Bu Blogda Ara
Arşiv
Metrobüs ve Boşkoltuk Sistemi
Türkiye’de görsel-işitsel, yazılı-basılı velhasılı bütün haber kaynaklarında en çok kendisinden bahsedilen ilimiz İstanbul’dur. Ülke nüfusunun neredeyse beşte biri burada yaşıyor. Anadolu’da yaşayan herkesin ya bir akrabası veya bir yakın tanıdığı vardır İstanbul’da.
Böyle olunca İstanbul’un dertleri bütün memleketin derdine dönüşüyor. Çorum’da yaşayan biri bile İstanbul’daki içme suyu barajlarının rezervlerini ezbere biliyor ve “72 günlük suyu kaldı İstanbul’un” diyebiliyor meselâ.
İstanbul’da yaşamanın en dertli kısmı ulaşım. Yerli yersiz göçlerle sürekli artan nüfus, her geçen gün daha da artan araç sayısı, trafik keşmekeşini arttırıp tam bir çileye dönüştürüyor. Eskiden belli saatlerde belli yollar kilitlenirdi. Artık hangi yolun hangi saatte kilitlendiği bile belli değil. Özel bir şoför veya servis kullanmayanlar için en iyisi toplu taşıma kullanmak. Zaten çevresini düşünen, bilinçli bir “vatan şaşmaz” toplu taşımadan.
Toplu taşıma denince İstanbul’da akla ilk gelen araç metrobüstür. Hizmet ettiği güzergâhın kritikliği ve kat ettiği mesafenin uzunluğu sebebiyle onu kullanan pek çok kişi için vazgeçilmezdir, hatta bazıları için maalesef, alternatifsizdir. Esir kamplarını aratmayan bir kalabalık vardır, bazen içeri girebilmek için insanlıktan çıkmak gerekebilir. Koltukların dolma süresi milisaniye mertebesine yakındır. Merkezi bir kaç durak haricinde, oturanların inmek için kalktığı neredeyse görülmemiştir. Bindiğinizde ayakta kaldıysanız, o yolculuk boyunca ayakta kalacaksınız demektir. Metrobüs, minyatür bir İstanbul’dur aslında, kendisinden yaka silkinen, ama onsuz da olunamayan haliyle…
Boş bir koltuk bulup oturarak seyahat etme ideali, bazı metrobüs yolcuları için uğrunda fedakârlıklar yapmaya da değerdir. Meselâ gitmek istediği yönün tersine, birkaç durak geri gelerek başlangıç noktası olan Beylikdüzü durağına ulaşıp “kaynaktan su içmeye” çalışan yolcular vardır. Bu yolcular, geçen hafta acı bir sürprizle karşılaştı; indikleri yerde yeni İstanbul kart turnikeleri onları bekliyordu. Yani İETT, “çakallık” yaptığını düşündüğü bu yolcular için, artık ekstra bir ücret almak suretiyle “metrobüse” kondurmak yöntemini seçmişti!
Metrobüs sisteminde itiş kakış anlayışına saplanıp kalmamak için konuyu duraklarüstü bir yerde incelemeye karar verdim. Şirinevler istasyonu üzerindeki üst geçide merdivenlerden yürüyerek çıktım, çünkü tabelâlarda engelli vatandaşların kullanabileceği bir durak olarak gösteriliyor olsa da, bu durakta herhangi bir asansör yok. Bırakın asansörü, Zincirlikuyu durağında bulunan ve yağmurlu havalarda “yürüyemeyen” merdivenlerden bile yok. Alman malı en kaliteli merdivenlerden kullanılmış olmasına rağmen bu merdivenlerin bazıları, havada bulut göründü mü, yürüyememeye başlıyor. Ben romatizmadan şüpheleniyorum! Duraklar üstü bir noktadan bakan biri olarak dedim ki: “Yerli ve millî bir ‘Boşkoltuk Sistemi’ gelmeden metrobüs problemi çözülemez. Eyyy İETT! En az 400 koltuklu bir metrobüs verin, bu iş huzur içinde çözülsün… Diyelim 400 koltuklu olmadı da 335 koltuklu oldu, o da olumlu.”
Metrobüste oturarak gidebilmek için hiç uğraşmıyorum, daha doğrusu uğraşamıyorum. Araç içerisine giriş mücadelesini kazanmak bana yetiyor. Bir seferinde, başucunda ayakta beklediğim koltukta hiç kalkmayacak ve inmeyecekmiş gibi uyuyan yolcu vardı. Ben de elimdeki telefonla uğraşıp dalmışken, birden başım çevrilir gibi önüme baktım, kurt kuş ilişmemiş bir boş koltuk duruyor. Adamın ne ara kalkıp gittiğini görmemiştim ve işin garip tarafı, başka kimse de görmüyor gibiydi. Geçip oturdum ve şükrettim, mutluydum. Kimsenin kafasını gözünü yarmadan ve iki bilet ödemeden oturabilmiştim! Velâkin, bir problem vardı; koltuklar arası mesafe dardı ve rahat edemiyordum. Ayakta giden o kadar insan varken zaten rahat oturulamaz. Kısa bir süre sonra ayaklarımda karıncalanma ve uyuşma başladı. Boş koltuk, metrobüs, İstanbul ve dünya… Üç günlük dünyada hiçbir “koltuk” için kalp kırmaya değmezmiş, onu anladım.
Özetle; raylı bir sistem öncesi pansuman bir tedbir olarak duyurulan metrobüs, zaman içerisinde raylı bir sistem yapılması bir yana, mevcut banliyö treninin iptal edilmesi ve metrobüsle aynı güzergâhtaki otobüslerin sayısının oldukça azaltılması sonucu, kapasitesinin üstündeki sayıda yolcuya hizmet etmek durumunda kalmıştır. Sosyal medyada adına parodi hesaplar açılmış, televizyon programlarında mizah programlarına konu olmuştur. “Havasız insan aracı” tanımlaması ve “winrar’ın İETT’den öğreneceği çok şey var” sözü yaşanan sıkışıklık ve kalabalık hakkında yeterince fikir veriyor olmalı. Faruk Çakır Ağabeyimiz de konu ile ilgili gazetemizde bir yazı yazmış ve feryat niteliğinde bir tweet atmıştı: “Otobüs ve metrobüsler; ilmen, dinen, fıkhen binilmeyecek derecede yoğun. İmdat!”
Sosyal medya hesaplarımda bir kaç defa benim de metrobüs ile ilgili gönderilerimi görüp beni tenkit eden dostlarım oldu. Metrobüse çok yüklendiğimizi düşünen arkadaşlara söylüyorum: “Problem de bu zaten; çok yükleniyoruz, onu söylüyoruz biz de…”
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/metrobus-ve-boskoltuk-sistemi_386403
Tarih: 22 Şubat 2016
Sigara İçişlerini Kontrol Komisyonu
“Dünya yanıyor ve Türkiye kavruluyorken” ülke olarak bizim en büyük meselelerimizden birinin sigaranın yanması olduğu anlaşıldı. 9 Şubat “sigarayı bırakma günü” olunca tabii ki gündeme geldi, durup dururken değil. Ben sanki başka bir gün olarak hatırlıyordum ama olsun, 9 Şubat da olur. Gerçi bizim memlekette kulaktan kulağa söylenirken o dokuz otuz olarak değişir, sonra da herkes 30 Şubat tarihinde sigarayı bırakması gerektiğinde hemfikir olur.
Ülkemizde sigara ile ciddi bir mücadele var. Kapalı mekânlarda tütün ve türevi ürünlerin tüketilmesi kanunen yasak. Her yerde bu yasağı hatırlatan tabela asma zorunluluğu gelince bu işin de piyasası oluştu ve tabelaların da “çakmaları” çıktı. Sigara ile etkin bir mücadele için bir an önce bu çakma tabelalara el konulmalı ve imha edilmelidir. “Beş bin üçyüz bilmem kaç” no’lu yasa gereği…” yazan bir tabela varsa bilinmelidir ki korsandır. İlgili madde numarası 4207’dir. Madde bağımlısı olduğumdan dikkat ederim. Kanun maddelerine son derece bağlıyımdır.
Dönelim 9 Şubat’a. O gün devletimizin en tepesinden gelen açıklama ile sigara içmenin bir intihar biçimi olduğu ve intihar etmenin özgürlüğü olmadığı ifade edildi. Mesaj alınmıştı. Aradan bir hafta geçti, 16 Şubat 2016 tarihinde Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), akciğer kanseri hastalara ilaç parası ödemek için ‘hiç sigara içmemiş olma’ şartı getirdi.
Bu durumda birileri insanların sigara içişlerini kontrol etmesi gerekiyor. Aklıma hemen İçişleri Bakanlığı geldi. Neticede bütün “içişleri” bu bakanlık kontrol etmiyor mu? Sonra düşündüm de, bakanlık alkol “ala ala” kafayı bulmuş adamlara mı baksın, uyuşturucu içe içe beyni uyuşmuşlara mı baksın, yoksa sigara içenlere mı? Ciddi bir iş yükü getireceği için, bu işe özel ayrı bir komisyon kurulsun, adı da Sigara İçişlerini Kontrol Komisyonu olsun. Bence bu komisyonun ilk işi, yerde satılan sigaralardan içen insanları tespit etmek olmalı. Yerden sigara içen insanlar 2016 yılbaşından sonra sigaralara getirilen SGK vergi kalemini ödemiyorlar. Üstüne üstlük, genelde işsiz insanlar bunlar! Bu da SGK primi yatırmadıklarını gösteriyor. “GSS primi de mi ödemiyorlar?” demeyin, onu şimdilik kimse ödemiyor, en yakın seçimde de hükümetimiz tarafından lütuf gibi sıfırlanacak. Bu vatandaşlar belirlenip, herhangi bir sağlık sorunu için başvurdukları ilk sağlık kuruluşunda derhal itlaf edilmelidir. Aldıkları nefes zarar ziyan!
