatımı Yeni Yüzyıl Gazetesi’nde “Beyinsiz Adam” rumuzuyla yazan köşeyezarı yapmış. 12 Ocak 2016 tarihli yazısında “lahmacuncu” analojisi kuran yazar şöyle diyor:
…
Bir lahmacuncu var, sizi arıyor ve “Kardeş senin için lahmacun hazırladık, istediğin zaman gel al” diyor.
“Hayırdır ne alâka?… İstemiyorum” diyorsunuz. “Biz istiyoruz” diyorlar. Aradan yıllar geçiyor ve lahmacuncu sizi arıyor.
“Kardeş şu lahmacunların parasını ödesen?”
“Ne lahmacunu?”
“Biz üç yıldır her gün sana lahmacun hazırlıyoruz. Aslında hazırlamıyoruz da, istesen hazırlardık yani. Borcun 7 bin lira.”
“Mafya mısınız siz?”
Derken bir gün, açlıktan kırılırken lahmacuncuya gidiyorum. “Ya şu lahmacun hakkımı versenize, zaten almadığım halde borç yazıyorsunuz, bari yiyeyim, karnım aç” diyorum. “Veremeyiz” diyorlar, “önce şimdiye kadar yemediğiniz lahmacunların parasını ödemeniz lâzım”
…
Geçtiğimiz hafta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu’nun GSS ile ilgili açıklamaları olmuştu, buna göre; Türkiye genelinde 5 milyon 390 bin 455 kişi, gelir testi yaptırma yükümlülüğünde olmasına rağmen yaptırmamış! Bu durumdaki kişilerin toplam borcu: 10 milyar 962 milyon 923 bin lira! Kişi başı ortalama borç: 2 bin 33 TL. Çoğu bunun farkında değil, farkında olanlar da protesto maksadıyla veya en yakın seçime doğru bir borç silinmesi umudu ile borçlarını ödememekte ve borç günden güne artmakta.
Üniversiteyi kazanıncaya kadar hayatı donduran gençler, üniversite sonrasında da GSS’ye takılmamak için ilk hedef olarak sigortalı bir işe kapak atmayı düşünüyor velâkin bu sefer karşılarına askerlik yapmadıkları gerçeği çıkıyor. Tecrübesiz ve askerliğini yapmamış birine işverenler fazla sıcak bakmazlar tabi. Askerlik, iş derken evlilik yoluna giren bir genç, cesaret, şevk ve azim isteyen girişimcilik kapısını artık kapatmıştır, geçmiş olsun.
Geriye kalıyor üniversite yılları… Ümit ve hayallerin zirvede olduğu bu seneler de öğrenciler için maalesef, maddî olarak yokluk içerisinde geçer. Doğru düzgün ev ve mutfak eşyası alamaz, ama bilgisayarının fiyatı ikinci el bir araba fiyatı ile yarışabilir. Cep telefonları da full aksesuarlı ve son modellerden olur, ancak içerisinde dakikası ve interneti olmaz. Evdeki internet de komşularla ortak kullanılan internet olur ve ayın ilk haftasında adil kullanım kotasının hışmına uğrarlar.
Peki saydığımız bütün engellerden sıyrılarak bir şeyler yapmaya çalışanlar yok mudur? Tabiî ki vardır, ancak onları da bekleyen başka engeller vardır. Meselâ tüzel bir kişilik altında yapılmayan işleri kimse kaale almayacağı için şirket kurulması gerekir. Bu da herkese potansiyel “vergi kaçakçısı” muamelesi yapılan yerde çok zordur. Füze kalkanı alım şartnamesinin bir inşaat projesi şartnamesinden devşirildiği memleketimizde maalesef internet, mobil ve yazılım gibi teknolojik altyapıya dayanan projelere verilen teşvik ve destekler de bu tarz projelerin ruhuna ve özel yapısına uygun olmayabiliyor.
Sonuç olarak, kin ve garez kapıları kapanıp, garaj kapıları gençlerimize açılırsa, küresel projelere ev sahipliği yapabileceğimizi görürüz.
Haydi gençler, garajlara!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yuzde-onluk-garaj_391210
Tarih: 28 Mart 2016
SAP'la Samanı Gelir Zamanı
“Basın özgürlüğü kırmızı çizgimizdir” demişti Başbakanımız. Oysa
hükümet politikalarına muhalefetleriyle meşhur televizyon kanalları ve
gazeteler, bir biri ardınca susturuluyor.
Yöntem şu: Önce mahkeme marifetiyle bu işletmelere “kayyım” atanıyor, sonra zarar ettiği gerekçesiyle kapatılıyor. Çizgiler o kadar çoğaldı ki, bir kâğıda yanyana çiziliyor olsa, kâğıdın tamamını kırmızı renk kaplardı ve bir kırmızı kart oluşurdu. Kartı başbakanımıza gösterip sormak istiyorum: “Hâlâ aynı çizgide misiniz?”
Kayyım atamalarını ilk üç gününde ben de destekledim. Sonuçta “bağımsız” yargımızın kararıydı. “Bir kaç sinirli genç” kayyım öfkelenmiş olabilirdi, olaya öyle bakmak lâzımdı. Kesinlikle siyasî olmadığını söylüyordu devlet büyükleri. Meselenin bir kaç ağaç olduğunu sanıyordum hatta. Sonra keyfi işten çıkarmalar, şahsî mülklere el koyma haberleri derken, iş, televizyon ve gazetelerin kapanmasına kadar varınca desteklemekten vazgeçtim.
Zamanın birinde, Diyanet tarafından belirlenen ve bütün camilere gönderilen bir Cuma hutbesinde konu “yaban hayvanlarının hayatının korunması” olunca, imamımız hutbe konusunun cemaatin mistik beklentilerini yerine getiremediğini zannetmiş olmalı ki, konuya biraz daha kutsiyet atfetmek amaçlı olduğunu düşündürecek bir tarzda, “av hayvanları” derken “h” harfini Arapça “ha” sesiyle ve olabildiğince gırtlaktan söylemişti. Maalesef bu hamle gerekli kudsiyyetin elde edilmesini sağlamadığı gibi cemaat arasında gülüşmelere de sebep olmuştu. Kayyımlar vasıtasıyla el koymalara ma’şeri vicdanı rahatlatacak bir gerekçe sağlamayı kendisine görev edinen Sabah gazetesi, şöyle bir haber yaptı: “Boydak Holding’deki aramasını sürdüren polis, holding bünyesinde SAP adı verilen bir işletim sisteminin kullanıldığını belirledi. Yazılımın İpek Koza Grubu ve Kaynak Holding’de kullanılan yazılımla birebir aynı olması dikkat çekti.”
