Şükür, en basit anlamıyla, bütün nimetleri verene karşı yapılan teşekkürdür. Öncelikle her şeyi vereni düşünüp Ona minnettar olmak şükrün bir parçasıdır. Diğer bir parçası dil ile hamd sözlerini zikretmektir. Üçüncü bir tezahürü de ibadet etmek suretiyle şükrünü fiilen göstermektir. İbadetlerin en mühim olanlarından olan namaz, Fatiha Suresi ile başlar ve onun ilk ayeti “El-hamdu lillahi Rabbi’l-Âlemîn”dir.
El-hamd kelimesinin anlamından bahsederken Bediüzzaman, “…en kısa mânâsı, ilm-i nahiv ve beyan kaidelerinin iktiza ettiği şudur:
‘Ne kadar hamd ve medih varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hastır ve lâyıktır o Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda ki, Allah denilir’” ifadelerini kullanır.
Bunun anlamı, her nerede ve ne zaman, kimden gelirse gelsin ve kime yapılmış olursa olsun, hamd ve medihlere Allah lâyıktır, o hamd ve medihler Cenab-ı Hakk’a aittir.
Buradan anlıyoruz ki, insanlar bilerek veya bilmeyerek farklı kişi, kurum veya nesnelere hamd etse de o hamdlerin adresi bellidir. Kendisine vâsıl olan nimetler için insanlara veya başka vesilelere teşekkür etmek ile o nimetlerin hakikî sahibini bilip ona şükretmek farklı şeylerdir. Aracılık edenlere gerektiğinde teşekkür edilebilir.
Müslüman, her hâl için Allah’a şükreder. Sadece nimetlere eriştiğinde değil, başına gelen musibetlerde de Allah’a sığınır ve şükreder. Belâ ve musibetin daha büyüğünden kendisini sakındırdığı için şükreder, o musibeti dünyada yaşayıp ahirete müteallik, ödenecek muhtemel bir hesaptan kurtulduğuna şükreder…
Şükür ve tevekkül gibi kavramların, zaman zaman sorumluluktan ve çabalamaktan kaçınmak isteyen tembel ruhlar tarafından yanlış anlaşıldığını veya suistimal edilip kullanıldığını görebiliriz. İmtihan gereği, bir haksızlığa uğrayıp tokat yiyen bir insanın, “Şükrediyorum” diyerek başka bir tokat atmayı aklından geçirmeyen adama öteki yüzünü de çevirip orayı da tokatlamasını istemesinin şükürle bir ilgisi olmasa gerek. Aynı şekilde, haksızca birini tokatlayan kişinin, tokat yiyenden kendisine karşılık vermemesini ve şükretmesini istemesi de şükür pratikleri ile uyumlu olmaz.
Başa gelen felâket ve musibetlerde, mutlak ve küllî irade Allah’a ait olduğundan ona isyan edilmez, şükredilir. Bildiğimiz veya bilmediğimiz pek çok hata ve günahımızın karşılığı olabilir, ahirette çekmektense dünyada aradan çıkaran kişi kârda olur. Günahı/hatası olmayan peygamberler de dünyada sıkıntılı hâller yaşamışlardır. İmtihan dünyasının cilvelerindendir ve ahirette onun karşılığını çok fazlasıyla alacaklarına itimadımız tamdır. Can ve aklımızı her türlü belâ, hastalık ve musibete karşı elimizden geldiği kadar korumak vazifemizdir, tedbirimizi alır ve gelen tehlikeden etkilenmemeye çalışırız. Şekvalarımızı Allah’a iletebiliriz. Musibetin kendisini, bizi zarara sokan kişiyi Allah’a şikâyet edebiliriz.
Son zamanlarda iyi giden işlerde, iyiliğin sebebini kendisinden bilen ve bütün olumlu sonuçları sahiplenen ama kötüye giden işlerde suçu kadere, kısmete yıkan, musibetlerin Allah’tan geldiğine işaret eden kişileri görebiliyoruz. Bazı patronlar, siyasîler, idareciler, işler iyi giderken çalışanlarına “Sizi oraya biz getirdik, biz olmazsak siz de olamazdınız” derken, durumlar kötüleştiğinde insanları şükre davet ediyorlar. Tamam, bu bir musibetse, bu musibetin gelmesinde sizin kötü yönetiminizi ve aldığınız yanlış kararları sorgulamayalım mı? Siz kendi sorumluluklarınızın hesabını verin, biz şükrümüzü Allah’a yine edelim.
Bir işverene düşen, çalışanlarının hakkını ödemektir. “İhtiyacınızdan fazlasını infak etmeniz dinen daha münasiptir, biz de size sadece ölmeyecek kadar ücret ödeyelim” diyemez. İşçinin emeğinin karşılığı neyse onu verir, isteyen işçi onu infak edebilir. Yemeklerin kötü çıktığından şikâyet eden ve yiyemedikleri için aç kaldığını söyleyen öğrencilere, yurt idarecisi “Midenizin tamamını doldurmamak sünnettir, dolu mide sağlığa da zararlıdır” deyip işin içinden çıkamaz. Yurt yönetiminin görevi, düzgün yemek çıkarmaktır. Az veya çok yemek kişilerin kararıdır.
Kendisinden öncekilerin başlattığı sıkı ekonomik politikaların meyve vermeye başladığı zamanlarda yönetimi devralan, ucuz ve bol paranın dünyanın her yerini ihya ettiği küresel ekonomik ılık rüzgârı arkasına alırken, “Biz yaptık” diye övünen, herkesin refah seviyesini yükseltmekle övünen siyasî ve idareciler, rüzgâr hız kesip yer yer durduğu ve ekonomi irtifa kaybettiği anda insanları Allah’a yönlendiriyorlar.
Bolluk zamanında geleceği düşünüp akıllı yatırımlar yapılsa, kaynakların kullanımında israf ve suistimaller olmasa, hakkaniyetli ve adaletli davranılsa hiç darboğazlara girilmeyecekti. Bizim şükrümüz onlara karşı değil ve onlarla alâkalı da değil. Allah’a karşı olan vazifemize karışmayı bırakıp kendi vazifelerini neden yapmadıklarının hesabını verseler ne iyi olurdu!..
Bir de, siyasîlerin dümen suyuna giden meşhurların “Gerekirse soğan yeriz, simit neyimize yetmiyor, biraz aç kalsak ölmeyiz” minvalindeki açıklamaları millet tarafından pek hoş karşılanmıyor, onu söyleyeyim… Çok büyük ihtimalle, hayatının hiçbir döneminde o edebiyatını yaptıkları soğan ve simitle beslenme zorunluluğu yaşamayacak kişilerin bu beyanları, milletle alay etme gibi algılanıyor.
Hamd ve şükre düşkünlüklerinden değil de, insanların hassasiyetlerini kullanarak kendi kusur ve sorumluluklarını üzerinden atmak için insanları şükre davet eden şükür istismarcılarına kısaca “şükr-ist” denir. Evet, Rabbimiz bizden şükür ister ama şükr-ist’lerin istediği gibi değil…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetlendikten sonra uygun görülürse yayınlanacaktır. Genel ahlâka mugayir ifadeler, hakaretler veya spam türündeki muhtevaya sahip yorumlar, takdir edersiniz ki, yayınlanmayacaktır. Onun haricinde her türlü yorum yapabilirsiniz, yapınız hatta...