Komisyon ismi uzun olduğundan kısaltmasını kullanayım isterdim ama kısaltmak için komisyon ismindeki kelimelerin baş harflerinden oluşan şey, pek de matah bir kelime olmayınca sadece komisyon demeye karar verdim. Peki, komisyon kimlerden oluşacak? Benim favorim muhtarlar. Bir kere muhtarlar “parlamenter” sistemin zararları konusunda her hafta bilgilendiriliyorlar. İlk toplantılarında da komşularını ihbar etme görevi verilmişti kendilerine.
Bana kalırsa SGK, benzer uygulamayı her hastalık ve her ilaç için yapmalıdır; mesela, çok yemek yiyip kendine zarar veren insanlar da mide rahatsızlıkları için ilaçları kendi alsın, fazla TV seyrettiği için gözlerini bozduğu tespit edilen insanların göz tedavilerini neden devlet versin? Hard rock dinleyen gençlerin kulak zarı patlarsa bunun tedavi masrafını kamuya mal etmek adil midir?
Sırf devleti zarara uğratmak için kendine dikkat etmeden belini inciten ve bel fıtığı olanlar az mı?
Hele o madende çalışan işçiler yok mu, yaşamaları ayrı dert, ölmeleri ayrı…
Kot taşlama atölyelerinde çalışıp silikozis hastalığına bilerek yakalananlara ne demeli?
Kalp rahatsızlığı olduğu halde haberler seyreden insanlar masum mudur? Hayır, hangi ülkeyle barışığız, kime atar, kime gider yaptık, an be an değişiyorken, dolar-borsa aniden yükselip duruyorken, haberler izleyen kalp hastası insanlar intihar ediyor demektir. Bunların da masrafını niçin biz ödeyelim?
Daha da genişletilebilir ama ben bu kadar örnek yeterli olur diye düşünüyorum. Sonunda şuna karar verdim: yaşayanlar ölüyor! Yaşamasalar ölmeyeceklerdi. Sınırlı tabii kaynakları tüketen, durmadan masraf çıkaran bir şey bu yaşamak! İstediğimiz gibi yaşamayanlar da, ya mali külfetine katlanacaklar veya bi’ zahmet gidip bir köşede kendi imkânları ile ölecekler.
Sigara bu kadar zararlı mı peki? Olmaz olur mu? İçinde uçak yakıtı dâhil 4000 zararlı madde var diyorlar. Filistin’i bombalayacak uçaklara satılmayacağının garantisi verilirse sigara içindeki o yakıtların çıkarılıp ekonomiye kazandırılmasından yanayım. Biz içmeyen insanların da SGK primleri düşürülsün lütfen! Kendimize bakmak suretiyle devletimizi kalkındırıyoruz!
Resmi İdeoloji
Son zamanlarda CHP’de ortalık fena karıştı: M. Kemal resminin duvardan indirildiği ve hatta çöp kutusuna atıldığı iddia edildi.
Üstelik bunu yaptığı söylenen ve adı ısrarla açıklanmayan bir genç milletvekilinin “Artık yeni şeyler söylemek lâzım” dediği de konuşuldu.
Haberin gazetelere yansıması ve bazı gazetecilerin olayı bir “varoluşsal mesele” haline getirmesiyle konu uzadıkça uzadı. Parti yönetiminden “bunu yapan partili olamaz” sözleri duyuldu, duyuruldu. Giyim kuşamı ve Melih Gökçek’le karşılıklı yaptıkları atışmalarla gazetelere konu olan bir milletvekili “kesin ihraç istemiyle” yüksek disiplin kuruluna sevk edildi. Olayın ardından nerdeyse 2 ay geçtikten sonra, genç bir milletvekili çıkıp “o bendim, ama tam olarak da öyle olmadı” gibisinden bir şeyler söyledi.
CHP ve resim krizi ile ilgili şöyle bir haber okusam hiç şaşırmazdım: “Resim üzerinde yapılan kriminal inceleme sonucunda resmin ağırlık merkezinin değiştiği anlaşıldı. Bunun üzerine şüpheler Bülent Arınç ismi üzerinde yoğunlaştı. Bülent Arınç’ın CHP’li olmadığının ortaya çıkmasıyla bu ihtimal devre dışı kaldı. Ancak resim üzerinde pati izleri tesbit edilince gözler partinin maskotu haline gelmiş olan kediye, yani Şero’ya döndü. Yapılan DNA testi ile Şero’nun olayın faili olduğu kesinleşince, genç milletvekillerinden birinin olayı kedi üzerinde bırakmayıp kendi üzerine almasına karar verildi. Buna göre genç bir milletvekili itiraf edip suçunu kabul edecek ve bunun sonucunda hapse düşecek olursa kendisine ve ailesine bakılacaktı”
Böylesi kısır tartışmalar içerisinde yuvarlandıkça CHP’nin “yeni bir şeyler söylemesi” mümkün olmaz. Geçmişte yaptığı hatalarla yüzleşmeden ve kendisini yeniden tanımlamadan, halk nezdinde geniş bir temsil tabanı elde etmesi çok zor görünüyor.
Çünkü CHP denince istemsizce akla gelen bazı çağrışımlar vardır:
- Mukaddesat düşmanlığı: Dinî, millî ve manevî değerlerle savaş… Kur’ân okuma ve öğrenmenin yasak olduğu, camilerin ahır olarak kullanıldığı dönemler… “Kâbe Arab’ın olsun” edebiyatı…
- Vergiler: Ayağında çarık, sırtında devletin sopası olan ve yokluklar içerisinde yaşamaya çalışan halktan alınmadık vergi kalmamıştır; emlâk, miri, öşür, yol vergisi, kamçı vergisi ve varlık vergisi en akılda kalan vergi türleridir.
- Memur ve asker zulmü: Meclis çatısı altında tek partinin bulunması ve bu durumun 27 yıl sürmesi, bu tek partinin devletin bütün kılcal damarlarına kadar nüfuz ettiği anlamına gelir. Bütün memurlar tabiî olarak birer parti mensubu gibidir. Bu memurlar göze girmek ve yükselmek için kraldan çok kralcılık yaparlar, özellikle vergi memurları ve jandarmalar…
- Yokluk içindeki savaş yılları: Vatandaşların elindeki tarım, hayvan ve orman ürünlerine el konulması, karneyle ekmek dağıtımı ve Osman Yüksel Serdengeçti’nin şu meşhur “geldi İsmet, kesildi kısmet” sözü…
Son dönemlerde Risale-i Nur eserlerinin basımını devlet tekeline veren kanun maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurması, genel başkan Kılıçdaroğlu’nun katıldığı bir televizyon programında “Atatürk’ü korumak için kanuna gerek yok” demesi ve Sabahattin Ali’yi CHP’nin öldürmüş olduğuna ilişkin özeleştiri getirmesi, resmin büyüğünü görüp resmî ideoloji kalıplarının dışına çıkacağının sinyalleri olabilir mi, şimdilik bilemiyoruz. Olacaksa, eleştirecek hiçbir şey bulamasa bile “o kedilerinin adı neden Şero, çünkü şer odağı bu parti” diyecek insanlara karşı samimiyet testini nasıl geçeceklerini merak ediyorum.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/resmi-ideoloji_385142
Tarih: 15 Şubat 2016
Muhtar Antino Filmleri
Muhtar, genel idarenin en küçük yerleşim birimindeki temsilcisidir.
Devleti temsil eder yani. Seçimle göreve gelir ve görev süresi 5 yıldır.
Yakın zamanlara kadar bir köyün en önemli adamlarından biri iken, haberleşme teknolojilerinin gelişmesine bağlı olarak elektronik bilgi ve belge işleme imkânlarının artmasıyla, muhtarlık müessesesi eski önemini kaybeder gibi oldu. Doğum ve ölüm olaylarının kaydedilmesi ile ikamet değişikliklerinin işlenmesi artık nüfus müdürlüklerinin kontrolünde.
Muhtarlık müessesesi tam iyice gözden düştü derken, muhtarlar Cumhurbaşkanı tarafından toplantılara çağrılmaya başlandı. Neredeyse her hafta 400 muhtar toplantıya geliyor oldu, diyelim 400 olmadı da 330 muhtar gelebildiyse, o da olumlu karşılandı. Şu ana kadar 19 muhtar toplantısı gerçekleşmiş durumda. Muhtarlar Federasyonu eldeki muhtar stoklarının azalmasını mesele etmemeli bence, Muhtarlar henüz bitmemişken Kaymakamlar da toplantılara çağrılır oldu.
Kaymakamlarla yapılan toplantıda kendilerine “mevzuatı bir kenara koyun” denildi. Mevzuat denilen şey, kalın kalın ciltlerden oluşan bir külliyat olabiliyor. “Neresinden tutup neresinden bırakalım?” ikilemi yaşamamak için bütün mevzuatı bir kenara koyacak Kaymakamlar da çıkacaktır. Kaymakamlık binaları bunun için elverişli olabilir, ama Muhtarlar bu konuda çok zorlanacak gibi. Muhtarlık odaları çok küçük, devletin yer göstermesi lâzım bu konuda.