Haberdeki “işletim sistemi” sözünü duyunca “unutulmuş birer birer, eski DOS’lar, eski DOS’lar…” dedim. SAP bir işletim sistemi değildi, ama bir “Kaynak” planlama yazılımıydı. Bu bile yeterli bir itiraf kabul edilebilirdi. Kaynak Holding, hain planlarını bu yazılımla geliştiriyordu demek! Üstelik Alman malı bir yazılımdı. Almanlar, 3. Havaalanını yapacağımızı 40 sene önce hesaplamış olmalıydı ki 1972 yılında SAP firmasını kurmuşlardı. Fransızlar da Almanlar’a kaptırdıkları Alsace-Lorraine’in acısını unutmamışlardı. Öyleyse Fransız tipi yarı başkanlık modeli neden bize uymasındı?
Hemen ardından Akşam gazetesi bir haberinde “Paralelin merkez üssünden ‘hayalet hat’ çıktı. Thin Client adlı cihazla 81 ilden toplanan verilerin Zaman üzerinden Pensilvanya’ya gönderildiği, aynı sistemle Gülen’in talimatlarının yayıldığı belirlendi” dedi. Zaman tersten okununca ne oluyor? Namaz! “Thin Client” bilgisayarlar da o zaman namaz “kılaynt” cihazlar mıydı? Peki mezhepleri neydi, Microsofî miydi Mackî miydi? Bu ayrıntıların hiçbiri haberde yoktu. “Hayalet hat” deyince Akşam okuyucuları, “sevimli hayalet” manasındaki bir bilgisayar markasının ürünlerinin kullanıldığı ve dolayısıyla o markanın “paralelci” olduğu zehabına kapılabilirdi. Haberde eksikler maalesef çoktu. Peki, ideal bir havuz haberi nasıl olurdu?
ALTERNATİF HAVUZ HABERİ METNİ
“Bilgisayarlar incelendiğinde LPT portlarına rastlandı. (Bu portların “paralel port” olarak bilindiğini söylemek lâzım) Ayrıca USB portları iptal edilmiş, “USD” portlar para transferlerinde kullanılmaya başlanmıştı. Bütün bilgiler özel sanal “ağlar” kullanılarak “server”de toplanıyordu (“ağlar deyince aklınıza kim geliyor?” vurgusu yapmak için ağlar kelimesini tırnak içinde yazdım, anlayın). Server, cemaatin bilişim imamının kod adıdır.
Gazete içerisinde sağlıksız ortamlarda yazılım geliştirildiği gözden kaçmadı. Bilgisayar masalarının üstünde duran kocaman fareler, bizi görünce saklanmadı bile. Kafasının sekiz bitlik işlemciyle çalıştığı anlaşılan yazılımcı “Bu yazılımları evde çocuklarınıza gönül rahatlığıyla kullandırabiliyor musunuz?” şeklindeki sorumuzu da cevapsız bıraktı.
Ablalarda “Apple”
Ablaların kaldığı yurt binalarında Apple cihazları bulundu. Apple efemine ürün ve sistem isimleriyle adeta Türk milletinin yerli ve millî ahlâkını bozmak için çalışan bir firmadır. İlk bilgisayarının ismi “macintosh” gibi hafifmeşrep bir kelime, hadi bunu bir kenara yazalım. Sonraki nesil ürünlerin isimlerinin “ay” ön eki ile başlıyor olması ve işletim sisteminin isminin “ayos” olması (ayol der gibi!) kötü niyetlerini ortaya koymaktadır.”
Apple ile ilgili kurgu çok uçuk geldiyse ve “yok artık!” diyorsanız, SAP ve Thin Client ile ilgili Sabah ve Akşam gazetelerinin yayınlanmış haberlerini bir daha okumanızı tavsiye ederim. Sabah haberi apar topar kaldırdı siteden, kendi sayfasında bile yok.
“Kayyım hizmetimizden herkes faydalanabilir” mesajı vermek ve gündemi değiştirmek için farklı hamleler yapabilirler. Evlilik programında adaylar arasına kaçak elektrik çektiği tesbit edilen Flash Tv için kayyım ataması yapıldığını duysam şaşırmam. Tabiî her seçimde olduğu gibi eş seçiminde de elektrik önemlidir diyorum ve sıradaki kayyımı bütün sevenlere armağan ediyorum.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/sapla-samani-gelir-zamani_389483
Tarih: 14 Mart 2016
Yöntem şu: Önce mahkeme marifetiyle bu işletmelere “kayyım” atanıyor, sonra zarar ettiği gerekçesiyle kapatılıyor. Çizgiler o kadar çoğaldı ki, bir kâğıda yanyana çiziliyor olsa, kâğıdın tamamını kırmızı renk kaplardı ve bir kırmızı kart oluşurdu. Kartı başbakanımıza gösterip sormak istiyorum: “Hâlâ aynı çizgide misiniz?”
Kayyım atamalarını ilk üç gününde ben de destekledim. Sonuçta “bağımsız” yargımızın kararıydı. “Bir kaç sinirli genç” kayyım öfkelenmiş olabilirdi, olaya öyle bakmak lâzımdı. Kesinlikle siyasî olmadığını söylüyordu devlet büyükleri. Meselenin bir kaç ağaç olduğunu sanıyordum hatta. Sonra keyfi işten çıkarmalar, şahsî mülklere el koyma haberleri derken, iş, televizyon ve gazetelerin kapanmasına kadar varınca desteklemekten vazgeçtim.