Toplantılar Salı günleri yapılıyor, yani hafta içi bir gün… Uzaktan gelenler en az bir gün boyunca ikametgâh ilmuhaberi veremiyorlar vatandaşa. Nüfus Müdürlüğünden alıyor ihtiyacı olan. Hem orada ikametgâha para da almadıklarını öğrenmiş oluyor vatandaş, güzel bir hizmet oluyor. E-devlet üzerinden de ikametgâh alınabildiğini ben de bu vesileyle, duymamış olanlara duyurmuş olayım.
Salı günlerinin bir diğer özelliği, mecliste temsil edilen partilerin grup toplantılarının yapılması. Muhtar toplantıları ahval-i âlemi değerlendirme ile başlayıp “dosta güven, düşmana korku veren” bir konuşma ile devam etme mahiyetinde tezahür edince, kimse parti toplantılarını dinlemez oluyor. “Acaba bugün kime ‘ayar’ verilecek?” merakıyla dinlenen toplantılarda “parlamenter sistemi fetiş haline getiren anlayış”lardan bahsedildiği de görülmektedir. Bu cümlenin, elindeki muhtar çakmağı ile ilişkili olabilecek ve şimdi adını burada zikretmenin doğru olmayacağı bir ürüne ait bir marka ile ilgili olduğunu düşünen muhtarlarımızın olmadığını kimse söyleyemez diye düşünüyorum. “Fetiş” kısmının “paralelle mücadele” çağrışımından hiç bahsetmiyorum bile…
Tam da bu noktada aklıma Reis-i Cumhur-u Muz geldi. Önceki yazılarımdan birinde bahsetmiştim bu ülkeden. Muz Cumhuriyetinin Reis-i Cumhurunun adı Muhtar Antino’dur. Ülkenin her bakımdan yönetimini üstlenmiştir, film yönetmenliği dahil! Baş yönetmen, başkomutan, başöğretmen, başhekim ve baş ön ekini alabilecek her türlü sıfat kendisinde toplanmıştır.Filmlerinden, Quentin Tarantino’dan çok etkilendiği anlaşılabilir, bolca aksiyon vardır. Muhtar Antino, yazıp yönettiği filmlerde oyunculuk da yapar. Zaman atlamaları ile meşhur olmuştur. Bir bakıyorsunuz “şöyle bir geçmişe bakıyorum…” deyip 1800’lere gitmiş, bir bakıyorsunuz gelecekten sahneler sunuyor. Mafya hesaplaşmalarına ve güç savaşlarına yer verir. Filmleri şiddet sahneleri ihtiva eder ve etrafa bol bol kan sıçradığı görülür. En meşhur eseri olan “Killi Milli”, bir toprak mücadelesini anlatan ilk yerli filmdir.
Başlıca filmleri:
İnlerarası: Paralel evrenleri kullanarak inlerarası ve sıradışı bir yolculuğa çıkan birinin hikâyesi. Zaman atlamaları bolca yapılmıştır.
Pahalı Şiir: Tehlikeli bir şiir okuyup hayatı değişen bir insan anlatılıyor. Bir harfin bir kelimeyi, bir kelimenin bir şiiri, bir şiirin bir insanı, bir insanın da bir ülkeyi yakabilecek etkileri olabileceğini anlatan, duygusal yoğunluğu fazla bir film.
RTErvuar Köpekleri: En kanlı filmidir. Birbiriyle ilgisiz menfaat avcısının yolları kesişir. Kimin kime silâh çektiği ve kimi tehdit ettiği belli değildir. Meksika açmazının bolca örnekleri görülür.
Dünya Orta Oyunu: Kaybettiği yüzüğü bulmak için tozu dumana katan Savuran isimli hükümdarın hikâyesidir. En fantastik filmidir ve aksiyon sahneleri ile doludur.
Son olarak, “Killi Milli” filminin devamı niteliğinde olan ve çekimleri devam eden “Kill Büllo” filminden de bahsetmek istiyorum. Bu filmde, ilk filmde killi ve milli toprakları ele geçirip çınar ağacı dikmeyi başaran ekipteki Bülent’in ihanet ettiğini düşünen arkadaşları, cezalandırılması için eski bir tetikçi grubu ile anlaşır. Bol bol kılıç sahnesinin filmde yer alacağı kulislere yansımış durumda, heyecanla bekliyoruz.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/muhtar-antino-filmleri_383980
Tarih: 8 Şubat 2016
Rahat, Hadron! Işık Hızına Marş Marş!
Geçtiğimiz hafta, bazı yayın organlarında, Avrupa Nükleer Araştırma
Merkezi’nde yapılan deneylerde ışık hızının aşıldığına dair haberler
yayınlandı.
Bilim insanlarının bazılarını (İsviçreli olanları özellikle) kalpten götürecek kadar heyecan verici bir gelişmeydi bu. Pratikte bugüne kadar ışık hızını geçen bir mekanizma olmamıştı (belki de vardı, ama en azından şimdiye kadar gözlemlenememişti diyelim) ve pek çok teorinin de gözden geçirilmesini gerektirecekti.
Haberi okuyunca “Vay ANAM vay” diyerek tepki vermek üzereydim ki, bu araştırma merkezinin isminin Türkçe’sini değil, Fransızcasını ifade eden Conseil Européen pour la Recherche Nucléaire kelimelerinin başharflerinden oluşan “CERN” kısaltması ile anıldığını hatırladım.
Ne var ki, kısa bir süre sonra bu haber yalanlandı, hem de bizzat işin içinde olan insanlardan biri Doç. Dr. Umut Köse tarafından. Bana kalırsa CERN’in yapamadığını, bu haberi yayınlayan basın organlarımız yapmış ve haberi ilk kendilerinin vermiş olması, haberin muhteviyatının anlamı hakkında çok fazla bilgilerinin olmaması veya bilmediğimiz başka saiklerin de tesiriyle, ışıktan hızlı hareket ederek yayınlamışlardı.
Demek ki istediğimiz zaman yapabiliyor ve ışık hızını egale edebiliyorduk. Nitekim, yerli uçak işine girmiş bir ülkeydik ve 2011 yılı milletvekili genel seçimlerinde, ismi lâzım değil, bir siyasî partimizin seçim afişlerinde “yerli uçağımız göklerde” deniyordu. Çok hızlı gidiyor olmalı ki, 2016 itibarıyla hâlâ o uçak yere inmiş değil! Önümüzdeki ilk seçimde yere inebileceğine dair kuvvetli hislerim var. Evet, o uçak bir gün gelecek, hissediyorum. Fikri Işık bakanımız kadar olmasa da, hislerim kuvvetlidir.
Peki bu deneyler bizim ülkemizde neden yapılamıyordu ki? Düşünsenize, hadron çarpıştırıcı laboratuvarı ülkemizde olsaydı… Neticede Bolu Tüneli’mizin 9 katı büyüklüğünde bir yer olacaktı. En iyi bildiğimiz, millî uzmanlık alanımız inşaat kısmı bizim için çocuk oyuncağı.
Hadronlar muhtemelen sıraya dizilir, istikrar marşı okunur ve “rahat, hadron! Işık hızına, ileri, marş marş!” komutuyla hızlandırılırdı. Her halde bu araştırmaları TÜBİTAK yürütecekti. Baktın ki ışık hızını aşınca paralel evrenlere geçiş yapacaklar, tüp takardın, hem yokuşta hızını keser hem de daha az yakardı.
Bir laboratuvarın az yakması önemlidir, çünkü bilimsel araştırmalar yapmak pahalı bir iştir. Elin Amerikalı’sı yeri geldiğinde milyonlarca dolar para harcayarak bir kuyruklu yıldız peşine düşer, yerden bir roket fırlatır, yıllarca roketin kuyruklu yıldıza ulaşması için bekler. Roket ulaşınca iş bitmez, “güneşi gördüm” deyinceye kadar uykuya dalar ve daha bilmediğimiz türlü badireler atlatır. “Milyarlarca dolar paramız olsaydı, o araştırmaları biz de yapmaz mıydık?” diyenlerimiz için Cenâb-ı Erhamur Rahimin, rahmet hazinesinden bize de bir göktaşı gönderdi. Hem de Amerikalı’ların araştırmak için peşinde koştukları kuyruklu yıldızdan kopan bir parça! Gökte aranan taş, bir overlokçu titizliğiyle ayağımıza kadar gelmişti.
Peki bu göktaşı parçalarını biz ne yaptık? Sattık… Parasını da inşaata ve arabaya verdik. “Hayatı tesbih yapıp sallamakla” övünen bir milletin efradı olarak, bu fırsatı da kaçırmayıp göktaşı parçalarını tesbih yapıp satanlar da oldu. Diyeceğim, bütün alıcılar bilim için almadılar.
Maliyemizi bir düşüncedir aldı: “Vergisi alınacak mı, yoksa alınmayacak mı?” Millî gelir kapsamına girebilirdi pekâlâ, çünkü “kişi başına düşme özelliği” vardı. Neyse ki, “gayr-i safi” köylülerimiz herhangi bir fatura veya fiş kesmemişlerdi taşları satarken. Maliye Bakanımız vergi alınması konusunu twitter üzerinde yayınladığı bir ankette millete sormuş ve kahir ekseriyet, vergi alınmasının uygun olmadığını düşündüğünü belirtmişti.
Son bir hafta içinde gerçekleşen bir ikinci önemli olay da, 666 gün boyunca bandrol verilmeyerek basımına izin verilmeyen Nur Risaleleri’nin özgürlüğüne kavuşmuş olmasıydı. Bilindiği gibi yasal bir düzenleme ile önce basım yetkisi sadece Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilmek istendi. İtirazları değerlendiren Anayasa Mahkemesi, bu kanunu iptal etti. Hangi kritere göre akredite edildikleri meçhul bazı basımevlerine, dayatılmış bir metnin bastırılmasını, “metnin aslını korumak” adı altında kamuoyuna lanse etmişlerdi.