Zamanın birinde, Diyanet tarafından belirlenen ve bütün camilere gönderilen bir Cuma hutbesinde konu “yaban hayvanlarının hayatının korunması” olunca, imamımız hutbe konusunun cemaatin mistik beklentilerini yerine getiremediğini zannetmiş olmalı ki, konuya biraz daha kutsiyet atfetmek amaçlı olduğunu düşündürecek bir tarzda, “av hayvanları” derken “h” harfini Arapça “ha” sesiyle ve olabildiğince gırtlaktan söylemişti. Maalesef bu hamle gerekli kudsiyyetin elde edilmesini sağlamadığı gibi cemaat arasında gülüşmelere de sebep olmuştu. Kayyımlar vasıtasıyla el koymalara ma’şeri vicdanı rahatlatacak bir gerekçe sağlamayı kendisine görev edinen Sabah gazetesi, şöyle bir haber yaptı: “Boydak Holding’deki aramasını sürdüren polis, holding bünyesinde SAP adı verilen bir işletim sisteminin kullanıldığını belirledi. Yazılımın İpek Koza Grubu ve Kaynak Holding’de kullanılan yazılımla birebir aynı olması dikkat çekti.”
Haberdeki “işletim sistemi” sözünü duyunca “unutulmuş birer birer, eski DOS’lar, eski DOS’lar…” dedim. SAP bir işletim sistemi değildi, ama bir “Kaynak” planlama yazılımıydı. Bu bile yeterli bir itiraf kabul edilebilirdi. Kaynak Holding, hain planlarını bu yazılımla geliştiriyordu demek! Üstelik Alman malı bir yazılımdı. Almanlar, 3. Havaalanını yapacağımızı 40 sene önce hesaplamış olmalıydı ki 1972 yılında SAP firmasını kurmuşlardı. Fransızlar da Almanlar’a kaptırdıkları Alsace-Lorraine’in acısını unutmamışlardı. Öyleyse Fransız tipi yarı başkanlık modeli neden bize uymasındı?
Hemen ardından Akşam gazetesi bir haberinde “Paralelin merkez üssünden ‘hayalet hat’ çıktı. Thin Client adlı cihazla 81 ilden toplanan verilerin Zaman üzerinden Pensilvanya’ya gönderildiği, aynı sistemle Gülen’in talimatlarının yayıldığı belirlendi” dedi. Zaman tersten okununca ne oluyor? Namaz! “Thin Client” bilgisayarlar da o zaman namaz “kılaynt” cihazlar mıydı? Peki mezhepleri neydi, Microsofî miydi Mackî miydi? Bu ayrıntıların hiçbiri haberde yoktu. “Hayalet hat” deyince Akşam okuyucuları, “sevimli hayalet” manasındaki bir bilgisayar markasının ürünlerinin kullanıldığı ve dolayısıyla o markanın “paralelci” olduğu zehabına kapılabilirdi. Haberde eksikler maalesef çoktu. Peki, ideal bir havuz haberi nasıl olurdu?
ALTERNATİF HAVUZ HABERİ METNİ
“Bilgisayarlar incelendiğinde LPT portlarına rastlandı. (Bu portların “paralel port” olarak bilindiğini söylemek lâzım) Ayrıca USB portları iptal edilmiş, “USD” portlar para transferlerinde kullanılmaya başlanmıştı. Bütün bilgiler özel sanal “ağlar” kullanılarak “server”de toplanıyordu (“ağlar deyince aklınıza kim geliyor?” vurgusu yapmak için ağlar kelimesini tırnak içinde yazdım, anlayın). Server, cemaatin bilişim imamının kod adıdır.
Gazete içerisinde sağlıksız ortamlarda yazılım geliştirildiği gözden kaçmadı. Bilgisayar masalarının üstünde duran kocaman fareler, bizi görünce saklanmadı bile. Kafasının sekiz bitlik işlemciyle çalıştığı anlaşılan yazılımcı “Bu yazılımları evde çocuklarınıza gönül rahatlığıyla kullandırabiliyor musunuz?” şeklindeki sorumuzu da cevapsız bıraktı.
Ablalarda “Apple”
Ablaların kaldığı yurt binalarında Apple cihazları bulundu. Apple efemine ürün ve sistem isimleriyle adeta Türk milletinin yerli ve millî ahlâkını bozmak için çalışan bir firmadır. İlk bilgisayarının ismi “macintosh” gibi hafifmeşrep bir kelime, hadi bunu bir kenara yazalım. Sonraki nesil ürünlerin isimlerinin “ay” ön eki ile başlıyor olması ve işletim sisteminin isminin “ayos” olması (ayol der gibi!) kötü niyetlerini ortaya koymaktadır.”
Apple ile ilgili kurgu çok uçuk geldiyse ve “yok artık!” diyorsanız, SAP ve Thin Client ile ilgili Sabah ve Akşam gazetelerinin yayınlanmış haberlerini bir daha okumanızı tavsiye ederim. Sabah haberi apar topar kaldırdı siteden, kendi sayfasında bile yok.
“Kayyım hizmetimizden herkes faydalanabilir” mesajı vermek ve gündemi değiştirmek için farklı hamleler yapabilirler. Evlilik programında adaylar arasına kaçak elektrik çektiği tesbit edilen Flash Tv için kayyım ataması yapıldığını duysam şaşırmam. Tabiî her seçimde olduğu gibi eş seçiminde de elektrik önemlidir diyorum ve sıradaki kayyımı bütün sevenlere armağan ediyorum.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/sapla-samani-gelir-zamani_389483
Tarih: 14 Mart 2016
Sayısallaştırmak Siyasallaştırmaktır
Yönetim işleriyle uğraşan herkes duymuştur muhakkak: “Ölçemediğiniz şeyi yönetemezsiniz”. Yönetilmesi istenen şey kâr maksadıyla kurulmuş ticarî bir şirketse, problem yok. Ölçmeli, biçmeli ve öyle yönetmeli şirketi. İş planları yapılırken ve çalışanlara perfomans hedefleri tayin edilirken hedeflerin; belirli (Spesific), ölçülebilir (Measurable), kabul edilen(Accepted), makul(Realistic) ve zamanlanabilir(Timely) olmasının yönetilebilirlik açısından sağlıklı olacağını salık veriyor uzmanlar. İngilizce karşılıklarının baş harflerini yanyana getirdiğimizde “SMART” kelimesi elde ediliyor ki, bu, dilimize “akıllı, zeki” diye çevirebileceğimiz İngilizce bir kelime oluyor.
Ölçülebilir olan hedeflerin değerlendirilmesi kolaylaşır. Janjanlı grafiklerin içerisinde bir renk ve yerli yersiz kullanılan yüzdeli ifadelerin yanında bir rakam olarak durup, dönem sonu raporlarını süslerler. Bu ölçülere göre kurumlara ve kişilere “başarılı” veya “başarısız” diyebiliyoruz. Başarılı olanlar bunun karşılığını terfî veya maddî bir ücret ile alırlar. Ulaşılabilecek makamlar bellidir ve o makamlara ulaşmak için yapılması gerekenler de bilinir. Yöneticileri, hedefleri SMART’an çalışanların nefislerini ŞIMART’ırlar. Aynı makama genelde birden fazla talip çıkar ve rekabet ortamı oluşur.
Ölçmek, bir etiket yapıştırmak, bir kalıba koymak, yani kısaca sayısallaştırmak, sayısallaştırılan şeyi yönetilebilir bir forma sokarak siyasetin nesnesi haline getirmektir ve onun için bir taraf belirtmektir. Sözleri Bülent Ortaçgil’e ait olan “Beni Kategorize Etme” şarkısını ben yazmış olsam, sonuna “sayısallaştırma beni, siyasallaştırma” dizesini de eklerdim. Özellikle şu kısmına:
“…
Matematikleştirme beni
Çarpma, bölme
Toplama, çıkartma
Beni hesaplaştırma
Sayısallaştırma beni, siyasallaştırma
Mekanikleştirme beni
Otomatikleştirme
Beni yarıştırma onla, bunla
Karşılaştırma
…”
Soyut kavramlar söz konusu olduğunda, sayısal büyüklüklerin ölçü olarak kullanılması yanlış olur. Sevginin veya nefretin büyüklüğü nasıl ölçülür mesela? Ancak bu duyguların kişilere yaptırdığı fiillerin ölçüsüyle bağdaştırarak aşağı yukarı bir fikir sahibi olabiliyoruz. İslam dininde manevî makamlar, sevaplar ve günahlar kesin bir ölçü ile ifade edilmemiştir. Hiçbir günahı küçümsememek gerekir, çünkü “her bir günah içerisinde küfre gidecek bir yol vardır”. Hiçbir iyiliği de aynı şekilde küçümsememek gerekir, Allah’ın rızasını kazandıran amelin tam olarak hangisi olduğunu bilemeyiz.İnsanlar içinde “veli”ler gizlenmiştir. Kadir Gecesi mübarek Ramazan Ayı içerisindedir, ancak günü kesin olarak belirtilmemiştir. Cuma gününde duaların kabul edildiği bir saat vardır, gün içerisinde tam olarak hangi saatte olduğu belirtilmemiştir. Hangi ibadetin sevabının tam olarak ne kadar olduğu konusunda kesin bir ölçü verilmemiş, ancak akla yaklaştırmak, az mı, çok mu olduğunu belirtmek veya teşvik etmek için bazı ifadeler kullanılmıştır. Kesin ve nesnel bir metrik kullanılmadığı için mü’minler sürekli olarak “havf ve reca” ortasında olurlar. Bir yandan yaptıkları ibadetlerin kabulü noktasında ümitli olup bu ümit ile şevkleri artmakta, bir yandan da “ya kabul olmadıysa!” endişesi ile gurura ve fahre düşmeden, Allah’a sığınarak ibadet etmektedirler. Aynı şekilde rahmet hazinesinden geldiği fark edilen bir bereket olduğunda “saymayın ve ölçmeyin” derler. Sayıldığı anda o bereketin kesildiğine dair pek çok hikâye vardır. Buradaki sır, gelen nimetin doğrudan Mün’im-i Hakikî’den geldiğini hissetmektir. Kur’ân’ın ifadesiyle o rızıklar “min haysu la yehtasib”, yani hesap edilmediği yerden gelirler. Ne vakit o bereket, matematiksel alana çekilip hesap edilebilir hale gelse, sırları kaybolur.
Bilinmeyenin gizemi ve heyecanı bambaşkadır. Dinimiz, zihinlerin sürekli olarak uyanık kalıp gaflete dalmaması, ihlâsın devam etmesi ve artan bir şevk ve merakla ibadetlerin yerine getirilmesi için bazı şeyleri müphem bırakmıştır. Bir illüzyon gösterisinden önce illüzyonist, yapacağı gösterinin sırrını anlatsa herhalde seyircileri de kalmayacaktır. Yani insanlara düşen vazifesini yapıp tevekkül etmek ve vazife-i İlahî’ye karışmayarak neticeyi Allah’tan beklemektir. Nur mesleğinde ilerleyenlerin uyması gereken ihlâs düsturlarından biri de budur.
Hizmet, maddî imkânlarla daha geniş alana yayılabiliyorsa da, maddî imkânların bulunması şart değildir. Maddî imkânlar arttıkça hesap kitap artar velâkin, “hesap” işleri, kitap işlerinin önüne geçmeye başlar. Yapılan hizmetler ölçülmeye başlayınca ihlâs sırrı zedelenir, “Kutub” yetiştiren bir cemaat iken kutuplaşan bir cemaate dönüşüm gerçekleşir, ki son derece tehlikelidir! Allah isterse en geniş imkânları, hiç hesapta olmadığı halde hizmette kullanılmak üzere gönderebilir veya var olan imkânları imtihan sırrıyla bir anda kaybettirebilir. Risale-i Nur hizmetinde kitap basım işini hesap-kitap mihengiyle değerlendirip, “bu güzel hakikatleri sadece benim gibi düşünenler bassın” denilmez ve bu konuda yasal düzenlemelerin çıkması için katkıda bulunulmaz. Aslolan hakikatlerin intişarı ise, intişar hizmetine ne kadar yardımcı çıkarsa sevinilir. Nitekim neşriyat hizmetini belli bir zümreye hasretmek düşüncesi, dayatılmış bir metinle karşılaşmak gibi bir netice verdi ve haklı bir hukuk mücadelesi sonucunda aslına uygun basmak kaydıyla isteyen herkesin basım için bandrol alabildiği şekle getirildi. Allah, bu konuda emeği geçen herkesten razı olsun, devletin kurumlarının da Risale-i Nur eserlerini aslına sadık kalarak basmasını nasip etsin.
Link: http://www.gencyorum.com.tr/sayisallastirmak-siyasallastirmaktir
Bank Acılar
Son dönemlerde neredeyse her gün onlarca, hatta bazen yüzlerce ölüm haberi almaya başladık.