Türkiye’de kimler ışık hızını yakalamaya ve geçmeye çalışır ve ne kadar başarılı olur bilemem. Ama son gelişmeler gösterdi ki NUR’un hızını kesme çalışmaları başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Kâfirler ve zalimler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/rahat-hadron-isik-hizina-mars-mars_382801
Tarih: 1 Şubat 2016
Bilim insanlarının bazılarını (İsviçreli olanları özellikle) kalpten götürecek kadar heyecan verici bir gelişmeydi bu. Pratikte bugüne kadar ışık hızını geçen bir mekanizma olmamıştı (belki de vardı, ama en azından şimdiye kadar gözlemlenememişti diyelim) ve pek çok teorinin de gözden geçirilmesini gerektirecekti.
Haberi okuyunca “Vay ANAM vay” diyerek tepki vermek üzereydim ki, bu araştırma merkezinin isminin Türkçe’sini değil, Fransızcasını ifade eden Conseil Européen pour la Recherche Nucléaire kelimelerinin başharflerinden oluşan “CERN” kısaltması ile anıldığını hatırladım.
Ne var ki, kısa bir süre sonra bu haber yalanlandı, hem de bizzat işin içinde olan insanlardan biri Doç. Dr. Umut Köse tarafından. Bana kalırsa CERN’in yapamadığını, bu haberi yayınlayan basın organlarımız yapmış ve haberi ilk kendilerinin vermiş olması, haberin muhteviyatının anlamı hakkında çok fazla bilgilerinin olmaması veya bilmediğimiz başka saiklerin de tesiriyle, ışıktan hızlı hareket ederek yayınlamışlardı.
Demek ki istediğimiz zaman yapabiliyor ve ışık hızını egale edebiliyorduk. Nitekim, yerli uçak işine girmiş bir ülkeydik ve 2011 yılı milletvekili genel seçimlerinde, ismi lâzım değil, bir siyasî partimizin seçim afişlerinde “yerli uçağımız göklerde” deniyordu. Çok hızlı gidiyor olmalı ki, 2016 itibarıyla hâlâ o uçak yere inmiş değil! Önümüzdeki ilk seçimde yere inebileceğine dair kuvvetli hislerim var. Evet, o uçak bir gün gelecek, hissediyorum. Fikri Işık bakanımız kadar olmasa da, hislerim kuvvetlidir.
Peki bu deneyler bizim ülkemizde neden yapılamıyordu ki? Düşünsenize, hadron çarpıştırıcı laboratuvarı ülkemizde olsaydı… Neticede Bolu Tüneli’mizin 9 katı büyüklüğünde bir yer olacaktı. En iyi bildiğimiz, millî uzmanlık alanımız inşaat kısmı bizim için çocuk oyuncağı.
Hadronlar muhtemelen sıraya dizilir, istikrar marşı okunur ve “rahat, hadron! Işık hızına, ileri, marş marş!” komutuyla hızlandırılırdı. Her halde bu araştırmaları TÜBİTAK yürütecekti. Baktın ki ışık hızını aşınca paralel evrenlere geçiş yapacaklar, tüp takardın, hem yokuşta hızını keser hem de daha az yakardı.
Bir laboratuvarın az yakması önemlidir, çünkü bilimsel araştırmalar yapmak pahalı bir iştir. Elin Amerikalı’sı yeri geldiğinde milyonlarca dolar para harcayarak bir kuyruklu yıldız peşine düşer, yerden bir roket fırlatır, yıllarca roketin kuyruklu yıldıza ulaşması için bekler. Roket ulaşınca iş bitmez, “güneşi gördüm” deyinceye kadar uykuya dalar ve daha bilmediğimiz türlü badireler atlatır. “Milyarlarca dolar paramız olsaydı, o araştırmaları biz de yapmaz mıydık?” diyenlerimiz için Cenâb-ı Erhamur Rahimin, rahmet hazinesinden bize de bir göktaşı gönderdi. Hem de Amerikalı’ların araştırmak için peşinde koştukları kuyruklu yıldızdan kopan bir parça! Gökte aranan taş, bir overlokçu titizliğiyle ayağımıza kadar gelmişti.
Peki bu göktaşı parçalarını biz ne yaptık? Sattık… Parasını da inşaata ve arabaya verdik. “Hayatı tesbih yapıp sallamakla” övünen bir milletin efradı olarak, bu fırsatı da kaçırmayıp göktaşı parçalarını tesbih yapıp satanlar da oldu. Diyeceğim, bütün alıcılar bilim için almadılar.
Maliyemizi bir düşüncedir aldı: “Vergisi alınacak mı, yoksa alınmayacak mı?” Millî gelir kapsamına girebilirdi pekâlâ, çünkü “kişi başına düşme özelliği” vardı. Neyse ki, “gayr-i safi” köylülerimiz herhangi bir fatura veya fiş kesmemişlerdi taşları satarken. Maliye Bakanımız vergi alınması konusunu twitter üzerinde yayınladığı bir ankette millete sormuş ve kahir ekseriyet, vergi alınmasının uygun olmadığını düşündüğünü belirtmişti.
Son bir hafta içinde gerçekleşen bir ikinci önemli olay da, 666 gün boyunca bandrol verilmeyerek basımına izin verilmeyen Nur Risaleleri’nin özgürlüğüne kavuşmuş olmasıydı. Bilindiği gibi yasal bir düzenleme ile önce basım yetkisi sadece Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilmek istendi. İtirazları değerlendiren Anayasa Mahkemesi, bu kanunu iptal etti. Hangi kritere göre akredite edildikleri meçhul bazı basımevlerine, dayatılmış bir metnin bastırılmasını, “metnin aslını korumak” adı altında kamuoyuna lanse etmişlerdi.
Türkiye’de kimler ışık hızını yakalamaya ve geçmeye çalışır ve ne kadar başarılı olur bilemem. Ama son gelişmeler gösterdi ki NUR’un hızını kesme çalışmaları başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Kâfirler ve zalimler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/rahat-hadron-isik-hizina-mars-mars_382801
Tarih: 1 Şubat 2016
Bilgi"Saray" ve İstik.rar Problemi
Bir işin uzmanını gördü mü, ondan istifade etmeden bırakmayan arkadaşlar var.
Tıp doktoru görünce hemen ağrıyan bir yeri varsa onu sorar, ağrısı yoksa bile geçmişte yaşadığı bir ağrıyı bulur, onu sorar. Doktorun uzman olup olmadığı, uzmansa alanının ne olduğu önemli değildir. Avukat birini görse, dedesinden kalan miras paylaşımında haksızlık yapıldığını anlatır, ne yapması gerektiğini sorar. Bilgisayar mühendisi gördüğünde soracağı sorular daha fazladır. Bilgisayar mühendislerinin, üstünde ekran olan her cihazın, hem donanımsal hem de yazılımsal olarak en ince detayına kadar vakıf oldukları (!) bilinen bir şeydir.
Artan akıllı cihaz sayısı, internetin nesneleri henüz tam olarak anlaşılamamışken, nesnelerin internetinin de konuşuluyor olması gibi sebeplerle bilgisayar mühendislerinin misyonu gittikçe ağırlaşıyor. Yeni problemler, yeni istekler ve sorular çığ gibi artıyor. Her meslek dalında olduğu gibi, bir bilgisayar mühendisinin de “o konuyu bilmiyorum, benim uzmanlığım farklı alanda” deme lüksü yoktur. Çünkü karşı argüman olarak hemen, 10 yaşındaki komşu çocuğu veya kuzenin, bahsedilen konuyu uzman seviyesinde bildiği söylenir.
Uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşlarımla karşılaşıp, karşılaşmamızın asıl sebebinin “verimsiz çalışan veya hiç çalışmayan bir bilgisayar” olduğunu sonradan öğrendiklerimi saymıyorum, mesleğim icabı çok sayıda problemli bilgisayarla karşılaştım. Hele bir tanesi vardır ki, evlere şenliktir!
Şu ana kadar gördüğüm en ilginç bilgisayar ile ilgili notlarımı sizlerle paylaşmak istiyorum:
- Kasaya bakınca abartılı süsleri göze çarpıyor. İsmini ben verecek olsam “Bilgi Saray” derdim. İçindeki her bir parçası farklı bir ülkeden, tonlarca para ödenerek getirtilmiş.
- Üzerinde, 2001 yılında piyasaya sürülmüş ve 2014 yılından itibaren üreticisi tarafından artık desteklenmediği bilinen eski bir işletim sistemi kurulu.
- Bilgi birimi olarak “BİT” yerine millî ve yerli versiyonu olan “MİT” kullanılıyor.
- Yakın zamana kadar “F” klavye kullanılmış ama klavye değiştirilmiş, daha doğrusu klavyenin tuşları tek tek sökülüp “AQP” klavyesi dizilimine göre yeniden yerleştirilmiş, ama sistem ayarlarında varsayılan olarak “F” klavye seçili olduğundan, en beklenmedik zamanda klavye ayarı değişebiliyor. Elle sökülürken bazı tuşlar kırılmış.
- Anakartla ilgili olduğunu düşündüğüm ciddî sistem hataları var: “System Halted Fatal Error”
- Olay görüntüleyiciyi inceleyince, çok sayıda “error” olayı görünüyor: “An Error has occurred”. Belli bir tarih aralığında hiç görülmeyen ve bitti sanılan error olayları, bir şekilde yeniden tetiklenmiş.
- Dll dosyalarının bulunduğu klasörü incelediğimde, bir dosyanın çalışıp silindiğini gördüm. Loglardan anlaşıldığı kadarıyla bu dosya “Gerçekler.bat”mış. Ayrıca “karartma.dll” adında daha önce duymadığım bir dosya gördüm. Bir virüs tarafından oluşturulmuş olabilir.
- Sistemi kararlı hale getirmek için “istik.rar” dosyasını aramaya başladım. Arama kriterlerine bütün diskleri dâhil ettim. Arama uzun sürecek gibi, hayırlısı diyelim.
- JPG ve PNG dosyalarının arkasına gizlenmiş zararlı içerikler var.
- Yerel uygulamalarda pratik görünen “Akses” veritabanı, kendisine yüklenen veri büyüdükçe yükünü kaldıramaz hale gelmiş. Büyük uygulamalarda ve web üzerinden yayınlanan uygulamalarda Akses veritabanının yetersizliği yüzünden donmalar, geçersiz işlem yürütüp içe kapanmalar görülüyor.
- Ağ komşulukları ile ilgili ciddî problemler var. Sıfır paylaşım noktasına gelinmiş.
- Ağa dahil olma sorunları yaşanıyor: İki dirhem 4 çekirdek işlemcisi ile DHCP’den IP istemeye giden bilgisayarımız, IP’e un seren DHCP tarafından bazen eli boş döndürülüyor. Böyle durumlarda fax modem kullanılarak çevirmeli ağ bağlantısı kuruluyor ve “ağa oturum açılıyor”. ADSL modeme bağlanamayan bir “ağa oturum” hitabı olarak “Eyyy di es el!” kulaklarda çınlıyor.
- Ağa bağlanamama problemlerinin kökeni “Ethernetekon” kartındaki sıkıntılar olabilir. “IP” sabitlenmiş görünüyor.
- Cihazda kurulu güvenlik duvar düzgün çalışmadığından bütün virüs, trojan, spy gibi zararlı muhtevalı dosyalar içeriye rahatça girebiliyor. (kullanıcısının sırtından sopayı, diskinden de spy’ı eksik etmemişler)
- Disk alanı kazanmak için eski sistem dosyaları sıkıştırılmış. Yeterli disk boşluğu oluşturulamadığı gibi, sistem performansı da düşmüş.
- Çoklu dil desteği paketi indirilmiş, ama yüklenememiş. (Error olayları ile bağlantılı olabilir)
- Görev Yöneticisi hiçbir işin sorumluluğunu üstlenmiyor hatta cevap vermeye bile tenezzül etmiyor: “Not responding”
- Geçmişte sorunlar yaşanmış, çoğu geçersiz işlem yürütmüş ve kapatılmış 3. Parti yazılımlar görünüyor.
- Güvenlik paketi bütün hatalara rağmen yüklenmiş ve “group policy” çok sertleşmiş. Sıradan kullanıcıların hakları ciddî manada kısıtlanmış.
- İstik.rar dosyasını arama işlemi yeni tamamlandı.
Eskimiş anakartını değiştirmekle başlamalı… Çok işi var, ama adam olur bu…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bilgi-saray-ve-istik-rar-problemi_381558
Tarih: 25 Ocak 2016
Etiketler:
bilgisaray,
bilgisayar,
error,
hata,
istik.rar,
istikrar,
pazarola,
sistem,
virüs
Cumhuriyet-i Muz Savcısı
Cebimizde 3-5, elimizde 7-9, önümüzde 21-23 ve evimizde 32-42 inç’lik ekranlarda, Beyazıt Öztürk hakkında dev bir “l’inç” kampanyası başladı, hemen akabinde kendisi ve programı hakkında “terör propagandası yapmaktan” soruşturma açıldı.
Kendimi bir an, Cumhuriyet-i Muz ülkesinde bir savcı olarak tahayyül ettim. (Bu ülke hakkında söylenebilecek çok şey olsa da, şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Cumhuriyet-i Muz’da bir savcı, “kime ne dâvâ açayım?” diye düşünmez. Reis-i Cumhur-u Muz, herhangi bir konu veya kişi hakkında bir karar verirler ve suçunu ilân ederler. Savcılar da o suça uygun hukukî zemini oluşturmaya çalışırlar.)
Eğer bir Savcı-ı Muz olsaydım, “terör propagandası yapılıyor” kararı verilmiş olan bir program ve yapımcısı hakkında nasıl bir mütalâa yapardım? İşte gerçek hayatla ilgisi olmayan, hayali bir ülkedeki savcının Beyaz dosyasını mütalâası ve iç konuşmaları:
***
Adı: Beyazıt Öztürk
(İçses1: Neden herkes ona “Beyaz” diyor?
İçses2: Efendim, ismini kısaltmak için öyle deniyormuş…
İçses1: İki harf kazanmak için yapılan kısaltma değildir, saf olma İçses2! Osmanlı padişahlarından ikisinin adı Beyazıt idi, o yüzden kullanmak istemiyor olabilir mi?
İçses2: Onların adı “Bâyezîd” idi sanki ama…
İçses1: Halk arasında onlar “Beyazıt” olarak biliniyor. Bir insanın o ismi kullanmaktan imtina etmesi, tarihine, kültürüne “bayaa zıt” hareket ettiğini gösterir. Tarihini inkâr ediyor resmen. Bir de, “bu adam politik hiçbir şey söylemez, rengini belli etmez” diyorlardı… Beyaz nedir abi? Renk değil midir? Hem de “bir kilo toz= bir otoboz + eşantiyon toros” denklemindeki bütün değişkenlerin rengidir! “Toz işiyle bağlantıları var mı?” diye araştırılmalı.
İçses2: Tamam efendim, not aldım, narkotiğe de söyleyelim, onlar da araştırsın…
İçses1: Hem sonra, soyadını neden kullanmıyor? Kesin, “Türk” kelimesi geçtiği içindir. Soyadını kullanmaktan kaçınması bile terör örgütü sempatizanı olduğunu gösterir)
Programın Adı: “Beyaz Show”
(İçses1: Türkçe o kadar kelime varken neden yabancı bir kelime seçmiş program ismine?
İçses2: Efendim yurtdışında bu işi yapanlar da programlarına bu ismi veriyor, bu kelime de özel kanallarla birlikte yerleşti dilimize. Şarkılarda da geçiyor… Herkesin bildiği ve kullandığı bir kelime haline geldi.
İçses1: O zaman neden “şov” yazmıyorlar? “W” harfi alfabemizde var mı? Kürtçe başka bir anlamı olup olmadığını da araştıralım.
İçses2: Alfabemizde değil, ama 2013 yılında hükümetimizin “Çözüm Süreci” için getirdiği bir düzenleme ile q, w, x gibi harflerin kullanımı artık yasal…
İçses1: Neyse ne… “Şov programı yapıyorum” görüntüsü altında karanlık işler çeviren bir adamın filmi vardı, neydi onun adı?
İçses2: “Confessions of a dangerous mind/Tehlikeli Aklın İtirafları”
İçses1: Hah işte o… Gördük “şovmen”i o filmde! Şov programını alet ederek CIA tetikçiliği yapıyordu. Kim bilir bunun altından neler çıkacak?)
***
Jenerik Müziği Sözleri: … yirmi sene oldu, ne diyorsun usta? …
(İçses1: Usta falan diyor… Bak bakalım Reis-i Cumhur-u Muz’a lâf mı çakıyor yoksa?
İçses2: Olumsuz efendim, herhangi bir ima yok gibi…)
…
Veni vidi vici
Ah canımın içi
…
(İçses1: Ne olduğunu anlamadan, gördün mü linçi? Ah canımın içi….)
***
Telefonla bağlanan seyircinin sözleri:
“Ülkenin doğusunda yaşananların farkında mısınız? Burada yaşananlar ekranlarda çok farklı aktarılıyor. Sessiz kalmayın. İnsan olarak biraz daha hassasiyetle yaklaşın. Görün, duyun ve artık bize el verin. Yazık; insanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın! Ölen çocuklara sevinen insanlar var. Onlara hiçbir şey diyemiyoruz, yazıklar olsun demekten başka…”
(İçses2: Efendim, “çocuklar ölmesin, analar ağlamasın” diyor, bu ifadeleri, hükümeti oluşturan partimiz seçim sloganı olarak kullanmıştı. Sonra başımız derde girmesin…
İçses1: Seçim bitti, şartlar değişti. Hem o analarla çocukların orada ne işi var? Çekin çocukları aradan, alın gidin.
İçses2: Efendim, nereye gitsinler? Eskiden köyler boşaltılıp şehirlere taşıtılıyordu insanlar.
Koca şehri mi boşaltacağız şimdi?
İçses1: Bilmiyorum İçses2 efendi, onu da ulu’l emirlerimiz düşünsün! Ben kendi vazifemi yaparım.
Seyirciler ne yapmış bu sözlerden sonra?
İçses2: Alkışlamışlar efendim.
İçses1: Alkışı duydum, ihaneti gördüm. Hepsini soruşturmaya dâhil edin. Gerekirse ifadelerini alın.
İçses2: Efendim, stüdyodaki seyircilerin listesini bile bulmamız zaman alacak. Çoğu başka şehirlerden geliyor…
İçses1: Dede’lerden biri yazmasa uğraşmayacağım da, yazmış işte bir kere… Hatta bu yayını evde ekran başında izleyip tepki vermeyen bütün izleyicileri de soruşturun.