Trafik terörü, silâhlı terör eylemleri, Avrupa’ya geçmek isteyen mültecilerin denize düşüp boğulması hadiseleri… Gittikçe kanıksamış bir halde dinliyoruz artık rakamları ve bir istatistik verisi olmanın ötesine geçmemeye başlıyor. Tek haneli rakamlar önemsizmiş gibi gelebiliyor bazen, yüzlerce ölüm haberini tekrar tekrar duyunca… Oysa her bir insan bir âlem ve ölüm de o âlemin kıyameti… Ateş düştüğü yeri yakıyor; vefat eden bir babaysa, evlâtları kaç yaşında olursa olsun yetim kalıyor, evlâtsa yürekten bir parça koparıp gidiyor ve hakeza…
“Bir İsviçre’linin yılda ancak 1 kez yaşadığı olayları biz hergün yaşıyoruz. Dolayısıyla kabullenme ve kanıksama eşiğimiz çok yüksek”. Sonunda İsviçre’ye fark attığımız bir konu bulunmuş oldu: Acılarımız! Acı fazlamızı zayi etmeden ve adeta İsviçre’ye nazire yaparak bir bankada biriktirmemiz uygun olmaz mı? Böyle bir bankamız olsa adı “Bank Acılar” olurdu her halde.
Peki nasıl çalışacak bu banka?
Bank Acılar, her dünya görüşündeki insanımıza hitap etmelidir. Meselâ acılarının vadeli olarak değerlendirilmesini isteyen müşteriler için vade dolduğunda sabit oranda çile dolduran “Çil Çil Çile” hesabı kullanılabilirken, acılarını “katıla katıla” ağlayarak değerlendirmek isteyen müşteriler de mağdur edilmemeli ve onlar da bir katılım hesabı açabilmelidir.
Bank Acılar, müşterilerini ve müşteri adaylarını telefonla arayıp sık sık rahatsız edecektir. Saçma sapan kampanyalar hakkında bildirim yapmak veya banka kasasını doldurma amacına matuf olarak, bir ürün satışı yapmak isteyen değerli müşteri temsilcilerinin altın değerindeki zamanlarını boşa harcamamak adına, sistem kurbanı -pardon- müşteriyi arayacak ve müşteriye ulaşılırsa, sanki müşteri bankayı aramış gibi hatta bekletilecektir. Kendisini aramaya tenezzül eden bankanın bu teveccühü karşısında mahcubiyet duyacak olan müşteri, “birazdan bir müşteri temsilcisine bağlanacak” olmanın kıvancıyla gönenecektir.
Bank Acılar Müşteri Temsilcisi: BAMT, Müşteri: M.
BAMT: İyi günler M bey, kalite standartlarımız gereği görüşmemiz kayıt altına alınacaktır, size nasıl yardımcı olabilirim?
M: İyi günler, bilemiyorum siz beni aradınız. Madem aradınız, sorayım o halde ne iş yaparsınız siz?
BAMT: İzah edeyim: yastık altında biriktirdiğiniz acılarınızı sizden alıp değerlendiriyoruz. Ayağını yorganına göre uzatamayan ve acı ihtiyacı olan kişilere satıyoruz.
M: Yastık, yorgan… maşaallah yatak odamıza kadar giriyorsunuz demek. İstemiyorum kardeşim, var olan hesabımı da kapatmak istiyorum, ne kadar acım varsa hepsini şimdi çekeceğim.
BAMT: Anlıyorum, ancak maalesef günlük acı çekme limitimiz kadar acı çekebilirsiniz.
M: Kardeşim acı benim değil mi? Tamamını ben çekmek istiyorum.
BAMT: Hesabınızı kontrol ediyorum… Acılarınızı vadeli çile hesabında tutuyormuşsunuz ve henüz dolmamış. Yine de acı çekmek istiyorsanız Kredili Acı Fonu’ndan aktarım yapacağım. Acı kredisi kullanabilmek için Ferdi hayat sigortası yaptırmanız gerekecek yalnız, onaylıyor musunuz?
M: Tamam, ama Ferdi hayat sigortasını Müslüm Bank’tan yaptırsam olur mu?
BAMT: Olur… yarın acınız hesabınıza yatmış olur.
..
Zamanla Müslüm Bank, Orhan Bank, Emrah Kredi ve Arab-Esk Katılım Bankası gibi alternatifleri de çıkacak ve sektörde ürün ve hizmet çeşitliliği artacaktır. Teknolojinin elverdiği bütün imkânlar kullanılarak otomatik acı çekme makineleri AHM’ler halkın kolaylıkla erişebileceği mekânlarda 7/24 kesintisiz hizmete sunulacaktır.
Sektörün gelişmesini fırsat bilip yeni suistimal yöntemleri de geliştirenler de çıkacaktır. Bunlarla mücadele etmek için Terör Acıları ve kara ağıtlarla Saçları Ağartmanın önlenmesi Komisyonu (TASAK) kurulmalıdır. Bu komisyon kaçak çalışan umut tacirlerini izlemeli ve kayıtdışı kazandırdıkları acıları tesbit ederek gerekli cezaları kesmelidir.
Acı bankaları, rekabetin etkisi ve acı piyasasının şartlarının zorlaşmasıyla çalışanlarına acımasız acı hedefleri belirleyecek ve hedeflerini tutturamayanların iş akdini feshedecektir. Bir acı bankasından atılan personel, başka hiçbir bankada çalıştırılmamalı ki, bütün çalışanlar için “ibret-i alem” olsun.
***
Ülkemizde “Terörün finansmanını” önlemek için kanun vardır ve bankacılık faaliyetleri bu kapsamda gözetim altında tutulmaktadır. Meselenin “Finansman terörü” yönü incelense ilginç sonuçlar çıkacağı kesindir. “Bank Acılar” kadar trajik olur mu bilemem…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bank-acilar_388545
Tarih: 7 Mart 2016
Trafik terörü, silâhlı terör eylemleri, Avrupa’ya geçmek isteyen mültecilerin denize düşüp boğulması hadiseleri… Gittikçe kanıksamış bir halde dinliyoruz artık rakamları ve bir istatistik verisi olmanın ötesine geçmemeye başlıyor. Tek haneli rakamlar önemsizmiş gibi gelebiliyor bazen, yüzlerce ölüm haberini tekrar tekrar duyunca… Oysa her bir insan bir âlem ve ölüm de o âlemin kıyameti… Ateş düştüğü yeri yakıyor; vefat eden bir babaysa, evlâtları kaç yaşında olursa olsun yetim kalıyor, evlâtsa yürekten bir parça koparıp gidiyor ve hakeza…
“Bir İsviçre’linin yılda ancak 1 kez yaşadığı olayları biz hergün yaşıyoruz. Dolayısıyla kabullenme ve kanıksama eşiğimiz çok yüksek”. Sonunda İsviçre’ye fark attığımız bir konu bulunmuş oldu: Acılarımız! Acı fazlamızı zayi etmeden ve adeta İsviçre’ye nazire yaparak bir bankada biriktirmemiz uygun olmaz mı? Böyle bir bankamız olsa adı “Bank Acılar” olurdu her halde.