İçses2: Efendim bence onun için acele etmeyelim. Küçük bir gazeteci nasılsa o seyircilerin listesini Cem eder, yayınlar. Biz de hazır listeyi kullanırız…
İçses1: Harikasın İçses2! Haydi bakalım, başlasın soruşturma!)
***
Böyle mütalâa edilirse adamın Beyaz değil gri, hem de “pis gri” olduğu ortaya çıkmıyor mu? Allah’tan Cumhuriyet-i Muz’da yaşamıyoruz ve bunların hiçbiri gerçekleşmedi…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/cumhuriyet-i-muz-savcisi_380281
Tarih: 18 Ocak 2016
Aman Be Troll!
Bir tartışmada kimin sesi daha çok çıkıyor ve diğerlerini bastırıyorsa, kendini daha haklı zannediyor.
İşin kötüsü, dışarıdan bakanlar da ona hak veriyor. Mağduru seven bir milletiz ya, “yazık, adama çok haksızlık yapılmasa bu kadar bağırmaz” diye düşünüyoruz her halde. Yabancı turistlere kendi dilimizde adres tarif ederken bile, yüksek sesle bu işi yapıyor olmanın anlatımımıza kattığı retoriği düşünüp rahatlıyoruz ve daha bir özgüvenle konuşuyoruz.
Sosyal medyada da yüksek ses prim yapıyor. 5000 kişinin organize olduğunu ve belirlenen bir konu ile ilgili paylaşımları eş zamanlı olarak yayınladıklarını düşünün. 30.000 civarında robotik hesapla bu paylaşımlar desteklenirse, konu bir anda ülke gündemi haline gelebilir. İşte bu “trol” denilen kişilerin çalışma yöntemlerinden biridir.
Trol kelimesi ile ilgili wikipedia.org’ta geçen tarif: “İnternette insanların keyfini kaçırmak ya da münakaşa başlatmak için tohum ekmeye çalışan kişi. Forumlar, bloglar, sohbet odaları gibi çevrimiçi topluluklarda kasten alevlendirici, konu ile ilgisi olmayan mesajlar göndererek okuyucuları provoke edip duygusal cevaplar verdirtme ya da bir başlığın konusunu dağıtma niyetindedirler” şeklindedir.
En meşhur trol grubu “aktroller” olarak bilinen gruptur. 2013 yılında gezi olayları sonrası örgütlendikleri tahmin edilmektedir. Taraf gazetesinin 25 Eylül 2015 tarihli haberine göre; 30 kişilik bir çekirdek kadrosu, 250 kişiden oluşan bir kanaat önderleri grubu (AKP gençlik kolları yöneticileri ve iletişim görevlileri oldukları iddia ediliyor) ve 6000 civarında da “yıkım ekibi” bulunuyor.
Çoğu hesap sahte bilgilerle açılmış, “fake hesap” olarak bilinen robotik hesap sayısı da 30.000 civarında tahmin ediliyor. En düşük kademelerde yer alanların 1000 TL tutarında ücret aldıkları, ücretlerinin kayıtdışı olarak AKP’li belediyelerle iş yapan firmalar üzerinden ödendiği haberde geçiyor.
Temel görevleri; AKP muhalifliği yapan kişileri hakaret, küfür ve tehditlerle sindirmek, beyin takımının yönlendirmeleriyle topluma verilmek istenen mesajları yaymak ve AKP propagandası yapmak. Adlî makamlara şikâyet edilseler bile haklarında herhangi bir işlem yapılmayacağının güveni ile hareket ediyorlar.
Buraya kadar okuduklarınız interneti tarayarak bulabileceğiniz bilgilerin özetiydi. Aşağıdakileri ise ilk kez okuyacaksınız:
Metrolbüs: En çok kullandıkları ulaşım aracıdır. Bir metrobüste sesli bir şekilde belediye, metrobüs veya taşıma sisteminden şikâyet eden kişiyi hemen ablukaya alırlar ve sustururlar: “Şikâyet ediyorsan git taksi tut!”, “Şu trafiğe bakıp şükredeceğine söyleniyorsun!”.
MİTrolyöz: “Bordro” berelerini kuşanıp klavye başında yaptıkları operasyonlarda kullandıkları favori silâhlarıdır.
Petrol ye$ili: En sevdikleri renktir. O kadar severler ki, yeşili gördükleri yerde mutluluktan gözleri “dolar”.
Troleçe: Favori tatlılarıdır, hamuru “beyaz” olanı daha makbuldur.
“Aman petrol, canım petrol”: Favori şarkılarıdır, “hacda” veya “umre”de bulunmuş olan san’atçılardan dinlerler.
90’lı yıllarda trollük yapanlar, bugünkü teknik imkânları bulamadıkları için trollük işlerini “3D” yapıyor, korku ve dehşet saçmak için bol bol “satır” kullanıyorlardı. Satırı gördün mü korkuyordun, trolü de tanıyordun.
Günümüz trollerini tanımak da çok kolay değil. Trol ayıracı olarak kullanılabilecek bir uygulama veya araç şimdilik yok. Sosyal medya mecralarında, her kimde sadırdan herhangi bir kemalat sâdır olmayıp “satır”larından kan, küfür ve hakaret damlıyorsa, o kişinin trol olma ihtimali vardır.
Son olarak, Twitter Azamî Karakter Tespit Komisyonu, daha önce 140 olan üst sınırı 10.000 olarak güncelleyeceklerini duyurdu. Benim de aklıma takıldı, aktrollerin karakter farkını işveren olarak hükümet mi karşılayacak, yoksa platform sahibi olan twitter mi?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/aman-be-trol_378992
Tarih: 11 Ocak 2016
ODTÜ Mescid Tartışması
Her üniversitenin kendine has bir kültürü vardır. Kampüse girdiğiniz anda havası burnunuza çarpar.
ÖSYM tam olarak nasıl ayarlıyor bilmiyorum, ama sanki her bir üniversitenin iklimine uygun öğrencileri seçip oralara yerleştiriyor gibi. Kampüsten içeriye adımını atar atmaz, bakıyorsun ki saç boyu hemen ortama uyum sağlayıp uzuyor, kulakta küpe peyda oluyor, giyim-kuşam hakeza… Hele yabancı dilde eğitim yapılıyorsa, kampüs içerisinde sadece oradakilerin anlayacağı bir dil oluşmuştur. Eğitim alınan dilden öğrenilen bazı kelimelerin, Türkçe cümleler içerisinde kendine yer bulmaya çalışırken diğer ögelerle ağız dalaşına girdikleri görülürken, bazıları da kırk yıllık ahbap gibi davranır.
ODTÜ’de eğitim dili İngilizce olunca, öğrencilerin kendi aralarında konuştuğu dil de İngilizce’den nasipleniyor haliyle. Meselâ ders ekleme-silme haftasında danışman hocası ile görüşmesi gerektiğini ifade etmek isteyen bir ODTÜ’lüyü “add drop haftasında advisor’ımla bir meeting set etmeliyim” derken duyabilirsiniz.
Ya da sınav sırasında formül çizelgesi kullanılıp kullanılamayacağını şu şekilde sorar: “formula sheet kullanmak serbest mi?”
“Fluid Dynamics dersinde curve var mı?” (Akışkanlar Dinamiği dersinde çan eğrisi metodunun uygulanıp uygulanmadığını soruyor.)
“Strict catalog abi…” (‘bellli ve sabit bir geçme notu var’ diyor)
ODTÜ’de okuyanlara yukarıdaki diyalog çok tanıdık gelmiştir. Orada okuyan ya da oradan mezun bir tanıdığı olanlar da sorup teyit edebilir. ODTÜ’de okuyan yakın arkadaşlarım oldu. Yanlış anlaşılmasın, bahsedilen durum ODTÜ’ye özel değil, hatta nerdeyse Türkçe eğitim verilen okullarda da aynı şekilde. ODTÜ örneğini vermemin sebebi, geçtiğimiz günlerde ODTÜ’de malûm mescid tartışması yaşanması.
Mescid sayısı yeterli mi yetersiz mi, mescit isteği siyasî mi değil mi tartışmalarına girmeksizin, öncelikle şunları söylemek isterim:
- Ülkemizde din ve vicdan hürriyeti vardır ve anayasal haklarla teminat altına alınmıştır.
- Peşin yargılara dayalı niyet okumaları yapmak yanlıştır.
- Mescitlerin yeterli olup olmadığının tesbiti için, kavga etmek haricinde uygulanabilecek farklı bilimsel yöntemler vardır.
Yer: ODTÜ’de bir cami (herhangi dememe gerek yok, zaten bir cami var)
Zaman: Cuma günüdür, ezan okunmuştur, ilk sünnetler kılınmaktadır, yer yer ilk sünneti bitirenler olmuştur. İç ezan okundu okunacaktır.
Durum: Dışarıda yağmur yağmaktadır. İçerideki kişilerin yerleşimi “optimize” edilmemiş olmakla birlikte içerisi dolu görünmektedir. İçeri girmeyi bekleyen çok sayıda kişi dışarıda homurdanmaya başlamıştır.
…
Dersi Bitmediği İçin Çıkamayan ODTÜ’lü1, camide olduğunu bildiği ODTÜ’lü2’yi cepten arayıp ezanın okunup okunmadığını sorar, camide olduğu için kısık sesle cevap veren ODTÜ’lü2: “İnternal ezan okunuyor şimdi…”
Organizatör Tarafı Gelişkin Bir Kişi: “Arkadaşlar, dışarda kalan arkadaşlarımız var, lütfen herkes bir adım ilerlese de onlar da içeriye girebilse…”
İçerideki Biri: “Hocam herkes bir adım ilerlediğinde totalde bir adımlık yer açılmış olur. Bir adımlık boşluk da dışardakileri içeri almak için yeterli olmaz.”