Peki nasıl çalışacak bu banka?
Bank Acılar, her dünya görüşündeki insanımıza hitap etmelidir. Meselâ acılarının vadeli olarak değerlendirilmesini isteyen müşteriler için vade dolduğunda sabit oranda çile dolduran “Çil Çil Çile” hesabı kullanılabilirken, acılarını “katıla katıla” ağlayarak değerlendirmek isteyen müşteriler de mağdur edilmemeli ve onlar da bir katılım hesabı açabilmelidir.
Bank Acılar, müşterilerini ve müşteri adaylarını telefonla arayıp sık sık rahatsız edecektir. Saçma sapan kampanyalar hakkında bildirim yapmak veya banka kasasını doldurma amacına matuf olarak, bir ürün satışı yapmak isteyen değerli müşteri temsilcilerinin altın değerindeki zamanlarını boşa harcamamak adına, sistem kurbanı -pardon- müşteriyi arayacak ve müşteriye ulaşılırsa, sanki müşteri bankayı aramış gibi hatta bekletilecektir. Kendisini aramaya tenezzül eden bankanın bu teveccühü karşısında mahcubiyet duyacak olan müşteri, “birazdan bir müşteri temsilcisine bağlanacak” olmanın kıvancıyla gönenecektir.
Bank Acılar Müşteri Temsilcisi: BAMT, Müşteri: M.
BAMT: İyi günler M bey, kalite standartlarımız gereği görüşmemiz kayıt altına alınacaktır, size nasıl yardımcı olabilirim?
M: İyi günler, bilemiyorum siz beni aradınız. Madem aradınız, sorayım o halde ne iş yaparsınız siz?
BAMT: İzah edeyim: yastık altında biriktirdiğiniz acılarınızı sizden alıp değerlendiriyoruz. Ayağını yorganına göre uzatamayan ve acı ihtiyacı olan kişilere satıyoruz.
M: Yastık, yorgan… maşaallah yatak odamıza kadar giriyorsunuz demek. İstemiyorum kardeşim, var olan hesabımı da kapatmak istiyorum, ne kadar acım varsa hepsini şimdi çekeceğim.
BAMT: Anlıyorum, ancak maalesef günlük acı çekme limitimiz kadar acı çekebilirsiniz.
M: Kardeşim acı benim değil mi? Tamamını ben çekmek istiyorum.
BAMT: Hesabınızı kontrol ediyorum… Acılarınızı vadeli çile hesabında tutuyormuşsunuz ve henüz dolmamış. Yine de acı çekmek istiyorsanız Kredili Acı Fonu’ndan aktarım yapacağım. Acı kredisi kullanabilmek için Ferdi hayat sigortası yaptırmanız gerekecek yalnız, onaylıyor musunuz?
M: Tamam, ama Ferdi hayat sigortasını Müslüm Bank’tan yaptırsam olur mu?
BAMT: Olur… yarın acınız hesabınıza yatmış olur.
..
Zamanla Müslüm Bank, Orhan Bank, Emrah Kredi ve Arab-Esk Katılım Bankası gibi alternatifleri de çıkacak ve sektörde ürün ve hizmet çeşitliliği artacaktır. Teknolojinin elverdiği bütün imkânlar kullanılarak otomatik acı çekme makineleri AHM’ler halkın kolaylıkla erişebileceği mekânlarda 7/24 kesintisiz hizmete sunulacaktır.
Sektörün gelişmesini fırsat bilip yeni suistimal yöntemleri de geliştirenler de çıkacaktır. Bunlarla mücadele etmek için Terör Acıları ve kara ağıtlarla Saçları Ağartmanın önlenmesi Komisyonu (TASAK) kurulmalıdır. Bu komisyon kaçak çalışan umut tacirlerini izlemeli ve kayıtdışı kazandırdıkları acıları tesbit ederek gerekli cezaları kesmelidir.
Acı bankaları, rekabetin etkisi ve acı piyasasının şartlarının zorlaşmasıyla çalışanlarına acımasız acı hedefleri belirleyecek ve hedeflerini tutturamayanların iş akdini feshedecektir. Bir acı bankasından atılan personel, başka hiçbir bankada çalıştırılmamalı ki, bütün çalışanlar için “ibret-i alem” olsun.
***
Ülkemizde “Terörün finansmanını” önlemek için kanun vardır ve bankacılık faaliyetleri bu kapsamda gözetim altında tutulmaktadır. Meselenin “Finansman terörü” yönü incelense ilginç sonuçlar çıkacağı kesindir. “Bank Acılar” kadar trajik olur mu bilemem…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bank-acilar_388545
Tarih: 7 Mart 2016
Sosyal Medya ve Beğenme
Eskiden “sosyal” kelimesi, insanların kalabalıkça bulunduğu “meydan”
çağrışımı yaparken, günümüzde “medya” kelimesi ile ilişkisi olduğuna
dair bildirim yaptı.
Özellikle halkımız, bu birlikteliği çok “like” etti ve hesaplı hesapsız kullanmaya başladı. Daha doğrusu hemen bir hesap alıp onu hesapsızca kullanmaya koyuldu.
Sosyal medya kullanımının insanlar üzerindeki etkileri psikoloji alanında bilimsel çalışmalara konu olmuştur. Cafcaflı isimleri olan yeni hastalıklardan bahsediliyor. Benim o konularda uzmanlığım yok, kimseyi herhangi bir kalıba ve kategoriye de sokmadan diyorum ki aşağıdakilerden birini veya birkaçını yapıyor olmak, sosyal medyanın kullanımı konusunda patolojik bir durumun göstergesi olabilir:
* Eskiden feyiz alınan kitaplar okuyup “fesübhanallah” diyorken, kitap okumayı tamamen bırakıp “feysbukhanallah” diyerek ibretlik paylaşımlarda bulunmak.