İçerideki Başka Biri: “Şöyle yapalım, n bir tamsayı olmak ve değeri 1’den başlamak üzere, her bir saffın sıra numarasını belirtsin. Herkes ‘n’ adet adım atıp ilerlesin.”
Kapıda Bekleyen Organizatör Tarafı Gelişkin Kişi: “Hocam algoritman çok recursive oldu. Biraz daha iteratif anlatsak… Arkadaşlar itmeyelim lütfen, sizin için yer açmaya çalışıyoruz burada!”
İçeride Adım Atma Formülasyonunu Yapan İlk Kişi: “Herkes dahil olduğu saffın sıra numarasının skaler büyüklüğü kadar adım atsın diyorum, oldu mu hocam?”
Kapıdaki: “Uygundur. Ancak safların sıra numaralarının önceden belirlenip duvarlara yazılmış olması gerekiyordu bunun için… Şu an geç”
Başka Biri: “Hocam aslında lazer pointerler ile saf çizgilerinin projeksiyonunu yapsak halıya… Herkes çizgi üzerinde durur, kimse bir şey hesaplamak zorunda kalmaz.”
Daha Başka Biri: “Lazer çizgi aralıkları dinamik olmalı. Cami içine sığması gereken adam sayısına göre aralıkları daraltabilmeli sistem…”
3.Dereceden Başka Biri: “Kaç kişilik yer açılması gerektiğini nasıl bilecek peki?”
Başka Biri: “Baz istasyonları koyalım camiye, baz istasyonlarından sinyal alan telefon sayısı kadar kişi için yer ayarı yapılabilir.”
3. Dereceden Başka Biri: “Efektif değil, namaz kılmayacakların telefonlarının sinyal almasını engellememiz lâzım bu durumda. Bence bir mobil app yapalım, namaz kılacaklar check-in yapsın, sayıyı öyle bulalım.”
4. Dereceden Başka Biri: “Mobil app’e gerek yok, web sitesi yapalım her platformdan girilir.”
5. Dereceden Başka Biri: “Hocam best case ile worst case için iki durumlu bir sistem girsek yeter, ara değerlere gerek yok.”
…
Artık kamet getirilmiştir ve namaza durulmak üzeredir.
İmam son advise’ını yapar: “Safları sık ve düzgün tutalım, Allah’ın rahmeti üzerinize olsun.”
Hazırlıkta Okuyan Muzip ODTÜ’lü yanındaki Hazırlıkta Okuyan ve Hiç de Saf Olmayan ODTÜ’lüyü düzgün tutmaya çalışır ve sıkar: “Niçin tuttuğumu anladın mı?”
Hazırlıkta Okuyan ve Hiç de Saf Olmayan ODTÜ’lü: “Evet abi, yanlış adamı tuttun”
ODTÜ Camii İmamı: “Yanlış anlaşılmalara mahal vermemek için sizin anlayacağınız şekilde söylüyorum: line’ları lineer ve sık tutalım”
Arka Safların Birindeki Bir ODTÜ’lü: “Hocam line eliptik oldu, biraz yanaşırsak, hah şimdi daha lineer…”
Allahuekber!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/odtu-mescid-tartismasi_378441
Tarih: 8 Ocak 2016
Bordro Klavyeliler
Eyalet sistemi ile ilgili 2013 yılında Türkiye’de dönemin başbakanı tarafından dile getirilmiş sözleri isim vermeden Meclis’te okuyan HDP’li milletvekili Garo Paylan, muhtemelen beklediğinden fazla bir tepki ile karşılaştı.
AKP’li milletvekilleri “Kâğıdı eline Kandil mi verdi!” sözleri ile susturmaya çalıştı.
Halı saha maçı tartışmalarındaki “adamın gol diyor” sözüyle elde edilen haklılık düzeyini Garo Paylan, AKP milletvekillerine karşı kullanıp golünü saydırmak konusunda başarılı oldu bence. Meclis tutanaklarına yansıyan ifadeler artık arşivlerden de ulaşılabilir olmayı garantiledi. En azından şimdilik böyle düşünüp rahatlayabiliyoruz. Allah’a şükürler olsun ki, henüz Doğruluk Bakanlığı diye bir bakanlığımız yok.
George Orwell tarafından 1949 yılında yazılmış olan “1984” isimli distopik romanla birlikte düşünce dünyamıza giren “Doğruluk Bakanlığı”, romandaki hükümetin günlük olarak değişebilen doğruluk verilerine göre tarihi neredeyse her gün yeniden yazma işini üstlenmiştir. Dost, düşman, iyi, kötü, hain ve kahraman gibi sıfatların tanımları ile bu sıfatları taşıyanlar günübirlik değişebilmekte ve bu değişimin arşivlere yansıtılması Doğruluk Bakanlığı çalışanlarına epeyce iş çıkarmaktadır. Örnek olarak yıllarca savaş halinde oldukları bir ülke olan Okyanusya, bir anda dost ve müttefik ülke olarak ilân edilebilmektedir.
Ülkemizde bir Doğruluk Bakanlığı bulunsaydı, memurları fazla mesai yapmak durumunda kalabilirdi. Kolay değil, yıllarca beraber çalıştıkları, üst düzeyde yetkiler ve görev verdikleri insanları bir anda terör örgütü kurmak ve yönetmekle suçladılar. “Bebek katili” olarak anılan İmralı sakini, bir anda Türkiye ve Ortadoğu gerçeklerini en iyi okuyup yorumlayabilen bir insana dönüşüverdi. Doğruluk Bakanlığı’mız henüz yoktu, ama toplumda “aktroll” olarak bilinen “Bordro klavyeli” bir sanal ordu vardı ve bu ordunun öncelikli işi, dinamik olarak değişebilen “gerçekler”in halk nezdinde sindirilerek kabul görmesi için tahşidat yapmaktı. Meselâ bir terör saldırısı sonucunda 30 veya daha fazla sayıda güvenlik görevlimizin şehit olması, toplumda infial oluşturacak bir olaydır. Tam da bu noktada aktroller, 15 kişilik bir özel harekât biriminin telsizlerini kapatıp operasyona çıktıklarına ve 80 teröristi öldürdüklerine dair mitler ve efsaneler yayarak bir nebze ortamı yumuşatabilmektedir. Aldıkları bir işaretle, Çin Halk Cumhuriyeti’nin tarihte eşi görülmemiş zulümleri, dindaş ve soydaşlarımıza, hem de mübarek Ramazan ayında yaptığına dair haberler yaydılar. Sonra bir anda, Çin ziyareti yapan Reis, zulme uğradığı iddia edilen insanların terörist olduğunu söyledi, iyi mi? Uygur Türkleri zulmü bıçak gibi kesildi ve zulüm iddialarını ortaya atanların “paralel” bağlantıları sorgulanır oldu. Kimse Reis’in söylem değişikliğini sorgulayamadı.
İsrail ile ilişkiler konusunda da benzer bir durum yaşandı. Bütün Müslüman coğrafyasında işe yaradığı bilinen en etkili yükselme metodu İsrail’e “atar”lanmaktır. En yüksek ses tonuyla “atar”lanan, en yüksek oyları alır ve iktidara gelir. Fakat iktidara gelince de ilk işi de İsrail ile anlaşmalar imzalamak olur. Bu anlaşma doğrudan ilân edilmeyebilir, bir ülkeye “siz adam öldürmeyi daha iyi bilirsiniz” deyip terörist ülke olarak ilân etmek ve ardından ticaret hacmini 5 katına kadar arttırmak, savaş uçaklarının yakıtlarının temin edilmesine aracılık etmek de anlaşma olduğunu ispatlayan somut delillerdir. İki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi gerektiği ve ülkelerin halklarının dost olduğu söylendiğinde bordro berelilerimiz feci şekilde bocaladılar. “O söylüyorsa bir bildiği vardır” sözleri ile tevil etmeye çalılştılar.
Velhasıl, dalgalı gerçeklik kurunun bugünkü değerleri itibarıyla “tu kaka” olan Kandil ve eyalet sistemi, çok değil, iki sene önce farklı bir değerdeydi ve devletin zirvesi bu yönde açıklamalar yapmıştı. Şimdi bordro berelilere düşen bu durumu kurtarmak için bir kandil icat etmeleridir. Benim kendilerine isim önerim Recaib Kandili’dir. Bütün İslâm âleminin Recaib Kandili mübarek olsun!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bordro-klavyeliler_377659
Miyavgate
2014 yılı 30 Mart tarihinde yapılan yerel seçimler sırasında, bakan düzeyinde bir itiraf ile gündeme bomba gibi düşen ve halk arasında “MiyavGate” olarak bilinen skandal (açıkçası benden başka kimse bu tabiri kullandı mı bilmiyorum, “halk arasında” kalıbıyla kullanınca havalı duruyor) ile ilgili bomba haberlere ulaştım. Hatırlanacağı gibi seçim gecesi, oyların sayım işlemleri devam ederken yurdun çeşitli yerlerinde eş zamanlı elektrik kesintileri olmuş, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, kesintilerin nedenini açıklarken, kedilerin trafolara girdiğini ve trafolarda arızalar meydana getirdiğini itiraf etmişti.
Neden trafolara giriyorlar?
Tam olarak nerede olduğunu şimdi size söylememin çok uygun olmadığı, kedilerin kendi aralarında “Old Trafford” dedikleri trafoya sizin için girdim. Aklımda deli bir soru vardı: “neden trafo?”
Kediler aslında ilk zamanlarda kendilerini tehdit eden düşmanlardan ve soğuktan korunmak için trafolara girmeye başlamış. Mart aylarında, vücutlarında birikmiş olan elektrik yükünü trafolara aktarmak için giren kediler bile olmuş, ülke ekonomisine katkıda bulunup cari açığı düşürmeye çalışmışlar, sağ olsunlar. Ancak zamanla trafoların paylaşımı kediler arasında bir problem haline gelmiş.
KPSS İle girilen trafolar
Trafolar A grubu (elit yerleşim birimlerinin trafoları) ve B grubu (kırsal kesim trafoları) olarak iki kategoriye ayrılmış durumda. A grubu trafolara girebilmek için KPSS şartı aranıyor. (Tabi her yerde olduğu gibi burada da KPSS’ye hiç girmemiş olduğu halde istediği trafoya yerleşen kediler de yok değil!) Tahsil ve kültür seviyesi yüksek kedilerin yerleştiği bu trafolarda, üretime dayalı projeler gerçekleştiriliyor. Mesela, Japon bir kedi firmasının yapımını üstlendiği, İstanbul Boğazı’ının iki yakasındaki ana trafo merkezlerinin bağlantılarını yenileme projesinde sona yaklaşılmış durumda. Geçtiğimiz sene, enerji ana nakil halatlarından biri kopunca, Karate Cat filminden de tanıdığımız sempatik kedi Bay Miyavgi, halat kopması olayındaki bütün sorumluluğu üstlenerek intihar etmiş ve millet olarak bizi derinden üzmüştü. (İçimizdeki İrlandalı sokak kedileri de “değer mi yav?, hahah miyav!” diyerek kafa bulmuşlardı garibim Bay Miyavgi ile)
B grubu trafolara giriş sınavsız, ancak buralar tam olarak kurtlar sofrasına dönüşmüş durumda. Bazı bölgeler tamamen mafya denetiminde bulunuyor. Liderleri Ak Sarman olarak bilinen bir Ankara kedisi. Gençlik yıllarında bir jedi olduğu bilinen Sarman (bazı kaynaklarda Saruman diye de geçiyor) gücün karanlık trafosuna girdikten sonra yedi jeddine ihanet etmiş ve jedilikten atılmıştır. Özellikle seçim zamanlarında trafolara daha çok girdikleri biliniyor.
Listeler trafolara asılıyor
B grubu trafolara girmek isteyen kediler, ikamet ettikleri bölgeye en yakın trafolara yerleştiriliyor. Seçimlerden önce aday kedi isimleri trafolara asılıyor. İtirazlar ve nakiller için bir aylık süre bekleniyor ve kesinleşmiş listeler oluşuyor. Listelere girmek her babayiğidin harcı değil, Ak Sarman’a biat etmeyenlerin işi oldukça zor…
“Ekmeğimizin Peşindeyiz…”
Yoksul bir mahalle trafosunun, emektar kedisi Tekir Amca, işlerinin kolay olmadığını ve her seçim görevinde ölümle burun buruna geldiklerini anlatarak şunları söyledi: “Neticede ekmeğimizin peşindeyiz… Evet, çok arkadaşımızı trafolarda kaybettik ama bu da bizim işimizin fıtratında var”. Yaktıkları trafolar karşılığında aldıkları ise sadece bir ay yetecek kadar balık…
Kadrolu Karınca İle Outsource Böceği
Çalışma hayatına ilişkin çocuklara bir davranış dersi vermek üzere kurgulanmış “Karınca ile Ağustos Böceği” masalı vardır. Bu masalda karınca çalışkanlık timsali olarak “yazın başı, kışın aşı pişen” bir bireyi temsil etmektedir, ağustos böceği ise yazı aylaklık yaparak geçirmekte ve çalışıp yiyecek biriktirmediği için kışın aç kalmaktadır, günlük hayatta tembel ve tutumsuz insanı simgelemektedir. Çocuklara çalışmanın ve tutumlu davranmanın önemini anlatmak için iyi bir masaldır, çocuklar büyüyüp iş hayatını yakından tanıdıkça, gerçeklerin masaldakinden farklı olduğunu görmeye başlarlar.
İş dünyasında da başka her yerde olduğu gibi belli kavramlar veya yöntemler bir dönem moda olur, bilir bilmez herkes bu yöntemleri kendi anladığı şekilde kullanmaya çalışır. Bunlardan biri de ingilizcesi “outsource” olan ve Türkçe tam karşılığı “dış kaynak kullanımı” olarak çevrilebilen yöntemdir. Bu yöntem kısaca bazı işleri başka bir kurum veya kişilere devredip parası, masrafı neyse ona katlanmak suretiyle iş yapmaktır.
Daha anlaşılır bir ifadeyle bazı işleri taşerona yaptırmak da diyebiliriz. Temizlik, güvenlik, yemek hizmetleri gibi özel bir yetkinlik isteyen işler genelde bu yöntemle halledilir. “Sahip olma ve onu sürdürme maliyetine katlanmaktansa kirala, kullan, istemezsen atarsın” diye fısıldarlar patronun kulağına, İyi bir şey olduğuna karar verdikten sonra bir bakmışsın ki patron aklına gelen her işi “outsource” etmeye başlamış! Outsource sadece hizmetlerle sınırlı kalmaz, ekipman ve personel de pekala outsource edilebilir. Fiziksel olarak çalıştığı işyeri, odası, masası ve iş tanımı hiç değişmediği halde bir anda kendini “outsource” edilmiş bulabilir çalışanımız.
Çok buruk bir histir, bir anda kümes dışına atılmış bir tavuk gibi hisseder kendini. Hemen avutmaya çalışır, insani kaynaklar üretmeye çalışan departmanın elemanı:“büyütme be oğlum, bütün hakların baki kalacak, aslında senin açından hiçbir şey değişmeyecek!”. En kötüsü de bunların tamamen doğru olmadığını bilmektir. Çalışanımızın bordrosunda işveren olarak artık muhtemelen bir insan kaynakları firmasının ismi geçecektir. Beyaz yakaya sahip olan bu outsource’un yemek kartı değişebilir, değişmese bile kartına yüklenen kredi azalabilir, yol yardımı, özel sağlık sigortası gibi yan haklarda kısıtlamalar gelebili ve artık “outsource” böceği olduğunu hisseder. İlk anda hiçbir kısıtlama olmasa bile ilk zam döneminde karşılaşacaktır kısıtlamalarla. Karınca ile ağustos böceği masalının ikinci evresindedir artık ve kadrolu karıncalar keyif sürmektedir. Outsource böceğimiz kadrolu karıncalara bakıp bakıp iç geçirecektir.
Peki her şey outsource edilebilir mi, veya outsource edilmesi faydalı olur mu? Bence olmaz. Misal, Diyanet İşleri Başkanlığı tutup “artık kadrolu imam istihdam etmeyeceğiz, taşeron firmalardan imam tedarik edeceğiz” dese hiç olur mu? Düşünsenize, imam outsource’sa cemaat ne yapmaz? Ordunun taşeron sistemi ile asker istihdam etmesi durumunda “ucuz asker” bahanesiyle Çin’den adam getirecek “dayıbaşlar” çıkar emin olun. Eee, insan “made in...” dememeli...
Taşeron sisteminin uygulayıcısı ister özel sektör olsun ister kamu kurumu olsun, aracı insanların emeksiz para kazanmasına, çalışan insanların sosyal haklarının kaybına, adam kayırmacılığa, sömürüye neden oluyorsa kötüdür. Maalesef ülkemizde taşeron sistemi ile ilgili ciddi rahatsızlıklar mevcuttur. Devletin outsource ettiği bir maden ocağında yaşanan ve yüzlerce işçinin ölümüne neden olan facia buna en somut örnektir. Yine aynı firmanın çıkarıp devlete sattığı kömürün yarısının taş çıktığı sayıştay raporlarında işlenmiş ve haberlere konu olmuştu. Sonuçta ranta gebe bir sistem taşererse, taşeron da kendisine kömür yerine taş verecektir!
Peki her şey outsource edilebilir mi, veya outsource edilmesi faydalı olur mu? Bence olmaz. Misal, Diyanet İşleri Başkanlığı tutup “artık kadrolu imam istihdam etmeyeceğiz, taşeron firmalardan imam tedarik edeceğiz” dese hiç olur mu? Düşünsenize, imam outsource’sa cemaat ne yapmaz? Ordunun taşeron sistemi ile asker istihdam etmesi durumunda “ucuz asker” bahanesiyle Çin’den adam getirecek “dayıbaşlar” çıkar emin olun. Eee, insan “made in...” dememeli...
Taşeron sisteminin uygulayıcısı ister özel sektör olsun ister kamu kurumu olsun, aracı insanların emeksiz para kazanmasına, çalışan insanların sosyal haklarının kaybına, adam kayırmacılığa, sömürüye neden oluyorsa kötüdür. Maalesef ülkemizde taşeron sistemi ile ilgili ciddi rahatsızlıklar mevcuttur. Devletin outsource ettiği bir maden ocağında yaşanan ve yüzlerce işçinin ölümüne neden olan facia buna en somut örnektir. Yine aynı firmanın çıkarıp devlete sattığı kömürün yarısının taş çıktığı sayıştay raporlarında işlenmiş ve haberlere konu olmuştu. Sonuçta ranta gebe bir sistem taşererse, taşeron da kendisine kömür yerine taş verecektir!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Öne Çıkan Yayın
Şair Tüikî
Bu haftaki misafirimiz, şiirlerindeki serbest ölçüsü ile meşhur olmuş Şair Tüikî... Her ayın 3. günü yayınladığı şiirler toplumun bütün ke...