* Tevatürle sabit rivayetlere itibar etmeyip twitter’da sabitlenmiş tweetlerde okuduğuna delil ve ispat aramadan inanmak.
* Tweetini retweet etmeyen dostlarını neredeyse “mürtet” ilân etmek.
* “Elfu elfi salatin…” tesbihatını bırakıp, “elfu selfi” fotoğraflarını çekip yayınlamak.
* “Ya Sabur” demeyi bırakıp “whatsapper” olmak.
* “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmini izleyip “sevgi neydi, emekti” diyerek dolaşıyorken, “selfie boylu” sevdalar peşinde dolaşıp, tabak tabak yemek resmi paylaşmak.
Sosyal medya araçlarında en önemli gösterge, bir paylaşımın aldığı tepkilerdir. En önemli tepki şüphesiz “beğen” sayısıdır. Beğenilme sayısını hüccet göstererek “sağlam irade, millî irade” şovu yapanlar da var, sosyal medyanın elitist “like” kesimi gibi “benim aldığım beğeni ile dağdaki trolün fake hesaplarla aldığı beğeni bir mi?” diyenler de…
Peki “beğen” butonu ne anlama geliyor acaba? Facebook son güncellemeleriyle “beğen” butonuna tepkiler ekleyerek beğenmenin tonlarını arttırmış oldu, ama telefonlardaki “çaldırıp kapatma” gibi iki durumlu bir değişkeni kullanarak masrafsız bir iletişim aracı olarak kullanan bir milletten söz ediyoruz, muhakkak başka anlamlar yükleyerek kullanıyoruz. Beğen butonuna yüklediğimiz anlamlardan bazıları:
* Beğendim (düz, sade).
* Onaylıyorum.
* Yetmez, ama “evet” (ilgimi çekmeyi başardı bu paylaşım, azıcık beğendim işte… ama öyle büyütme yani, çok beğenseydim altına bir de yorum yazardım…)
* Mesajını gördüm.
* Bunu bir yere yazdım!
* Yıllar önce yaptığın ve senin bile unuttuğun bir paylaşımı beğendiğime göre profilini didik didik ettiğimi anlamışsındır!
Beğenilen taraf nasıl anlayacak bunu? İşte belirsizliğin gizemi burada devreye giriyor, ama yanlış anlaşılma riski de var tabi. Bir “beğen” butonundan bu kadar anlam çıkarabilecek bir potansiyelimiz varken, sosyal medyanın anayasasını çıkaracağımızı iddia etmek ve “Bu metin sosyal medyanın, internetin, siber suçların, siber ortamın anayasası olacak. Herkes oraya bakacak, ona göre bu suçtur, değildir, şu işlem yapılsın, bu işlem yapılmasın diye karar alacak” demek, çok kaygı verici duruyor. Siber ortam anayasası ile neler gelecek bilemiyoruz henüz, ama pek çok kişi arkadaş listesini gözden geçirmek durumunda kalabilir.
YOLDA GÖRSENİZ TANIMAYACAĞINIZ KİŞİLER LİSTENİZDEYSE…
Bazen çok sayıda ortak arkadaşınızın olduğu, ama tanımadığınız kişiler size arkadaşlık teklifi gönderebiliyor. Bu durumda kabul etseniz bir dert, etmeseniz ayrı dert… Etmezseniz sizin herkesle muhatap olmayan burnu havada biri olduğunuzu düşüneceklerinden korkarsınız. Yüzyüze hiç görüşmediğiniz, daha önce belki adını bile duymadığınız birini arkadaş olarak eklemenin ne zararı var diyebilirsiniz, buyurun o zaman:
Yaklaşık bir sene kadar önceydi, facebook hesabımın şifresini birileri almaya çalışmış olmalıydı ki, uygulamayı açtığımda facebook bana kimlik doğrulaması yapması gerektiğini söyleyip, bu işlemi yapabilmek için arkadaşlarımı resimlerinden tanıyıp tanıyamayacağımı sordu. Ben de “tabi ki…” dedim, en yakın arkadaşlarımdan birinin vesikalık fotoğraflarını göstereceğini zannederek… Göstere göstere, uzaktan çekilmiş ve içindeki insanların suratlarının belli olmadığı bir resim gösterdi. “Bu resim olmadı, bir tane daha göster” mi desem diye düşünürken aklıma takıldı: ya bir gül resmi gösterse? Allah Allah… ne cevap verirdim? Hayır, verdiğim cevapta tahmin ettiğim kişiye de cevabımı ulaştıracak mıydı, onu da bilmiyordum. Ya yanlış tahmin ettiysem? “Her halde çiçeklere meraklı bir bayan arkadaştır” diye düşünüp birini tahmin edecektim, ama…. Tahminimi o arkadaşa şu şekilde mi iletecekti acaba: “Flaş flaş flaş… Adnan Nacir bu resimdekinin siz olduğunu düşünüyor, bilemem artık! Bir çay için derim, yine siz bilirsiniz de…”
Bu fitne fücur dolu mesajı alan bayan benim hakkımda ne düşünürdü acaba? Ben evli barklı, çoluklu çocuklu ve mutlu mesut bir adamım, düşünün yani felâketin boyutunu… Bir erkek arkadaşıma da böyle bir mesajın ulaşması, işin skandal yönünü azaltmazdı her halde. Kimlik doğrulamak için başka bir alternatif kullandım tabiî ki… Bu vesileyle bir tavsiyede bulunmak istiyorum: Tanımadığınız, ama paylaşımlarını görmek istediğiniz kişileri arkadaşlık listesine eklemeden de, takip etme seçeneğini kullanabilirsiniz.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/sosyal-medya-ve-begenme_387543
Tarih: 29 Şubat 2016
Özellikle halkımız, bu birlikteliği çok “like” etti ve hesaplı hesapsız kullanmaya başladı. Daha doğrusu hemen bir hesap alıp onu hesapsızca kullanmaya koyuldu.
Sosyal medya kullanımının insanlar üzerindeki etkileri psikoloji alanında bilimsel çalışmalara konu olmuştur. Cafcaflı isimleri olan yeni hastalıklardan bahsediliyor. Benim o konularda uzmanlığım yok, kimseyi herhangi bir kalıba ve kategoriye de sokmadan diyorum ki aşağıdakilerden birini veya birkaçını yapıyor olmak, sosyal medyanın kullanımı konusunda patolojik bir durumun göstergesi olabilir:
* Eskiden feyiz alınan kitaplar okuyup “fesübhanallah” diyorken, kitap okumayı tamamen bırakıp “feysbukhanallah” diyerek ibretlik paylaşımlarda bulunmak.
* Tevatürle sabit rivayetlere itibar etmeyip twitter’da sabitlenmiş tweetlerde okuduğuna delil ve ispat aramadan inanmak.
* Tweetini retweet etmeyen dostlarını neredeyse “mürtet” ilân etmek.
* “Elfu elfi salatin…” tesbihatını bırakıp, “elfu selfi” fotoğraflarını çekip yayınlamak.
* “Ya Sabur” demeyi bırakıp “whatsapper” olmak.
* “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmini izleyip “sevgi neydi, emekti” diyerek dolaşıyorken, “selfie boylu” sevdalar peşinde dolaşıp, tabak tabak yemek resmi paylaşmak.
Sosyal medya araçlarında en önemli gösterge, bir paylaşımın aldığı tepkilerdir. En önemli tepki şüphesiz “beğen” sayısıdır. Beğenilme sayısını hüccet göstererek “sağlam irade, millî irade” şovu yapanlar da var, sosyal medyanın elitist “like” kesimi gibi “benim aldığım beğeni ile dağdaki trolün fake hesaplarla aldığı beğeni bir mi?” diyenler de…
Peki “beğen” butonu ne anlama geliyor acaba? Facebook son güncellemeleriyle “beğen” butonuna tepkiler ekleyerek beğenmenin tonlarını arttırmış oldu, ama telefonlardaki “çaldırıp kapatma” gibi iki durumlu bir değişkeni kullanarak masrafsız bir iletişim aracı olarak kullanan bir milletten söz ediyoruz, muhakkak başka anlamlar yükleyerek kullanıyoruz. Beğen butonuna yüklediğimiz anlamlardan bazıları:
* Beğendim (düz, sade).
* Onaylıyorum.
* Yetmez, ama “evet” (ilgimi çekmeyi başardı bu paylaşım, azıcık beğendim işte… ama öyle büyütme yani, çok beğenseydim altına bir de yorum yazardım…)
* Mesajını gördüm.
* Bunu bir yere yazdım!
* Yıllar önce yaptığın ve senin bile unuttuğun bir paylaşımı beğendiğime göre profilini didik didik ettiğimi anlamışsındır!
Beğenilen taraf nasıl anlayacak bunu? İşte belirsizliğin gizemi burada devreye giriyor, ama yanlış anlaşılma riski de var tabi. Bir “beğen” butonundan bu kadar anlam çıkarabilecek bir potansiyelimiz varken, sosyal medyanın anayasasını çıkaracağımızı iddia etmek ve “Bu metin sosyal medyanın, internetin, siber suçların, siber ortamın anayasası olacak. Herkes oraya bakacak, ona göre bu suçtur, değildir, şu işlem yapılsın, bu işlem yapılmasın diye karar alacak” demek, çok kaygı verici duruyor. Siber ortam anayasası ile neler gelecek bilemiyoruz henüz, ama pek çok kişi arkadaş listesini gözden geçirmek durumunda kalabilir.
YOLDA GÖRSENİZ TANIMAYACAĞINIZ KİŞİLER LİSTENİZDEYSE…
Bazen çok sayıda ortak arkadaşınızın olduğu, ama tanımadığınız kişiler size arkadaşlık teklifi gönderebiliyor. Bu durumda kabul etseniz bir dert, etmeseniz ayrı dert… Etmezseniz sizin herkesle muhatap olmayan burnu havada biri olduğunuzu düşüneceklerinden korkarsınız. Yüzyüze hiç görüşmediğiniz, daha önce belki adını bile duymadığınız birini arkadaş olarak eklemenin ne zararı var diyebilirsiniz, buyurun o zaman:
Yaklaşık bir sene kadar önceydi, facebook hesabımın şifresini birileri almaya çalışmış olmalıydı ki, uygulamayı açtığımda facebook bana kimlik doğrulaması yapması gerektiğini söyleyip, bu işlemi yapabilmek için arkadaşlarımı resimlerinden tanıyıp tanıyamayacağımı sordu. Ben de “tabi ki…” dedim, en yakın arkadaşlarımdan birinin vesikalık fotoğraflarını göstereceğini zannederek… Göstere göstere, uzaktan çekilmiş ve içindeki insanların suratlarının belli olmadığı bir resim gösterdi. “Bu resim olmadı, bir tane daha göster” mi desem diye düşünürken aklıma takıldı: ya bir gül resmi gösterse? Allah Allah… ne cevap verirdim? Hayır, verdiğim cevapta tahmin ettiğim kişiye de cevabımı ulaştıracak mıydı, onu da bilmiyordum. Ya yanlış tahmin ettiysem? “Her halde çiçeklere meraklı bir bayan arkadaştır” diye düşünüp birini tahmin edecektim, ama…. Tahminimi o arkadaşa şu şekilde mi iletecekti acaba: “Flaş flaş flaş… Adnan Nacir bu resimdekinin siz olduğunu düşünüyor, bilemem artık! Bir çay için derim, yine siz bilirsiniz de…”
Bu fitne fücur dolu mesajı alan bayan benim hakkımda ne düşünürdü acaba? Ben evli barklı, çoluklu çocuklu ve mutlu mesut bir adamım, düşünün yani felâketin boyutunu… Bir erkek arkadaşıma da böyle bir mesajın ulaşması, işin skandal yönünü azaltmazdı her halde. Kimlik doğrulamak için başka bir alternatif kullandım tabiî ki… Bu vesileyle bir tavsiyede bulunmak istiyorum: Tanımadığınız, ama paylaşımlarını görmek istediğiniz kişileri arkadaşlık listesine eklemeden de, takip etme seçeneğini kullanabilirsiniz.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/sosyal-medya-ve-begenme_387543
Tarih: 29 Şubat 2016
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Öne Çıkan Yayın
Şair Tüikî
Bu haftaki misafirimiz, şiirlerindeki serbest ölçüsü ile meşhur olmuş Şair Tüikî... Her ayın 3. günü yayınladığı şiirler toplumun bütün ke...